Diana Gabaldon – Kar ve Kul 1

Onları önce köpek sezdi. O karanlıkta, Ian Murray kasığının yanında Rollo’nun kafasının yükseldiğini, kulaklarının dikeldiğini görmekten çok hissetti. Bir elini köpeğin boynuna koydu ve oradaki tüylerin gerginlikle dikleştiğini hissetti. Birbirleriyle oldukça uyumlu olduklarından, bilinçli bir şekilde düşünmedi bile. “Adamlar.” Öteki elini de bıçağına götürüp hareketsiz kaldı. Dinledi. Orman sessizdi. Şafağa saatler vardı ve hava bir kilisedeki kadar sakindi, yerdeki sis tıpkı tütsü dumanı gibi yavaşça yükseliyordu. Dinlenmek için yere devrilmiş, devasa bir lale ağacının gövdesinin üstüne yatmıştı. Tespih böceklerinin verdiği rahatsızlığı toprağın rutubetine tercih etmişti. Elini köpeğin üstünde tuttu, bekledi. Rollo hırlıyordu. Hayvanın çıkardığı boğuk, sürekli sesi Ian zar zor duyuyor ama kolaylıkla hissedebiliyordu. Köpeğin ses tellerinin oluşturduğu titreşim kolundan yukarı çıkıyor, vücudundaki bütün sinirleri harekete geçiriyordu.


Hiç uyumamıştı -artık geceleri nadiren uyuyordu- sessizce durup gökyüzüne bakmış ve Tanrı’yla her zamanki anlaşmasına kafa yormuştu. Sessizlik Rollo’nun hareketliliğiyle bozulmuştu. Ian yavaşça doğruldu ve bacaklarını çürük kütüğün yanlarından sarkıttı, kalbi artık daha hızlı çarpıyordu. Rollo’nun dikkatli hali değişmedi ama kocaman kafası görülmeyen bir şeyi takip ederek hareket etti. Ay ışığından mahrum bir geceydi; Ian ağaçların belli belirsiz siluetlerini ve gecenin hareketli gölgelerini görebiliyordu ama görünürde başka bir şey yoktu. Sonra onları duydu. Yürüme sesleri. Pek yakından gelmiyordu ama gitgide yaklaşıyordu. Ayağa kalktı ve ağaç reçinesiyle dolu siyah bir göledi andıran zemine ayak bastı. Dilini şaklatır şaklatmaz Rollo hırlamayı bıraktı ve tıpkı kurt babası gibi sessizce onu takip etti. Ian’ın dinlendiği yer bir av yolunu görüyordu ancak yolda yürüyen adamlar avlanmıyorlardı. Beyaz adamlar. İşte bu garipti, hem de fazlasıyla. Onları göremiyordu ama gerek de yoktu; çıkardıkları sesler bunu apaçık belli ediyordu. Seyahat halindeki yerliler sessiz hareket etmezlerdi, Ian’ın yanlarında yaşadığı İskoçyalılar’ın çoğu ise ormanlık alanlarda hayalet kadar sessizce dolanabiliyorlardı – hislerinden herhangi şüphe duymuyordu.

Metal onları ele veriyordu. Atların koşumlarının şıngırtısını, düğmelerin birbirlerine çarpış seslerini, kemer tokalarını ve silah namlularını duyabiliyordu. Çok kalabalıklar. Çok yaklaşmışlardı, kokularını alabiliyordu. Gözleri kapalı bir şekilde biraz ileriye doğru eğildi, ona ipucu verebilecek kokuları daha iyi alabilmeye çalıştı. Hayvan postları taşıyorlardı; Rollo’yu muhtemelen uyarmış olan kurumuş kan ve soğuk kürk kokusunu alabiliyordu artık. Ama gelenler büyük ihtimalle avcı değillerdi, sayıca çok fazlalardı. Avcılar bir-iki kişilik gruplar halinde gezerlerdi. Fakir ve kirli adamlar. Avcılıkla ilgileri yok. Bu mevsimde avlananlara rastlamak kolaydı fakat bu adamlar açlık kokuyorlardı. Ayrıca kötü bir içkinin kokusu da üstlerine sinmişti. İyice yaklaşmışlardı, onun olduğu yere neredeyse üç metre kadar yakınlardı. Rollo hafif bir homurtu çıkardı ve Ian elini bir kez daha köpeğin boynuna koydu ama adamların çıkardığı sesler köpeğin homurtusunu bastırmıştı. Ian geçen adamların sayısını duyduğu ayak seslerinden, mataraların ve mermi kutularının tıkırtılarından, acıdan ve yorgunluklarından dolayı çıkardıkları iniltilerden anlamaya çalıştı.

Yirmi üç adam olduğuna karar verdi, yanlarında bir de yük katırı vardı – hatta iki tane. Dolu eyer sepetlerinin ve aksi nefes alışverişlerinin gürültüsü çok belirgindi. Bu sesler ancak yaptığı işten şikâyet eden katırlardan gelirdi. Adamlar onların orada olduklarını asla anlayamazlardı ama havadaki tuhaf bir esinti Rollo’nun kokusunu katırlara taşıdı. Kulakları sağır edici bir anırtı geceyi yardı ve önündeki orman çarpışma ve korku dolu bağırışların oluşturduğu bir karmaşayla çalkalandı. Tüfekler ardında patladığında Ian koşmaya başlamıştı bile. “A Dhia!” 1 Bir şey kafasına çarptı ve paldır küldür yere düştü. Öldürülmüş müydü? 1Gal. Aman Tanrım! (Ç.N.) Hayır. Rollo endişeli bir şekilde burnunu kulağına soktu. Kafasının içinde bir kovan dolusu arı vızıldıyormuş gibi bir ses vardı, gözlerinin önünde parlak ışık huzmeleri gördü. “Koş! Kaç!” dedi nefes nefese, köpeği ittirerek. “Git buradan! Haydi!” Köpek tereddüt etti, boğazının derinlerinden bir sızlanma sesi yükseldi.

Göremiyordu ama o büyük gövdesiyle saldırmaya karar verip döndüğünü, tekrar vazgeçtiğini hissetti. “Kaç!” Elleri ve dizleri üzerinde doğrulmayı başardı ve köpek sonunda emre itaat edip eğitildiği üzere koşmaya başladı. Ayağa kalkmayı başarabilse bile kaçabilmesi için zaman yoktu. Yüzüstü düştü, elleri ve ayakları ölü yapraklarla dolu toprağa saplandı. Var gücüyle hareket etmeye çalıştı, daha da derine gizlendi. Kürek kemiklerinin arasına bir ayak indi, darbenin etkisiyle çıkan ses yaprakların arasında etkisini yitirdi. Adamlar o kadar çok ses çıkarıyorlardı ki duymaları mümkün değildi. Sırtına basan her kimse farkına varmamıştı. Adam panikle üstünde koşarken onun çürük bir kütük olduğundan şüphe duymamıştı. Tüfek sesleri kesildi. Bağrışmalarsa devam etti ve Ian buna anlam veremedi. Soğuk toprak yanaklarını kaplamıştı, ölü yaprakların kokusu burnundaydı; dümdüz, yüzüstü yattığını biliyordu ama sanki çok sarhoşmuş ve dünya onun etrafında yavaşça dönüyormuş gibi hissediyordu. Başı artık aldığı darbenin ilk acısını atlatmıştı ve fazla acımıyordu fakat kafasını kaldırabileceğini sanmıyordu. Aklına oracıkta ölürse kimsenin bilmeyeceği düşüncesi geldi. Annesinin merak edeceğini, ona ne olduğunu sürekli düşüneceğini fark etti.

Sesler zayıfladı ve daha düzenli bir hal aldı. Hâlâ feryat eden birisi vardı ama emir verir gibi bir vurguya sahipti. Gidiyorlardı. Yavaşça aklına geldi: onlara seslenebilirdi. Eğer beyaz olduğunu görürlerse ona yardım edebilirlerdi. Etmeyebilirlerdi de. Sessiz kaldı. Ölüyor olabilirdi ya da olmayabilirdi. Ölüyorsa ona yardım etmeleri olanaksızdı. Ölmüyorsa da yardıma ihtiyacı yoktu. Eh, bunu ben istedim, değil mi? diye düşündü, Tanrı’yla olan konuşmasına devam ederek. Sanki lale ağacının gövdesinin üstüne yatıp tepesindeki cennetin derinliklerine bakıyormuşçasına sakindi. Bir işaret, demiştim. Fakat elini bu kadar çabuk tutacağını pek tahmin etmemiştim. 2.

Hollandalı’nın Kulübesi Mart 1773 Kulübenin orada olduğunu kimse bilmiyordu, ta ki Kenny Lindsay dereye doğru giderken alevleri fark edene kadar. “Hiç görmeyebilirdim de,” dedi, belki de altıncı defa. “İyi ki karanlık basıyordu. Gündüz olsa hiç fark edemezdim, hiç.” Titreyen elini yüzüne götürdü, gözlerini hâlâ ormanın kıyısında yan yana yatan cesetlerden alamıyordu. “Bunu vahşiler mi yapmış Mac Dubh? Kafa derileri yüzülmemiş gerçi- ” “Hayır.” Jamie is lekeli mendilini küçük, mavi gözlü bir kıza kibarca uzattı. “Hiçbiri yaralanmamış. Onları ortaya çıkardığında dediğin kadarını gördüğünden emin misin?” Lindsay kafasını iki yana salladı, gözlerini kapadı ve şiddetle titredi. Akşamüstüydü, serin bir bahar günüydü ama orada bulunanların hepsi terliyordu. “Bakmadım,” diye yanıt verdi. Benim ellerim buz gibiydi; incelediğim ölü kadının lastiğimsi elleri kadar uyuşuk ve hissizlerdi. Bir günden daha uzun bir süredir ölülerdi; ölü katılığı geçmişti, artık yumuşak ve esneklerdi ama dağın soğuk havası onları şimdiye kadar çürümenin kötü etkilerinden korumuştu. Nefes alışverişim hâlâ zayıftı; havada yanık kokusunun verdiği bir sertlik vardı. Yanmış küçük kulübenin üstünden ara ara buhar bulutları yükseliyordu.

Gözümün kenarıyla, Roger’ın yanındaki bir kütüğe tekme attığını, sonra da eğilip yerden bir şey aldığını gördüm. Kenny güneşin doğmasına uzun saatler kala kapımızı yumruklamış ve bizi sıcak yataklarımızdan kaldırmıştı. Yardım etmek için artık çok geç olduğunu bilmemize rağmen hemen gelmiştik. Fraser Tepesi’ndeki çiftçilerden bazıları da oraya gelmişlerdi; Kenny’nin kardeşi Evan, Fergus ve Ronnie Sinclair’la birlikte ağaçların altında duruyordu. Alçak sesle ve Galce bir şeyler konuşuyorlardı. “Onlara ne olduğunu anladın mı Sassenach?” Jamie yanımda çömeldi, yüzüne endişe hâkimdi. “Ağaçların altındakileri diyorum.” Önümdeki cesedi başıyla gösterdi. “Bu kadını neyin öldürdüğünü anladım.” Kadının uzun eteği rüzgârda dalgalandı. Eteğin altından uzun, çelimsiz bacakları göründü. Ayaklarında tahta tabanlı, deri ayakkabılar vardı. Uzun elleri iki yanındaydı. Uzun bir kadınmış – Brianna kadar olmasa da, diye düşündüm ve gözlerim içgüdüsel olarak kızımın parlak saçlarını aradı. Açıklığın uzak tarafındaki ağaçların dallarında aşağı yukarı sallanıyorlardı.

Kadının önlüğünü yukarıya kaldırıp başını ve gövdesini örttüm. Elleri kıpkırmızıydı, çok çalışmaktan kemikleri çıkmıştı ve avuç içleri de nasırlıydı. Ama kasıklarının sıkılığından ve vücudunun inceliğinden çıkardığım kadarıyla otuz yaşını geçmemişti – çok daha genç olmalıydı. Güzel olup olmadığını ise kimse bilemezdi. “Bence yanarak ölmemiş,” dedim. “Baksana, ayakları ve bacaklarında pek hasar yok. Şömineye düşmüş olmalı. Saçları tutuşmuş, sonra alevler geceliğinin omuzlarına sıçramış. Alevlerin ona ulaşmış olması için duvara veya ateşin geldiği yere yakın bir yerde yatıyor olmalı; ondan geçen alevler bütün kulübeyi yakmış gibi.” Jamie kafasını yavaşça salladı, gözleri hâlâ ölü kadındaydı. “Evet, mantıklı. Peki onları öldüren neydi Sassenach? Ötekiler de biraz yanmış fakat hiçbiri bu kadar değil. Kulübe yanmaya başlamadan önce ölmüş olmalılar, çünkü hiçbiri dışarı çıkamamış. Acaba ölümcül bir hastalık mı?” “Sanmıyorum. Ötekilere tekrar bakayım.

” Yavaşça yüzleri elbiselerle kapatılmış cesetlerin yanlarında dolanmaya başladım. Tek tek derme çatma kefenlerini kaldırıp onları inceledim. O günlerde ölümcül sayılabilecek birçok hastalık vardı – antibiyotik diye bir şey yoktu, ağızdan veya rektumdan çıkan sıvıları analiz edecek bir yöntem de yoktu. Yani basit bir ishal vakası yirmi dört saat içinde öldürebilirdi. Bu tarz vakalara, gördüğümde kolayca tanıyabilecek kadar çok rastlamıştım; tıpkı her doktor gibi ve ben de yirmi yıldır doktorluk yapıyordum. Bu yüzyılda, ara ara, kendi yüzyılımda karşılaşamayacağım şeyler görüyordum -özellikle tropikal yerlerden gelen kölelerin taşıdığı berbat parazit hastalıkları- ama bu zavallı ruhların sonunu getiren parazitler değildi. Bildiğim hiçbir hastalık kurbanlarında böyle izler bırakmazdı. Tüm cesetler -yanmış kadın, daha yaşlı bir kadın ve üç çocuk- yanan evin duvarlarının içinde bulunmuşlardı. Kenny onları çatı çökmeden hemen önce dışarı çıkarmış ve yardım çağırmaya gitmişti. Hepsi yangın başlamadan ölmüştü; hepsi aynı anda ölmüş olmalılardı, o halde kadın şömineye doğru düştüğünde mi yangın başlamıştı? Kurbanlar devasa bir alaçamın dallarının altına düzgün bir şekilde dizilmişlerdi. Adamlar yakında bir yandan mezar kazmakla meşgullerdi. Brianna en küçük kızın yanında duruyordu, kafasını eğmişti. Küçük vücudun yanına çömeldim, o da benim karşıma diz çöktü. “Neden ölmüşler?” diye sordu. “Zehir mi?” Ona şaşkınlıkla baktım.

“Sanırım. Sen neden öyle düşündün?” Küçük kızın maviye çalan yüzünü işaret etti. Kızın gözlerini kapatmaya çalışmıştı ama gözleri kapaklarının altında pörtlemişlerdi. Kızın yüzünde bir dehşet ifadesi vardı. Yüz hatları ızdırapla çarpılmıştı, ağzının kenarlarında da kusmuk kalıntıları vardı. “Kız İzcileri el kitabı,” dedi Brianna. Adamlara göz attı ama kimse bizi duyabilecek kadar yakında değildi. Ağzı titredi, bakışlarını kızın bedeninden kaçırdı. “Garip mantarları asla yemeyin,” diye alıntı yaptı. “Birçok zehirli tür vardır ve onları ayırt etmek uzmanların işidir. Bunları Roger bulmuş, şuradaki kütüğün yanında bir çember şekilde bitmişler.” Nemli, etli başlar, soluk kahverengi rengin üstünde beyaz noktalar ve alaçamın gölgesinde neredeyse fosforluymuş gibi görünecek kadar soluk, ince bir gövde. Ölümcüllüklerini gizleyen hoş bir görünüm. “Zehirli panter mantarı,” dedim, kendi kendime konuşurcasına alçak bir sesle ve sonra birini avucundan nazikçe aldım. “Agaricus pantherinus, birisi onlara düzgün bir isim vermeye karar verdiğinde böyle denecek.

Pantherinus, çünkü çok hızlı öldürürler – panter saldırısı gibi.” Brianna’nın kolundaki tüylerin diken diken olduğunu görebiliyordum. Yumuşak, kırmızıaltın rengi tüyleri havaya kalkmıştı. Elini çevirdi ve avucundaki diğer mantarları yere bıraktı. “Aklı başında olan kim zehirli mantar yer ki?” diye sordu, elini eteğine silerken. “Bilgili olmayan insanlar. Aç insanlar belki de,” diye yumuşak bir cevap verdim. Sonra küçük kızın elini tuttum ve ön kolundaki zarif kemikleri inceledim. Karnı şişmişti, nedeni yanlış beslenme veya ölüm sonrası olaylardan biri olabilirdi – ama kızın köprücük kemikleri oldukça belirgindi. Bütün cesetler cılızdı fakat aşırı zayıf da değillerdi. Kafamı kaldırdım ve kulübenin üstündeki dağlık alanın oluşturduğu lacivert gölgelere baktım. Yağmacılık için yılın erken aylarındaydık ama ormanda bolca yiyecek bulunduğu söylenebilirdi – tabii onları bulabilecek olanlar için. Jamie geldi ve yanıma diz çöktü. Kocaman elini sırtıma koydu. Soğuğa rağmen boynundan aşağı bir ter damlası indi, şakaklarındaki kestane rengi saçlar daha koyuydu.

“Mezar hazır,” dedi kısık sesle, sanki çocuğu korkutmaktan çekinirmiş gibi. “Çocuğu öldüren bunlar mıymış?” Yere dağılmış mantarları kafasıyla işaret etti. “Sanıyorum ve diğerlerini de. Etrafa baktın mı? Kim olduklarını bilen var mı?” Kafasını iki yana salladı. “İngiliz değiller, giysileri bunu gösteriyor. Almanlar kesinlikle Salem’e giderlerdi; bir klana aitlermiş, kendilerine ait bir yer edinme niyetleri de yokmuş gibi duruyor. Belki de Hollandalılar’dır.” Kafasıyla yaşlı kadının ayağındaki oyulmuş ahşap ayakkabıları gösterdi. Uzun süredir giyilmiş gibilerdi, çatlamış ve yıpranmışlardı. “İçeride kitap veya yazma gibi bir şey yok, yangından önce vardıysa bile. İsimleriyle ilgili bir şey bulamadım ama- ” “Uzun süredir burada değillermiş.” Kalın, çatallı bir ses gelince kafamı kaldırdım. Roger gelmişti; Brianna’nın yanına çöktü ve kulübenin tüten kalıntılarını kafasıyla işaret etti. Yakınlarında bir yere küçük bir bahçe yapılmaya çalışılmıştı ama bitkilerin güdük boyları onların henüz filiz olduklarını gösteriyordu. Kırılgan yapraklarıyla gevşek duruyorlardı ve don yüzünden kararmışlardı.

Etrafta ne bir ahır, ne bir hayvandan eser yoktu. “Yeni göçmüşler,” dedi Roger yumuşak bir sesle. “Aralarında köle yok, ailelermiş. Ev dışı işlere de alışık değillermiş; kadının elleri su toplamış ve yeni yaraları var.” Kendi geniş elini dizinde gezdirdi; avuç içleri tıpkı Jamie’ninkiler gibi nasır tutmuştu, oysa bir zamanlar narin ciltli bir araştırmacıydı. Aldığı disiplin sırasında çektiği acılar aklına geldi. “Acaba arkalarında birilerini bıraktılar mı? Yani Avrupa’da,” diye mırıldandı Brianna. Küçük kızın alnındaki sarı saçları düzeltti ve mendili tekrar yüzüne örttü. Yutkunurken boğazının hareketini görmüştüm. “Onlara ne olduğunu asla bilemeyecekler.” “Hayır.” Jamie birden ayağa kalktı. “Tanrı’nın aptalları koruduğunu söylerler ama bence kendisinin bile bazen sabrı tükeniyordur.” Sonra döndü ve Lindsay’yle Sinclair’e bir şey işaret etti. “Adamı arayın,” dedi Lindsay’ye ve bütün kafalar ona doğru döndü.

“Adam mı?” dedi Roger, sonra da kulübenin kalıntılarına bakınca ne kastedildiğini anladı. “Ah, kulübeyi inşa eden.” “Kadınlar da yapmış olabilir,” dedi Bree, çenesini kaldırarak. “Sen yapabilirdin, evet,” dedi Roger, karısına uzun bir bakış atarken ağzının kenarı seğirdi. Brianna Jamie’ye yalnızca renk bakımından benzemiyordu; çoraplı bacakları onu bir metre seksen santim uzunluğuna eriştiriyordu ve babasının endamlı kuvveti onda da mevcuttu. “Belki de yapabilirlerdi ama onlar yapmamış,” dedi Jamie. Kafasıyla binanın iskeletini işaret etti, birkaç mobilyanın kalıntısı hâlâ oradaydı ama kırılgan haldeydiler. Oraya bakarken akşam esintisi geldi, harabeyi süpürdü ve bir taburenin gölgesi sessizce küllere, islere dönüp yerdeki tozların içine karıştı. “Ne demek istedin?” diyerek Jamie’nin yanına dikildim, gözlerimi eve çevirmiştim. Kulübeyi oluşturan kütüklerin çoğu etrafa saçılmış olmasına rağmen, harap olmuş duvarların kalıntıları ve yakacaklar hâlâ oldukları yerdeydi; bunlar dışında evin içinde bir şey kalmamıştı. “Hiç metal yok,” diye yanıt verdi, kararmış şömineyi başıyla göstererek. Orada sıcaktan ikiye bölünmüş bir kazanın kalıntısı yerde duruyordu. İçindekiler buharlaşmıştı. “Çanak yok ve bu kazan da taşınamayacak kadar ağır. Alet yok.

Bıçak yok, testere yok. Burayı inşa eden her kimse onda bu aletlerden birkaçının olması gerekiyor.” Doğru söylüyordu; kütükler soyulmamışlardı ama dipleri ve üzerlerindeki çentikler bunların testere marifetiyle kesildiğini gösteriyordu. Roger kaşlarını çatarak uzun bir çam dalı aldı ve ortalıkta alet olmadığına emin olmak için küllerle molozların içini deşmeye başladı. Kenny Lindsay ve Sinclair uğraşmadılar; Jamie onlara bir adam aramalarını söylemişti, onlar da hemen o işe koyuldular ve ormanın içine girip gözden kayboldular. Fergus onlarla gitti; Evan Lindsay, kardeşi Murdo ve McGillivrayler ise bir höyük oluşturmak için taş toplama işine başladılar. “Eğer yanlarında bir adam varsa, onları bırakmış mı yani?” diye mırıldandı Brianna, bakışlarını babasının üstünden yan yana yatan cesetlere kaydırırken. “Belki de bu kadın o olmadan hayatta kalamayacaklarını düşünmüştü?” Yani öyle düşünüp kendisinin ve çocuklarının soğuktan ve açlıktan dolayı acı çekerek ölmesindense bilerek zehirli mantar mı kullanmıştı? “Adam onları bırakmış ve bütün aletleri yanında mı götürmüş? Tanrım, umarım öyle olmamıştır.” Aklıma bu düşünce gelince istavroz çıkardım. Dediğini düşündüm ama hemen şüpheye düştüm. “Öyle olsa çıkıp yardım aramazlar mıydı? Yanlarında çocuklar olsa da… karların çoğu eridi.” Artık yalnızca dağların yüksek tepeleri karla kaplıydı. Ayak izleri ve yokuşlar ıslak, kayganlardı ama en az bir aydır yürünebilecek haldeydiler. “Adamı buldum,” dedi Roger, düşüncelerimi yarıda keserek. Çok sakince konuşmuştu ama duraksayıp boğazını temizledi.

“İşte, işte burada.” Güneş ışığı zayıflamaya başlamıştı ama adamın yüzündeki solgunluğu fark edebilmiştim. Yanan bir duvarın kütüklerinin altında sıkışmış bedeninin kıvrılmış halini gören herkes duraksardı. Siyaha çalan bir renkteki elleri, yangında ölen birçok kişi gibi bir boksörün savunma pozundaki gibi yüz hizasındaydı. Bu cesedin bir erkeğe ait olduğunu anlamak bile çok zordu. Yine de cesedin bir erkeğe ait olduğuna emindim. Yeni cesedin kimliği hakkındaki iç tartışmam ormanın kenarından gelen bir sesle kesildi. “Onları bulduk lordum!” Cesedin başındaki düşünceli kalabalık kafalarını oraya çevirdi. Fergus ormanın kenarında el sallıyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Merhaba,
    Geçmişin Çağrısı kitabını sitenize yükler misiniz? Tşk.