Diana Gabaldon – Kar ve Kul 2

Jamie’nin zindana tek başına gidip Donner’ı görebilmesi için uğraşmasına izin verdim; benim varlığım olmadığı takdirde her şeyin daha kolay ilerleyeceği konusunda beni ikna etmeyi başarmıştı. Benim de Cross Creek’te yapmam gereken işler olduğu için çok itiraz etmedim. Her zamanki gibi tuz, şeker gibi ev ihtiyaçlarını karşılamanın yanı sıra, Lizzie için biraz daha kınakına kabuğu bulmalıydım. Çobanpüskülü merhemi sıtma krizlerinin tedavisinde işe yaramıştı ama onları engellemek için cizvit kabuğu kadar etkili değildi. İngiltere’nin ticari kısıtlamaları etkilerini göstermeye başlamıştı. Etrafta çay bulunamıyordu -gerçi bunu bekliyordum; kaynaklar bir yıldır kısıtlıydı- ama buna şekerin de eklenmesi çok kötü olmuştu. Bulunduran bir-iki yer de fahiş fiyat talep ediyordu. Çelik iğne ise hiçbir yerde yoktu. Ama tuz vardı. Sepetimde yarım kilo tuzla rıhtımdan yukarı çıkmaya başladım. Hava hem sıcak hem nemliydi; nehrin hafif esintisinden uzaktayken hava insanın üstüne çöküyor gibiydi. Çuval bezinden çantaların içindeki tuzlar sertleşmişti, bu yüzden tüccar bana keserek verdi. Ian’la Fergus’un işlerinin nasıl gittiğini merak ettim; aklımda genelevler ve sakinleri hakkında bir şeyler vardı ama dillendirmenin zamanı gelmemişti. Yolun iki kenarına karşılıklı dikilmiş büyük akçaağaçların oluşturduğu gölgelerle gözüme hayli cazip gelen bir yan sokağa saptım ve kendimi toplam on hanelik bir popüler bölge olan Cross Creek’in hemen kenarında buldum. Bulunduğum yerden Doktor Fentiman’ın mütevazı sayılabilecek evini, padavra kaplı çatısındaki eskülapı görebiliyordum.


Seslendiğimde doktor orada değildi ama hizmetçisi -ince, sade hatlara sahip ama fena halde şaşı olan bir kadın- beni içeri aldı ve muayenehaneye kadar eşlik etti. Oda şaşırtıcı bir serinlik ve tatlılığa sahipti. Geniş pencereleri, yerde mavi ve sarı ekoseleri olan yıpranmış kanvas kumaşı, bir masası, iki tane rahat koltuğu ve hastaların muayenesi için de bir şezlongu vardı. Masada duran mikroskobu gördüğümde kendimi tutamadım, bir göz attım. Güzel bir aygıttı ama benimki kadar iyi değildi. Diğer eşyaları konusunda da müthiş bir meraka sahiptim. Dolaplarını karıştırıp doktorun misafirperverliğini suiistimal etmek üzereyken teşrif etti. Brendi etkisi altında, mutlu bir havadaydı. Kendi kendine neşeyle mırıldanıyordu, şapkasını koltuk altına almış, eskimiş iş çantasını da diğer kolunda taşıyordu. Beni görünce bunları umursamazca yere bıraktı, geniş bir gülümsemeyle içtenlikle elimi sıktı. Reveransını yaptı, elimi nazikçe öptü. “Bayan Fraser! Hanımefendi sizi gördüğüme çok sevindim! Bir rahatsızlığınız yoktur umarım?” Nefesindeki alkol yüzünden kendimden geçmem mümkündü aslında ama bozuntuya vermedim. Gayet iyi olduğumu, ailemin de iyi olduğunu söylemekle yetindim. “Harikulade, harikulade,” dedi kendini aniden bir taburenin üstüne bırakarak, sonra da ağzını kulaklarına kadar açmaya kendi içinde yemin etmişçesine sırıttı ve tütün lekeli azı dişlerini sergiledi. Kafasına büyük gelen peruğunun altından, çaydanlık örtüsü altında kalmış bir fare gibi bakıyordu ama bunun farkında gibi değildi.

“Harika, harika, ha-ri-ka!” Eliyle yaptığı belirsiz hareketi bir davet olarak algıladım ve ben de oturdum. Doktoru yumuşatmak için ona küçük bir hediye getirmiştim, sepetimden çıkardım – ama doğrusunu söylemek gerekirse, yumuşamak için bu küçük jestime hiç ihtiyacı yoktu. Yine de hediyemi gördüğüne çok sevindi – bir göz küresiydi bu. Genç Ian, Yanceyville’deki bir kavgadan sonra benim için yanında getirmişti; elime alır almaz, hemen alkol içine koymuştum. Doktorun nelerden hoşlandığını duyduğum için, ona getirmeyi akıl etmiştim. Gerçekten hoşuna gitti, bir süre daha, “Harika, harikulade!” demeyi sürdürdü. Sonunda durdu, gözlerini kırpıştırdı ve kavanozu ışığa tutup çevirdi. Büyük bir hayranlıkla bakıyordu. “Harika,” dedi son bir kez. “Koleksiyonumda çok kıymetli bir yeri olacak Bayan Fraser!” “Koleksiyonunuz mu var?” dedim büyük bir ilgiyle. Daha önce duymuştum. “Evet, evet! Görmeyi arzu eder miydiniz?” Reddetme şansım yoktu; ayağa kalkmış, çalışma odasının arka tarafındaki bir kapıya doğru yalpalayarak yürümeye başlamıştı. Rafları otuz-kırk civarında, içi alkollü sıvıyla dolu cam kaplarla işgal edilmiş, büyük bir dolaba vardık. Bu ilginç kapların yarısı gülünç ve kaba şeylerle doluyken, diğerleri gerçekten ürkütücü görünüyordu. Üstünde renk ve boyut olarak şapkalı mantarı andıran bir şişliğin olduğu başparmağı, ardından sahibi yaşarken kesildiği yaranın iyileşerek kapanmış olmasından belli olan yarık bir dili, altı bacaklı bir kediyi, şekli hayli bozuk bir beyni (“Asılmış bir mahkumdan alınma,” diye gururla beni bilgilendirdi.

“Şaşırmadım,” diye kendi kendime mırıldandım, Donner’ı ve içine düştüğü durumu düşünerek) ve çoğu ölü doğmuş olan, değişik, berbat şekil bozukluklarına sahip fetüsleri gösterdi. “Bu,” dedi, titrek elleriyle büyük bir cam kavanozu indirirken, “koleksiyonumun en kıymetli parçasıdır. Çok kıymetli bir Alman meslektaşım olan Doktor Blumenbach ki kendisi dünyaca bilinen bir kafatası koleksiyonuna sahiptir, beni bundan ayırabilmek için elinden geleni ardına koymamakta!” “Bu” dediği, kafa derisi yüzülmüş, omurgasıyla birlikte muhafaza edilmekte olan, iki kafalı bir fetüs idi. Başka bir deyişle, çocuk doğurma çağına gelmiş bütün kadınları seks yapmaya tövbe ettirmek için bulunmaz bir silahtı. Bütün iğrençliğine rağmen doktorun koleksiyonu, adamla konuşacağım konunun açılmasına yardımcı oldu. “Gerçekten inanılmaz bir şey,” dedim, sıvı içinde yüzen kafataslarını incelemeye çok meraklıymışım gibi kavanoza bakarak. Kafatasları ayrık ve eksiksizdi, görebiliyordum; bölünmüş olan omurilikti, bembeyaz kafatasları bu yüzden sıvının içinde yan yana, birbirlerine hafifçe dokunarak duruyorlardı. Sanki fısıldaşırlarmış gibi duran kafalar, kavanoz sallandığı zaman hafifçe titreşerek birbirlerinden biraz uzaklaşıyorlardı. “Böyle bir şey nasıl mümkün olabiliyor acaba?” “Anne çok kötü bir şok geçirmiş, besbelli,” dedi Doktor Fentiman. “Bebek bekleyen kadınlar, her türlü strese karşı aşırı hassasiyet gösterirler, bilirsiniz. Rahat ettirilmeli, dertleri hafifletilmelidir.” “Öyledir tabii,” dedim alçak sesle. “Ama biliyorsunuz ki,” diye normal sesle devam ettim, “bazı şekil bozuklukları -şundaki gibi- annenin frengi hastası olmasından kaynaklanıyor bence.” Öyleydi gerçekten; şekli bozulmuş çeneyi, dar kafatasını, burnun göçüklüğünü hemen tanımıştım. Çocuk derisiyle birlikte muhafaza edilmişti, kavanozunda huzurla uyuyordu.

Büyüklüğü ve saçlarının azlığı düşünüldüğünde, prematüre olma ihtimali artıyordu; zavallıcığın canlı doğmamış olmasını umdum. “Fre- frengi,” diye tekrarladı doktor, hafifçe sallanarak. “Tabii. Evet, evet. Bu küçük yaratığı zaten… ee…” O anda, frenginin bir kadınla tartışılmayacak kadar nahoş bir konu olduğu aklına gelmiş olmalıydı. İki kafalı çocuklar hakkında herhangi bir ahlaki sorun yoktu ama konu zührevi hastalıklara gelince her şey değişiyordu. Dolaptaki kavanozlardan birinde, fil hastalığından muzdarip bir zenci testisi gördüğümden hemen hemen emindim ve bunu bana göstermeye kalkışmamıştı. “Bir fahişeden miydi acaba?” diye sordum tatlılıkla. “Evet, sanırım öyle kadınların arasında böyle şanssızlıklar daha sık görülüyor.” Ama adam bu konudan uzaklaşmak için can atıyordu. “Hayır, hayır. Aslında- ” Duyulmaktan korkuyormuş gibi omzunun üstünden arkasına baktı, sonra bana doğru eğildi, çatallanan bir sesle fısıldadı. “Bu numuneyi Londra’daki bir meslektaşımdan yıllar önce almıştım. Yabancı bir asilzadenin çocuğu olduğunu sanıyorum.” “Yaa…” dedim, bunu duyduğuma şaşırmıştım.

“Ne kadar… ilginçmiş.” Bu rahatsız anda hizmetçi elinde çayla içeri girdi -gerçi getirdiği şey, papatya ve bir şeyin iğrenç karışımı olduğu için çay denebilir miydi emin değilim- ve sohbet sosyal bir havaya büründü. Adamı istediğim konuya çekemeden çayın onu ayıltmasından korkuyordum, neyse ki tepside ayrıca bir sürahi de Bordeaux şarabı vardı. Masada kalan kavanozlara hayran hayran bakarak tekrar medikal konulara geçiş yapmayı denemeye karar verdim. En yakınımdakinin içinde bir el vardı; bu elde öyle bir Dupuytren kontraktürü vakası vardı ki bütün parmaklar kasılmaktan iç içe geçmişti. Tom Christie’nin bunu görmesini isterdim doğrusu. Ameliyatından beri bana görünmüyordu ama bildiğim kadarıyla eli iyi durumdaydı. “İnsan vücudunun sergilediği hastalıklar gerçekten olağanüstü, öyle değil mi?” dedim. Kafasını iki yana salladı. Peruğunun aldığı şekli fark etmişti, onu düzeltti. Onun altındaki kırışık dolu yüzü, ağırbaşlı bir şempanzeninkine benziyordu – burnunun üstündeki kızarık kılcal damarların oluşturduğu manzara hariç. “Olağanüstü, evet,” dedi lafımı tekrar ederek. “Ancak daha da olağanüstü olanı, bu durumlarla karşılaşan vücutlarımızın verdiği tepkiler.” Doğru söylemişti ama üstüne gitmek istediğim konu bu değildi. “Öyle ama—” “Size gösteremediğim bir parça var ve bu konuda gerçekten çok üzgünüm – koleksiyonuma müthiş bir katkı yapmış olurdu, emin olun! Parçanın sahibi olan beyefendi onu yanına almakta ısrarcı oldu da.

” “Bey- nasıl?” Eh, kendi zaman dilimimde, ameliyattan çıkardığım çocuklara, onlardan aldığım apandisleri, bademcikleri bir kavanozun içinde teslim etmişliğim vardı. Demek ki hastaların kesilmiş organlarını beraberlerinde götürme istekleri benim dönemime özgü değildi. “Evet, çok ilgi çekiciydi.” Şaraptan yavaş, zevk dolu bir yudum aldı. “Bir testisti buumarım bahsederek sizi rahatsız etmiyorumdur,” diye ekledi biraz gecikerek. Duraksadı, düşündü ama dayanamadı ve devam etti. “Beyefendinin testisinde bir yara vardı, çok talihsiz bir durumdu.” “Öyleymiş,” dedim, ensemdeki tüylerin diken diken olduğunu hissederek. Jocasta’nın gizemli ziyaretçisi miydi bu adam? Zihnimin kontrolünü kaybetmek istemediğim için şaraptan uzak durmuştum ama kadehe biraz doldurdum, ihtiyacım olduğunu hissetmiştim. “Bu talihsizliğin nasıl başına geldiğini anlattı mı?” “Anlattı, evet. Bir av kazasıymış, öyle dedi. Tabii hep öyle derler, değil mi?” Gözleri parıldadı, burnunun ucu kıpkırmızı olmuştu. “Bu bir düelloydu sanırım. Kıskanç bir rakibin işi olsa gerek!” “Olabilir.” Düello mu? diye düşündüm.

Hâlbuki o zamanın düellolarının çoğu tabancayla yapılırdı, kılıçla değil. Şarap gerçekten iyiydi, beni hemen sakinleştirmişti. “Siz de… ee… testisi aldınız yani?” Koleksiyonuna katmayı bu kadar istediyse öyle yapmış olmalıydı. “Evet,” dedi ve anısıyla hafifçe titredi. “Kurşun yarası uzun süre ihmal edilmişti; birkaç gün önce olduğunu söyledi adam. Yaralı testisi almak zorundaydım ama neyse ki ötekini kurtarmayı başardım.” “Çok sevinmiştir, eminim.” Kurşun yarası mı? Değildir, diyordum… Olamazdı… Ama bir yandan da… “Bu olay yakında mı oldu?” “Ee, hayır.” Sandalyesiyle arkaya doğru kaykıldı, hatırlamaya çalışırken gözlerini hafifçe şaşı yaptı. “İki yıl önceydi, ilkbahardaydı, Mayıs ayı mıydı? Sanıyorum öyleydi, evet.” “Acaba bu beyefendinin adı Bonnet olabilir mi?” Sesimin o kadar normal çıkmasına ben de şaşırdım. “Stephen Bonnet adında birinin böyle bir… kaza yaşadığını duymuştum sanırım.” “Ee, bilirsiniz, böyle hastalar utanç verici hastalıklarını başkalarının duymaması için genellikle isimlerini vermekten kaçınırlar. Ben de bu durumlarda ısrar etmem.” “Ama onu hatırlıyorsunuz.

” O anda koltuğumun ucunda oturduğumu, şarap kadehimi sımsıkı tuttuğumu fark ettim. Kadehi masaya bıraktım. “Hı-hı.” Lanet olsun, adam uyuşuklaşmaya başlamıştı. Göz kapaklarının düşmeye başladığını görebiliyordum. “Uzun boylu, iyi giyimli bir beyefendiydi. Çok güzeldi… atı çok güzeldi.” “Biraz daha çay alır mıydınız Doktor Fentiman?” Hemen bir fincan daha koydum, onu ayık tutmam şarttı. “Biraz daha anlatın. Ameliyat çok hassas bir süreç olmalı herhalde?” Erkekler, doğal olarak, testislerin alınmasının çok kolay bir işlem olduğunu asla duymak istemezler ama bu bir gerçektir. Tabii hastanın operasyon sırasında uyanık olması durumu işleri çok kötü bir hale sokabiliyor. Fentiman biraz canlandı, anlatmaya devam etti. “… ve kurşun testisin dosdoğru içinden geçmişti; arkasında kusursuz bir delik… arasından bakabiliyordunuz, emin olun.” Bu enteresan numuneyi kaybetmiş olmaktan dolayı büyük üzüntü duyduğu bir gerçekti, o numunenin sahibine neler olduğunu anlatması da belki de bu yüzden biraz acılı bir süreçti. “Tuhaf bir olaydı gerçekten.

Bu at, işte, güzelim at…” dedi baygınca. “Uzun, bir genç kızınkiler gibi capcanlı saçları vardı.” Simsiyah bir atmış. Hastanın hiç parası olmadığını göz önünde bulundurunca, doktor bu hayvanı çiftçi Phillip Wylie’ye satmasını önermiş – zaten bir süre rahat rahat at süremeyeceğini anlatmış. Adam bunu kabul etmiş ve doktordan çiftçiyle görüşmesini istemiş; Wylie de mahkeme işleri için şehirdeymiş. Doktor Fentiman da öyle yapmış, hastasını şezlongun üstünde, afyon ruhuyla sakinleştirilmiş halde bırakıp adamın yanına gitmiş. Philip Wylie atla ilgilendiğini söylemiş, (“Evet, demiştir tabii,” dedim ama doktor duymadı) hemen gelip görmek istemiş. Doktor adamla birlikte geri döndüğünde atın hâlâ orada olduğunu fakat hastanın kayıplara karıştığını görmüş; adam altı gümüş kaşık, bir enfiye kutusu, bir afyon ruhu dolu şişe ve doktorun evdeki bütün parası olan altı şilini de yanında götürmüş. “Nasıl yapabildiğini hayal bile edemiyorum,” dedi Fentiman, gözlerini büyüterek. “Hem de öyle bir durumda!” Hakkını vermeliyim ki çaldıklarından çok hastanın sağlığından üzüntü duymuş gibiydi sesi. Fentiman iflah olmaz bir alkolikti, onu tamamen ayık görmek imkânsızdı – ama kötü bir doktor değildi. “Yine de,” diye ekledi düşünceli bir edayla, “sonu güzel bitiyorsa gerisi de güzeldir, değil mi hanımefendi?” Bunu diyerek Philip Wylie’nin at için ödediği ücretle kaybettiklerini fazlasıyla telafi ettiğini, kârının hayli fazla olduğunu belirtti. “Aynen öyle,” dedim, Jamie’nin bu haberi nasıl karşılayacağını merak ederek. Bu aygırı River Run’daki acımasız bir kart oyununda Philip Wylie’den kazanmıştı – atın Lucas olduğundan şüphem yoktu. Ama bu at, birkaç saat sonra Stephen Bonnet tarafından çalınmıştı.

Büyük resme bakınca, Jamie atın kendi himayesinde olmasa da emin ellerde olmasından mutluluk duyardı. Fentiman artık resmen esniyordu. Sulu gözlerini kırpıştırdı, üstünde bir mendil olup olmadığına baktı, sonra da sandalyesinin yanına, yere attığı çantasını karıştırmak için eğildi. Kendi mendilimi ona uzatmak için eğilmiştim ki açık çantanın içinde onları gördüm. “Şunlar nedir?” diye sordum işaret ederek. Ne olduklarını elbette görebiliyordum; merak ettiğim onları nereden bulduğuydu. Pirinç şırıngalardı bunlar, çok güzel, iki tane şırınga. İkisi de iki parçadan oluşuyordu: kavisli tutma yerleri olan piston ve oldukça uzun, ucu küt olan bir iğneye doğru incelen silindir bir tüp. “Ee- şu- bir gün… yani…” Ne diyeceğini fena halde şaşırmıştı, tuvalette sigara içerken yakalanmış bir liseli gibi kekeliyordu. Sonra aklına bir şey geldi, rahatladı. “Kulak,” dedi, garip, değişken bir tonla. “Kulak temizlemek için. Tabii, bu işe yararlar, elbette. Kulak lavmanları!” “Yaa, öyle mi?” Bir tanesini elime aldım; beni durdurmaya kalkıştı ama refleksleri yavaşlamıştı. Kolumun ucuna yetişebildi ancak.

“Ne kadar dâhiyane bir icat,” dedim, pistonu ittirerek. Biraz ağır ilerliyordu fakat kötü değildi – alternatifi, ucunda bir yılan dişi olan deri bir tüp olunca mucizevi sayılırdı. Böyle kör, küt bir ucun zorluk çıkaracağı da kesindi tabii ama keskinleştirmek zor olmamalıydı. “Nereden edindiniz bunları? Bir tane de kendim için almayı çok isterim doğrusu.” Bana berbat bir korkuyla, ağzı açık halde baktı. “Ah…aa…ama hiç sanmıyorum ki…” diye yakınmaya başladı. Tam o anda hizmetçisi yine kapıda beliriverdi. “Bay Brennan karısı için geldi,” dedi kısaca. “Yaa!” Doktor Fentiman hemen ayağa kalktı, çantasını sertçe kapadı ve havaya kaldırdı. “Kusuruma bakmayın, sevgili Bayan Fraser… gitmeliyim… çok acil ve mühim bir şey. Sizi gördüğüme çok mutlu oldum!” Çantasını göğsünün üstünde kucaklayarak hemen dışarı çıktı, telaş içinde yerdeki şapkasını ezdi. Hizmetçi şapkayı büyük bir isteksizlikle yerden aldı ve yumruk darbesiyle şeklini düzeltti. “Daha oturacak mısınız hanımefendi?” diye sordu ama sesinin tonuyla artık oturamayacağımı belirtmişti. “Hayır, kalkıyorum,” dedim. “Ama… acaba” -avcumun içindeki pirinç şırıngayı gösterdim-“bunun ne olduğunu biliyor musun ya da doktorun bunu nereden aldığını?” Hangi yöne baktığını tam olarak anlamak çok zordu ama incelemek istermiş gibi kafasını eğdi.

Yüz ifadesi, sanki bayatladığı için indirime girmiş olan bir mala bakıyormuş gibiydi. “Hmm, o… Evet, hanımefendi, o bir penis şırıngası. Sanıyorum Philadelphia’dan getirtti.” “A… şey… penis şırıngası demek,” dedim, gözlerimi kırpıştırarak. “Evet efendim. Bel soğukluğu ya da frengi akıntıları için. Doktor ara ara Bayan Silvie’nin mekânına gidenleri tedavi etmeye çabalıyor da…” Derin bir nefes aldım. “Bayan Silvie… Acaba bu… hanımefendinin işletmesi nerede, biliyor musun?” “Silas Jameson’ın lokantasının arkasında,” dedi ve bana ilk kez şüpheli bir şekilde baktı. Sanki bunu bilmediğim için ne kadar ahmak olabileceğimi ölçmeye çalışıyordu. “Başka bir şeye ihtiyacınız var mı?” “Hayır,” dedim. “Çok yardımcı oldun, sağ ol!” Penis şırıngasını geri vermek için bir an uzandım ama sonra içgüdülerim beni durdurdu. Doktorda iki tane vardı sonuçta. “Bunun için sana bir şilin vereyim,” dedim, bana daha yakın bir yere bakan göze hitap ederek. “Olur,” dedi kadın hemen. Biraz duraksadıktan sonra ekledi: “Bunu eğer kocanız üstünde kullanacaksanız, adamı önce kör kütük sarhoş etmeye bakın.

” *** Böylece ilk işimi bitirmiştim ancak artık yeni bir olasılığı değerlendirmeliydim, sonra da Bayan Silvie’nin adı çıkmış evini basacaktım. Bir camcıyı ziyaret edip, çizimler göstererek hipodermik bir şırınga yapıp yapamayacağını sormayı planlamıştım. Ucundan sıvı akıtacak iğne işini Bree’ye bırakmıştım. Ne yazık ki Cross Creek’teki tek camcı şişe, sürahi ve kupalardaki başarısını bu işte gösterebilecek yeteneğe sahip değildi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir