Doğan Yarıcı – Her Aşk Gibi Yarım

Anlatıcı (dış ses): Beykoz çayırı mesire yerindeyiz. Güzel bir akşamüstü. Hava henüz kararmaya başlamış. Özellikle yaz aylarında çevre sakinlerinin akın akın ziyarete geldiği, piknik yaptığı, kazanların kaynadığı, satıcıların mevsimine göre birbirinden lezzetli mısır, kestane, macun, pamukhelva, kağıthelva, dondurma, düdüklü şeker, balon sattığı, çocukların kavalamaca oynadığı, tek kale maçların yapıldığı, yeniyetme kızların ve oğlanların fink attığı, salıncakların asıldığı, beşikierin sallandığı, mangaZların semaverierin tüttüğü, kilimdi döşekti dört bir yana renk renk yayılıp serildi ği, gondolu pek rağbet gören lunaparkının aylarca kurulu kaldığı, çok ayrılığa çokça tanışmaya şahit olmuş, çevresi asırlık çınarlarla çevrili, yemyeşil çimenlerle kaplı, İstanbul’un en geniş, meşhur mesire yeri, şimdi bomboş … Ortalıkta kimse yok! Bu koca Beykoz çayırında, hem de bu saatte, bir insan yok. Fakat, ilginçtir, bu devasa yeşil alan alabildiğince sandalyeyle dolmuş, yan yana kıçın kıçın omuz omuza eğreti sıralanmış. Önden başlayıp ufukta kaybolana dek yüzleri bize dönük sıralanan sandalyeler yetmemiş, koltuk kanepe tabure makam koltuğu sedir divan park banklarıyla devam edilmiş. Beykoz’daki bütün kahvehanelerden, çay bahçelerinden toplanan tahta sandalyeler burada. Evierden getirilen eski yeni, hasır ahşap dökme bükme demir sandalyeler, berjer koltuklar, kadife pazen tafta kaplı kanepeler de bu sıralarda yerini almış. Sahildeki eski banklar sökülüp getirilmiş, sünnet tahtları, hastane yatakları, sedye bile var. Şöyle bir baktığımızda azıcık yükselerek, burada yaşayan yüzlerce hayat, yüzlerce zevk, yüzlerce huy suy, sahipleri olmaksızın mesire yerini hıncahınç doldurmuş. Bütün bu boş sandalyelerin, oturulacak türlü tuhaf eş9 yanın hepsi de yüzünü iki koca çınarda gerili duran büyük beyaz bir perdeye dönmüş. Onlarca eski yeni yatak çarşafının orasından burasından birbirine dikilip eklenmesiyle oluşturulmuş perde, dört bir yanından iki koca çınara tutunup geriise de, akşam rüzgarının vurmasıyla hafif hafif salınıyor. Hikfıyemizi anlatmaya burada başlıyoruz. Anlatmaya burada başlıyoruz fakat saklamaya gerek yok, burası filmimizin son bulacağı sahne aynı zamanda. Bakın, işte orada biri var, Beykoz çayırının göbeğine serpilmiş de sıralanmış sandalyelerin ortasında bir yerde bir başına oturuyor, bize bakıp gülümsüyor, bir şeyler söylüyor.


Bakalım bu kibar görünüşlü beyefendi kim, yaklaşalım ve kulağımızı açalım. İnce bıyıklı, briyantinli saçlı, orta yaşa dayanmış, sandalyelerden birine ilişmiş de konuşan bu kibar bey … evet… sanırım anladınız … benim efendim. Bendeniz hikayenin anlatıcısı; yeri geldiğinde teşrifatçı, moral verici, yol gösterici. FiZmin içinde oradan oraya gezinen, geriden figüranlık da yapan, gerektiğinde araya girip dırdır eden kulunuz. İyicene yaklaşalım, bir vesikalık boyu sakulalım da ne diyorum bakalım. Ön jenerik yazılarımızı da bu esnada tamamlamış olalım. Anlatıcı (Sadri Alışık), oturduğu ahşap sandalyeden kalkar ve yürüyerek anlatmaya devam eder: Efendim hoş geldiniz, sefalar getirdiniz … İstanbul’da fakat İstanbul’dan da İstanbul’a da çok uzak bu kasabada, Beykoz’da, ortalıktan ve kılık kıyafetimizden de anlayacağınız üzre kırklı yıllarda, İkinci Dünya Savaşı’nın büyük yokluk zamanlarında geçen, gerçeğe dayalı bir hikayedir bu. Oldukça basit fakat anlatması ne kadar basit kestiremiyoruz. Sonuna kadar sabrederseniz, olaylara tanıklık etmiş Beykoz sakinlerinden derlediklerini belki toparlayacak da bizim mıy mıy yazar, ben de doğma büyüme bir Beykozlu olarak dilimin döndüğünce anlatmaya yardımcı olacağım. Ancak, söylemedi demeyin, bendenizden başka, olup bitenlerin ortasında yer almış ve hfılfı hayatta olan, arkarndan Dalyan’a doğru topukları götünde koşarak geçen şu sıska çocuk da zaman zaman araya girecek. Buyurunuz … 10 Dalyan 1. Bölüm Sihirli pabuçlar Geçmiş günlerde direkleri çatılmış olur dalyanın. Uzun, karayağlı kayınlar gövdeleri ziftlenmiş ağır ve ürkünç sandallada biraz açığa taşınır. Dalyan sökülene kadar bir daha ortalarda görünmeyen zebella adamlarca tek tek çakılır. Biraz beklenir, biraz daha çakılır.

Az daha, biraz daha … Sonunda kara balıkçılar gelir, kara ağları direkiere gerer, öylece bırakıp gider. Dalyan hazırdır. Bin gözlü ağlar tek gözlü balıklara, sazan çipura barbun torik ve orkinoslara göz kırpmak, onları aldatmak, tuzağına düşürmek için sessiz bir bekleyiştedir artık. O görmüş geçirmiş yaşlı ağlar öyle yalnızdır ki, direklerden birine sıska kımıltısız bir adam oturtulur. Hüsam’m (Nüvit Özdoğru) sandalyesi direğin tepesindeki bu sıska adamı tam ensesinden görür. Karşı kıyı uzakta yamyassı uyumaktadır. Çarşaf gibi su, çivit atılmış, kolalı. Fener’ e doğru bir kızıllık, hareli ucu. Uçta, en uçta, iki kıyının, rüzgarların, iki denizin kesiştiği dönemeçte güneş nazlı nazlı belirir, direğin tepesindeki kapakçı denen sıska adamın (Hüseyin Baradan) çıplak ayaklarına tutunarak yükselir. Su bir iki hareketlenir, esinti başlar, isli çay kokusu ocaktan, Büsarn’ın ll tırnaksız parmakları arasından gelir, sandalyesinin yanı başında ayaklarını serin suya salmış çocuğun bumuna durur. Çocuk (Küçük Ali), bu sabah da gözlerini bir anda açacak, yatağında doğrulacaktır. Yeni sandaletleri ayağında. Geceden giydiği yakasız gömleği, yeleği, şortu üzerinde. Dizleri taze yara. Ahşap döşemede ustalıkla yürür.

Evin seslerini uyanclırmadan içedek halkona çıkar. Hanımelinin kokusunu aşar, tırabzana tırmanır, tutunur, kendini kerpiç bahçe duvarına bırakır. Üç katlı, cumbalı, hurma yüzlü evin geçesinde durur. Çeşmeden su içer, ağzının pasını akıtır, parmağıyla dişlerini temizler. Çeşmeden aşağı vuracak, iskeleye inecektir. Kıyı boyunca saklı patikalardan yürüyecek, on beş dakika sonra Beykoz meydanına varacaktır. Meydanda, on çeşmesinden çağıl çağıl sular akan İshakağa’da soluklanır. Tepede sokulgan güvercinler … Omuz omuza, birbirlerine yapışmış, çinkodan kanatları yekpare dam olmuş, teleksiz. Çeşmelerden akan buz gibi suyun büyük yalakta buluşmasını, meydanı verevine geçerek Boğaz’a karışmasını izler çocuk. Ayaklarını yalağa sokup çıkarır, sandaletierini yumuşatır. Fırın kapalıdır. Herkese. Ona değil. Kapısında sekizgen şapkası, kahverengi üniforması ve haston copuyla bekçi (Salih Tozan) hazır. Bitişiğindeki hamamla fırının komşu duvarları arasına hızla dalar.

İki binanın izin verdiği açıklıkta, daracık koridorda, omuzları değdi değecek koşturur. Bu aralıktan yalnızca cesur martılar, eşini arayan kumrular, taklacı güvercinler, karnı yapışık kediler, kestirmed çocuklar geçebilir. Koridorun bitiminde, iki binanın arkasında dimdik bir böğürtlen duvarı. Güvercin ölüleri. Patlak bir kamyon lastiği. Terk edilmiş pırtık ağlar. Çocuk arka kapıyı çalacak, fırınemın küçük oğlu (Gürdal Tosun) kapıyı aralayacak Ayakları eşikte bekleyecek çocuklar 12 serin sıcak, birbirlerini gıdıklayacak. Fırıncı (Necdet Tosun) gelip elindeki karneyi alacak çocuğun, iki sıcak sornun uzatacak. Gerisingeri koşmaya başlayacak çocuk, koynunda somunlar, sırtında buhar. Bomboş meydandan uygun adımlarla dalyan çay bahçesine artık. Sol omzunda deniz, sağ omzunda mezarlık. Çocuk gelecek, Hüsam’ın sandalyesinin dibine oturacak. Ayaklarını suya salacak … Gün doğuyor. Sırtını mezarlığa vermiş Dalyan çay bahçesine. Kıyısında oturmuş çaylarını yudumlayan bu yaşlı adam ve çocuğa.

Direğin tepesindeki çiroz kapakçıya. Başka toprakların, suyun, insanların yorgun soluğunu, dünden daha fazla yokluğu, hastalığı, ölüyü saHasırt eden güneş, bu unutulmuş, belleğini yitirmiş uzaktaki kasaba, belki bir şeyler amınsar umuduyla yükseldikçe yükseliyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir