Doris Lessing – Anilar

“Çok güzeldi ama sadece atlarla ve dansla ilgileniyordu.” Bu nakarat, annemin kendi çocukluğuyla ilgili olarak anlattığı hikâyelerin içinde çınlayıp duruyordu ve benim olayı anlayıp, “Bir dakika, kendi annesinden bahsediyor,” demem yıllar aldı. Bunlardan başka hiçbir kelime kullanmıyordu ve bunlar, onun sözcükleri olamazdı çünkü annesini hatırlamıyordu. Hayır, bu yorumu hizmetkârlardan duymuştu, zira farkında olmadan, yüzünde mutfak ifadesi belirmişti ve ağzının etrafında kınayan bir görüntü vardı. Ayrıca, dudaklarını hep onaylamayan bir tavırla bükerdi. O dudak bükme bana, içindeki insanlar kadar egzotik olan ve yamyamlarla barbarlar hakkında masallar anlatılan bir alt-dünyayı hatırlatıyordu. Fingirdek Emily McVeagh, ilk çocuğu yani annem daha üç yaşındayken, üçüncü çocuğunu doğurduktan sonra, loğusa yatağında peritonitten ölünce çocukları hizmetçiler ve dadılar büyütmüştü. Emily’nin tek bir fotoğrafı bile yok. Emily bir Hiç. Hiçbir şey değil. John William McVeagh ilk karısından bahsetmiyordu. Ne yapmış olabilir? – diye sordum kendi kendime. Ne de olsa, uçarı olmak suç değildi. Sonunda anladım. Emily Flower bayağı biriydi, sorun bu olmalıydı.


Sonra, o uzak yerlere ışık tutmak amacıyla bir araştırmacı davet edildi ve kadın, yalnızca Trollope’un yazabileceği türden Viktoryen bir romana temel olabilecek kadar çok malzemeyle çıkageldi. Fakat Emily Flower Hakkında yazılabilecek “Ne Kusur İşledi” adlı bölüm ancak çok kısa ve acıklı olabilirdi. Araştırmacı, “Flower ailesi hakkında bulunan bilgiler, doğum, evlilik ve ölüm belgelerinden, kilise-nüfus sayımı kayıtlarından, çıraklık bilgilerinden, mavna sahipleri kayıtlarından, mavnacı ve tekneci belgelerinden, yerel tarih ve vasiyetlerden elde edildi,” diyerek, bir cümlede Dickens İngilteresi’ni hatırlatıyor. 1827 yılında denizci ve 1851 yılındaki nüfus sayımında erzakçı olarak tanımlanan bir Henry Flower vardı. Bu Henry Flower Somerset’te, karısı Eleanor da Limehouse’ta doğmuştu. Oğulları George James Flower –suçlu Emily’nin babası– tahminen akrabaları olan John Flower’ın yanına çırak verilmişti. Flower ailesi mavna sahibiydi ve Emily’nin doğum sertifikasında babasının mavnacı olduğu belirtilmişti. Flower ailesi, artık yıkılmış olan Flower Terrace’ta ve civarında yaşıyordu. Goerge James’le karısı Eliza Miller, Flower Terrace, 3 numarada oturuyorlardı. Burası, Poplar’da, şimdi Canary Wharf denilen bölgenin yakınındaydı. Dört çocukları oldu. Eliza 35 yaşında dul kaldı. Klanın birbirine ne kadar yakın olduğu ve karşılıklı yardımseverliği, mavnacılarla teknecilerin, kadınlar bunu o zaman yapmasalar da, Eliza’nın mavna sahibi olmasına ve çırak almasına izin vermelerinden anlaşılabiliyordu. Eliza oğlu Edward’ı çırak yaptı ve Edward daha sonra onun yerine tekneci ve mavna sahibi oldu. Eliza’nın çocukları başarılı oldu ve Eliza, aldığı yıllık kâr payıyla mutlu bir evde yaşadı.

Emily, Eliza’nın en küçük çocuğuydu ve 1883 yılında John William McVeagh’le evlendi. Annem büyüdüğü evi, yüksek, dar, soğuk, karanlık ve sinir bozucu; babasını da disiplinli, katı, korkutucu ve her zaman ahlaki uyarılara hazır biri olarak tarif ederdi. Hali vakti yerinde olan çalışan sınıf, Viktorya döneminin sonlarında güzel bir yaşam sürüyor, gezmeye, yarışlara, her türlü partiye ve kutlamalara gidiyordu. İştahla yiyip içiyorlardı. Akrabalarla ve arkadaşlarla dolu olan Flower Terrace’ta hiçbir şey kasvetli veya soğuk değildi. Emily bu sıcak klan hayatından, John William McVeagh’in hiç kuşkusuz ateşli kollarına geldi –John Emily’yle evlendiğine göre, ona sırılsıklam âşık olmalıydı– ancak Emily’nin onun emellerine, çalışan sınıfı geride bırakmak isteyen bir erkeğin korkutucu züppeliklerine uyum sağlaması gerekiyordu. Onun fırsat buldukça, danslar, güzel günler ve yarışlara gitmek için, sıradan ailesinin yanına koşup geldiğini hayal ediyorum. Emily kocasının evinde, soğuk bir hoşnutsuzluk yağmuru altında yaşamış ve 32 yaşında bu nedenle ölmüş olmalı – en azından ben öyle düşünüyorum. Annem, büyükbabasından, John William’ın babasından hiç bahsetmezdi ve bu, John William’ın, Emily’den ne kadar bahsetmiyorsa, babasından da o kadar bahsetmediği anlamına geliyordu. “Bu aile hakkındaki bilgiler, doğumlardan, ölümlerden ve evliliklerden, kilise kayıtlarından, Devlet Arşivleri Kurumu’ndan, ordu kayıtlarından, Hafif Süvari Birliği hakkındaki kitaplardan, nüfus sayımı raporlarından, vasiyetnamelerden ve lokal rehberlerden alındı,” diyor araştırmacı. “John McVeagh’in doğum tarihi ve doğum yeri bu kayıtlarda çelişmektedir. Doğum ve meslekle ilgili ordu kayıtları çoğu zaman hatalıydı çünkü askere yazılan erkekler, kendilerine ait nedenlerle, yanlış bilgiler veriyordu ve 1837 öncesi kayıt döneminde bu bilgileri araştırıp teyit etmek çok zordu. Her durumda, 19. yüzyıl ordusunda askere alım büroları pek dikkatli değildi.” John McVeagh Portekiz’de doğmuştu ve babası askerdi.

4. Hafif Süvari Alayı’ndaydı ve 1861 yılında ordudan ayrıldığında, Hastane Başçavuşuydu. Kırım’da, Doğu Türkiye’de ve Hafif Süvari Birliği’nde bulunmuştu – gerçekten bulunmuştu, zira askerler hakları olmadığı halde böyle iddialarda bulunabiliyorlardı. Peki ama, neden böyle bir katliamın parçası olmak istiyorlardı? John McVeagh askerken örnek davranışlar sergilemişti. Birlikte görevliyken, altındaki at vurulduğunda, kendi de yaralı olmasına rağmen, yaralılarla ilgilenmeye devam etmişti. Çeşitli madalyalar kazandı. United Service Gazette’de 1 Mart 1862’de şöyle bir haber çıkmıştı: (Kraliçenin) 4. Hafif Süvari Birliği – Kahire. Ayın 21’inde, Cuma günü, eskiden bu birlikte olan ve halen Londra Kulesi tören muhafızı olarak görev yapan Başçavuş J. McVeagh’e eski birliğindeki subaylar tarafından içinde 20 gine bulunan bir cüzdan, harika işlemeleri olan ve eski hizmetlerini gösteren gümüş bir enfiye kutusu hediye edildi. Başka hiç kimse alayından ayrıldıktan sonra, yaptığı hizmetler karşılığında, o dönemde, 24 yıl görev yaptıktan sonra yeni kadrosuna atanmak üzere birkaç aydır Curragh’de bulunan Başçavuş McVeagh kadar onurlandırılmamıştır. Resmi görevli olmayan subaylar ve erler ona, üzerinde, “Hastane Başçavuşu John McVeagh’e, genelde sergilediği insanlığa karşılık saygı göstergesi olarak” yazılı şahane bir çay takımı sundular. Kırım Savaşı sırasında, McVeagh birliğiyle her an cephedeydi; hastalara, yaralılara bakıyordu ve bu başarılı hizmeti nedeniyle bir madalya ve yılda 20 sterlin maaşın yanı sıra Türk Kırım Harbi Madalyası ile dört tokalı Kırım Madalyası kazandı. Karısının adı Martha Snewin’di ve karısının babası çizme imalatçısıydı. Martha Kent’te doğmuştu.

Kocası orduya asker alma görevlisiyken, onunla birlikte bütün ülkeyi dolaşmıştı. Onun hakkında bütün bildiğimiz bu. John McVeagh çocuklarının iyi eğitim almasını sağladı. Karısı öldüğü zaman ona bakan kızı Martha’nın tüm ihtiyaçları karşılandı ama Martha tarihin görünmeyen kadınlarından biri. Büyükbabam John William onların en küçük oğluydu. Önce Meteoroloji Bürosu’nda memur olarak çalıştı ve 1881 yılına gelindiğinde banka memuru oldu. Sonra Barking Road’da, banka müdürü oldu ama Blackheath’te öldü. Bir evden diğerine taşınırken, kendini hep geliştirdi ve bu sıradan askerin oğlu, ikinci karısıyla, Emily’nin halefiyle, St. George’da, Hanover Square’da evlendi. Bu üvey anne, zarif sivri yüzü nedeniyle Yahudi olduğunu sanmama rağmen, Yahudi değildi. Sonradan Anglikan Kilisesi’nin rahibi olan muhalif bir vaizin kızıydı. Annem onu, hoşnutsuzlukla, tipik bir üvey anne olarak tanımlar, soğuk, görevini bilen ve dürüst, fakat üç çocuğa sevgi, hatta şefkat bile göstermeyi bilemeyen biri olduğunu söylerdi. Çocuklar izin verildiği sürece aşağıda, hizmetkârlarla olan hayatı tercih ediyorlardı, ancak annemle kardeşi John, saplantılı demesek de, züppe bir şekilde orta sınıfa dönüşürken, üçüncü çocuk Muriel, yine işçi sınıfından biriyle evlendi. Annem onunla seyrek olarak görüşse de, babaları Muriel’le ilişkisini kesti. Hizmetkârlar, Muriel’in, giderek annesine benzediğini söylüyorlardı.

Yani babaları, iki kızında da hayal kırıklığına uğramıştı. Annem, üniversiteye gitmek yerine, hemşire olmaya karar verdiği zaman –John William’ın onun için idealleri vardı– o da aynı şekilde babasının onayından mahrum kaldı. Tabii, başarılı oluncaya kadar. Ancak artık çok geç olmuştu, bağlar kopmuştu. Annem asla, hiçbir zaman babasından sevgiyle bahsetmedi. Evet, saygı duyuyordu, hakkını verdiği için minnettardı, çünkü babası onlara orta sınıf çocuklarına uygun her şeyin verilmesini sağlamıştı. Annem iyi bir okula gitmiş, müzik eğitimi almış, hatta o kadar başarılı olmuştu ki, sınav yapan öğretmen ona konser piyanistliğini meslek olarak seçebileceğini söylemişti. Bu destanda anneme yönelen bölüm, hüzünlü bir bölüm olurdu ve ben büyüdükçe, onun hayatı daha da acıklı görünüyordu. Annesiyle babasını sevmiyordu. Babam da kendi annesiyle babasını sevmiyordu. Belki de ilk fırsatta evden ayrıldığını ve onlardan mümkün olduğunca uzağa giderek Luton’da banka memuru olduğunu söylemesi hep bir espri konusu olduğundan, bu gerçeği kabullenmem yıllar aldı. 1851 nüfus sayımında, babamın dedesi, James Tayler adında biri görünüyor ve Doğu Bergholt’ta 526 dönümlük bir arazisi olan, beş kişi çalıştıran bir çiftçi olduğu belirtiliyor. Melankoli ve felsefi şiirle ilgilenmeye başlamış ve belki de bu yüzden başarılı olamamıştı. Matilda Cornish adında biriyle evlenmişti. Tayler ailesi, bankalarda çeşitli görevlerde çalışmışlar, Suffolk ve Norfolk’un her tarafında devlet memuru, önemsiz edebi şahsiyetler, çoğunlukla çiftçi olmuşlardı.

19. yüzyılda yaşanan göçler sırasında Avustralya’ya ve Kanada’ya gitmişlerdi. Ailenin birçok ferdi hâlâ orada yaşıyor. Ancak büyükbabam Alfred çiftçi olmamaya karar verdi. Colchester’de banka memuru oldu. Karısı, Caroline May Batley’di. İşte babamın bu denli nefret ettiği kadın buydu – annesi. Babası Alfred Tayler hakkında çizdiği resim, hayal kuran, hiçbir hırsı olmayan, boş zamanını köy kilisesinde org çalarak geçiren, hırslı karısını hayal kırıklığıyla deliye döndüren bir adamın portresiydi. Ancak benim bunu duyduğum sıralarda benim babam da hırssız, hayalci bir adam olarak zavallı karısını hüsranla çılgına çevirmekteydi. Aslında, büyükbabam Alfred sonunda Huntingdon’daki Londra County Westminster Bankası’nın müdürü olmuştu ama yerel kilisede org çalmaya devam edip etmediğini bilmiyorum. Caroline May ölünce, hemen, aynı yıl, kendinden çok daha genç biriyle tekrar evlenmişti. Kendi 74 yaşında olmasına rağmen, evlendiği Marian Wolfe sadece 37 yaşındaydı ve o da bir din görevlisinin kızıydı. İşte bakın, ailenin iki tarafının kayıtlarında da din görevlileri ve banka yöneticileri mevcuttu. Babamın annesi, Caroline May Batley de, en az zavallı Emily kadar silik biriydi. Babamın onun hakkında hatırladığı tek güzel şey, Bayan Beeton’ın tariflerine göre yaptığı, sert olsa da lezzetli yemeklerdi.

Anlattığı, tekrar anlattığı ve keyifle annemle paylaştığı hikâyeye göre, annesi yeni nişanlanan ve ikisi de oldukça hasta olan çiftle yüzleşmek ve eğer o geçimsiz Hemşire McVeagh’le evlenirse hayatı boyunca pişmanlık duyacağını söylemek amacıyla Royal Free Hastanesi’ne gelmişti. Ancak, sorulsaydı, Caroline May’in de kendi adına söyleyecek bir şeyleri olduğunu tahmin ediyorum. Muhtemelen ressam Constable’la akrabaydı. Böyle düşünmek istiyorum. Annemin çocukluğu ve genç kızlığı, her şeyde başarılı olarak geçmişti, çünkü sert babasını memnun etmesi gerekiyordu. Okulda çok başarılıydı, hokey, tenis ve lakrosu iyi oynuyordu. Olağanüstü bir enerjisi vardı. Ayrıca her türlü ileri düzeyde kitabı okuyordu ve çocuklarının kendisi gibi soğuk ve yavan şekilde büyümemesi için elinden geleni yapmaya kararlıydı. Montessori’yi, Ruskin’i ve H. G. Wells’i, özellikle çocukların yetiştirilme sırasında nasıl deforme olduğuyla dalga geçen Joan ve Peter’ı inceledi. Bana, bütün yaşıtlarının Joan ve Peter’ı okuduğunu ve daha iyisini yapmaya kararlı olduklarını söylemişti. Bir zamanlar etkili olan kitapların ortadan kaybolması ne tuhaf. Kendi çocukluğu yüzünden, Kipling’in “Baa, Baa, Black Sheep” şarkısı onu ağlatıyordu. Annem sonra hemşire oldu ve maaşla yaşamaya başladı.

Maaşı o kadar azdı ki, çoğu zaman aç geziyordu ve kendine eldiven, mendil ya da güzel bir bluz alamıyordu. Birinci Dünya Savaşı başladı ve ağır yaralanan babam, annemin Hemşire McVeagh olarak görev yaptığı koğuşa geldi. Babam bir yılı aşkın süreyle orada kaldı ve o dönemde annemin kalbi gerçekten kırıktı çünkü âşık olduğu genç doktor, bir torpidonun batırdığı gemide boğulmuştu. Annem Viktorya döneminin örnek bir temsilcisi ve sonra da, modern genç kadınları gibi Kral Edward yanlısıyken, babam taşra çocukluğunun tadını çıkarıyordu, zira –çok başarılı olduğu okulu seven annemin aksine okuldan nefret ediyordu– okul dışındaki her saniyesini, Colchester civarındaki çiftçilerin çocuklarıyla geçiriyordu. Annesiyle babası onu dövüyordu –kızını dövmeyen dizini döver– ve ölünceye kadar dehşetle, iki kilise ayinine ve pazar okuluna gitmek zorunda olduğu pazar günlerinin korkunçluğundan bahsederdi. Bütün hafta boyunca pazar günlerini korkuyla beklerdi ve yıllarca kilisenin yanına bile gitmedi. Butler’ın The Way of All Flesh eseri – çocukluğunun böyle olduğunu söylüyordu ama neyse ki, her zaman tarlalara kaçabilmişti. Hep çiftçi olmak istemişti, ancak okuldan ayrıldığı anda, ailesiyle arasına mesafe koymuş, bankaya girmiş –nefret etmiş– ama orada çok çalışmıştı, çünkü o zamanlar insanlar şimdikinden daha çok çalışıyor ve hepsinden önemlisi epeyce spor yapıyorlardı. Babam her türlü sporu seviyordu, kriket ve bilardoda milli olmuştu; ata biniyor ve dans ediyordu. Başka bir köydeki veya kasabadaki dansa kilometrelerce yol yürüyerek gidip geliyordu. Annem gençliğinden bahsederken Ann Veronica ’ya veya Shaw’un Yeni Kadınlarına benziyorsa, babamın hatıraları D. H. Lawrence’in Sons and Lovers 1 veya The White Peacock 2 kitapları gibiydi. Duygusal ve bilinçli edebi dostluklar içindeki genç insanlar konuşarak ve kitap paylaşarak kendilerini geliştiriyorlardı. Babam, annesiyle babasının yanından ayrıldığı ve bağımsızlığını kazandığı andan itibaren, harika vakit geçirdiğini, her dakikasının tadını çıkardığını, on yıl süreyle hiç kimsenin ondan daha güzel bir hayat yaşamış olamayacağını anlatırdı.

Savaş başladığında 28 yaşındaydı. Dediğine göre şans iki defa yüzüne gülmüştü, biri apandisit sorunu nedeniyle siperlerden gönderildiğinden, bütün bölük arkadaşlarının öldürüldüğü Somme Savaşı’nı kaçırdığında; diğeri de, yine bölüğünden hiç kimsenin sağ kalmadığı Passchendaele’den birkaç hafta önce bacağına şarapnel saplandığında. Babam, sadece kesilen bacağı yüzünden değil, o zaman bomba şoku 3 denilen bir hastalık nedeniyle çok hastaydı. Aslında bunalımdaydı, kendi ifadesiyle, hiçbir çıkışı olmayan ve hiç kimsenin içeri girip ona yardım edemediği soğuk, karanlık bir odada bulunmaya benzeyen gerçek depresyon. Gönderildiği “iyi doktor” dayanması gerektiğini, tıbbın onun için yapabileceği hiçbir şey olmadığını, ıstırabın zamanla geçeceğini söylemişti. Babamın aklını karıştıran “korkunç şeyler” onun düşündüğü kadar olağanüstü değildi; herkesin aklında korkunç şeyler vardı, fakat savaş bunları daha da kötüleştirmişti, o kadar. Ancak babam, “şarapnel şoku” yaşadıkları veya çamurlu deliklerinden çıkamayıp, düşmanlarıyla yüzleşemedikleri için korkaklıkları nedeniyle vurulabilecek askerleri hatırlıyor ve sık sık onlardan bahsediyordu. Bütün hayatı boyunca, “Ben de olabilirdim,” demişti. “Sadece şans eseri orada değildim.” Böylece, Doğu Londra’daki Royal Free Hastanesi’nde, annemin koğuşundaydı. Annemin, büyük aşkı boğulduğu zaman yaşadığı mutsuzluğu görmüştü, ona ünlü bir eğitim hastanesi olan St. George Hastanesi’nin başhemşireliğinin teklif edildiğini biliyordu. Bu büyük bir onurdu, zira genellikle bu görev daha yaşlı kadınlara teklif ediliyordu. Fakat evlenmeye karar vermişlerdi ve babam açısından çelişkili bir durum yoktu, oysa annem için vardı, çünkü annem sonradan öyle demişti. Babam sık sık, anneme akıl sağlığını, her şeyini borçlu olduğunu, onun özverili tedavisi olmasaydı, o hastalık yılını atlatamayacağını söylerdi.

Şefkat evliliklerinin en iyisi olduğunu da ekleyebilirdi. Anneme gelince, yeteneğinin ve başarısının tadını çıkarıyordu ve büyük bir eğitim hastanesinde harika bir başhemşire olacağını biliyordu. Ancak çocuk istiyordu, kendi çocukluğunda çektiği sıkıntıları onlarda telafi etmek istiyordu. Bu nedenle teklifi reddetmişti. Vaat olarak gördüğü ancak ihanete uğradığını düşündüğü şeyler yüzünden ülkesini asla affetmeyen tek asker babam değildi, çünkü Britanya’da, Fransa’da ve Almanya’da böyle düşünen, ölünceye kadar kırgınlıklarını sürdüren birçok yaşlı asker vardı. Bunlar idealist ve masum bir gruptu: Bunun tüm savaşları sona erdirmek için yapılan bir savaş olduğuna gerçekten inanıyorlardı. Babama da Londra’da, korkunç cadalozlar diye tanımladığı kadınlar tarafından beyaz bir tüy 4 verilmişti ve bu olay, pantolon paçasının altına tahta bacağını taktıktan sonra ve “bomba şoku” ona, hayatta kalmaya değip değmediğini merak ettirirken olmuştu. Babam o beyaz tüyü hiç unutmadı ve ondan, dünyanın köklü, kaçınılmaz ve umutsuz çılgınlığının bir başka göstergesi olarak bahsetti. İngiltere’den ayrılması gerekiyordu, çünkü artık İngiltere’ye tahammül edemiyordu. Bu nedenle bankasının onu İran’ın Kirmanşah şehrindeki İran Kraliyet Bankası’na göndermesini sağladı. Şimdilerde Kraliyet Bankası deyimini reaksiyonu görmek amacıyla kullanıyorum, önce inanmaz bir ifadeyle bakılıyor, sonra kahkaha atılıyor. Çünkü artık o devirler, tıpkı bugünlerde bize çok doğal gelenlerin çocuklarımıza bir gün garip geleceği gibi, insanlara bir acayip geliyor. Annem, sanırım bu seçimin – evlilik veya son derece başarılı olduğu mesleği arasında yapmak zorunda kaldığı seçimin zorlukları nedeniyle kriz geçiriyordu. Bir de, hiç unutamadığı kaybettiği aşkı yüzünden. Savaş sırasında çok fazla çalıştığı için ve ölümünü izlediği çok sayıdaki asker yüzünden ve… 1919 yılıydı, 29 milyon insanın, bir nedenle o dönemin tarihinin dışında tutulan grip salgını nedeniyle öldüğü yıldı.

Büyük Savaş’ta, çoğu siperlerde olmak üzere 10 milyon insan öldü ve bu istatistiği artık her 11 Kasım’da hatırlarız, ancak İspanyol Kadını da denilen gripten 29 milyon kişinin öldüğünüyse nadiren… Babamın sinirleri hâlâ bozuktu, gerçi geçirdiği depresyonun en ağır kısmını atlatmıştı. Doktorlar henüz çocuk sahibi olmamalarını tavsiye etmişti. Annemin ilk gece hamile kaldığı konusunda aralarında şakalaşırlardı. O günlerde insanlar gerçekten çoğu zaman evliliklerinin ilk gecesine kadar bekliyordu. Ama bir şey daha var. 1919 yılında annem 35 yaşındaydı ve o günlerde bu yaşın, ilk çocuğu doğurmak için geç olduğu düşünülüyordu. Ve bir hemşire olarak, beklemenin tehlikelerini biliyor olmalıydı. Belki de annemin aklının bilmediği bir köşesi, o zaman hamile kalmasını sağlamıştı. Böylece, ikisi de hasta olan annemle babam, eski bir ticaret kenti olan ve 1980’lerde Irak’la İran arasındaki savaş sırasında hasar gören, bazı kesimleri bombalanarak toz haline gelen Kirmanşah’ta, tepeleri karlı dağlarla çevrili bir platonun üstündeki büyük taş eve geldiler. Ve ben 22 Ekim 1919’da orada doğdum. Annem çok zor anlar geçirmiş. Doğum forsepsle olmuştu. Yüzümde günlerce mosmor bir iz kalmış. Bu zor doğumun bende –yani yapımda iz bıraktığına inanıyor muyum? Kim bilir? Avrupa’nın yarısının mezarlığa dönüştüğü ve dünyanın her yerinde milyonlarca insanın öldüğü 1919 yılında doğmak– bu önemli bir şeydi. Nasıl önemli olmasın? Her küçük insanın aklının diğerlerinden oldukça ayrı olduğuna, sıradan insan aklından ayrı olduğuna inanmadığınız sürece tabii, ama bu kesinlikle olmayacak bir şey.

O savaş, zaman geçtikçe benim için daha az önemli hale gelmiyor, aksine. Bu kitabı yazmaya başladığım 1990 yılında, Fransa’nın güneyinde, Riviera’nın arkasındaki o dağlık bölgedeydim ve asırlar önce iyi korunan yüksek hisarlar olarak kurulan küçük güzel kasabaları ve köyleri ziyaret ediyordum. Her kasabada ya da köyde bir savaş anıtı vardı. Bu anıtların bir yüzünde Birinci Dünya Savaşı’nda hayatını kaybeden 15-20 gencin adı yazılıydı ve bu, şimdi bile yalnızca 50 sakini olan minicik köylerde oluyordu. Genelde, bir köydeki genç erkeklerin her biri savaşta ölmüştü. Bütün Avrupa’nın her yerinde, her şehirde, kasabada ve köyde, üzerinde Birinci Dünya Savaşı’nda ölenlerin adı yazılı olan bir savaş anıtı bulunuyor. Sütunun veya dikilitaşın arka yüzündeyse, İkinci Dünya Savaşı’nda ölen iki-üç kişinin adı yazılıdır. 1918 yılına gelindiğinde, Avrupa’nın bütün sağlıklı genç erkekleri ölmüştü. 1990 yılında Edinburgh’a, 1914 ila 1918 yılları arasında ölen İskoçyalı genç erkeklerin isimlerinin kaydedildiği bir dizi defterin saklandığı soğuk, kasvetli bir şatoya gittim. Sonra Glasgow – aynı şey. Yüz binlerce isim. Sonra, Liverpool. O kıyımın, Birinci Dünya Savaşı’nın kayıtları. Yaşanmamış yaşamlar. Doğmamış çocuklar.

Savaşın Avrupa’da yarattığı hasarı ne güzel unuttuk, ancak hâlâ onunla yaşıyoruz. Belki eğer “Avrupa’nın Çiçekleri” (eskiden böyle denirdi) ölmeseydi, o çocuklar ve torunlar doğsaydı, biz şimdi Avrupa’da bu kadar ikinci sınıflık, bu kadar karışıklık ve âcizlik içinde yaşamazdık. Kısa bir süre önce, Kilburn’de bir sinemada, Birinci Dünya Savaşı’nın saçmalığını hicveden Oh What a Lovely War! 5 filmini gösterdiler. Karanlık sinemadan sokağa çıkarken, yaşlı bir kadın çıkışta dimdik ve dikkatli bir şekilde duruyor ve herkesin yüzüne dik dik bakarak, hepimizi etkilemeye çalışıyordu. O film, iki kadının, hiçbir zaman evlenecek ve çocuk sahibi olacak erkek bulamayan kadınların dönümlerce, kilometrelerce uzayan mezar taşlarının, savaş mezarlarının arasında tökezlemesiyle, dolanmasıyla bitiyordu. Bu yaşlı kadın, hiç kuşkusuz, bu kadınlardan biriydi ve bizim bunu anlamamızı istemişti. O film, bu kadını simgeliyordu: Kadın bize bunu söylüyordu. Bir de, savaşta yaralananlar –babam da bunlardan biriydi– ve savaş yüzünden hayatları rayından çıkarıldığı için potansiyelleri asla kullanılmayan insanlar vardı – annem de bunlardan biriydi. Fransa’nın köylerine, sonra da İskoçya’ya ve İngiltere’deki kentlere yaptığım yolculuk sırasında, içimde yine çocukluğumun öfkeli duyguları, bir isyan, bir keder canlandı: Annemle babamın isyanı ve kederi. Aynı zamanda kuşku da hissettim; ancak bu duygu sonradan gelişti: Bu nasıl olabilir? Yarım asırdan az bir süre önceki Amerikan İç Savaşı, yeni icat edilen silahların katliam açısından neler yapabileceğini göstermişti ama biz o savaştan hiç ders almamıştık. Birinci Dünya Savaşı’nın en kötü miraslarından biri buydu: Eğer biz ders alamayan bir ırksak, bize ne olacak? Bizim kadar aptal insanlarla, gelecekten ne bekleyebiliriz? Fakat, o yolculuktaki en güçlü duygu, eski karanlık korku ve kederdi – babamın duygusu, çok etkili bir akım, tam doz bir yetişkin acısından başka hiçbir homeopatik tedavisi yok. Acaba savaşın sakat bıraktığı ailelerde yetişen kaç çocuğun damarlarında, bu çocuklar daha konuşmayı sökmeden önce aynı zehir akmaya başlamıştı? Hepimizi savaş yarattı, savaş büktü ve çarpıttı ama bunu unutmuş gibi görünüyoruz. Bir savaş, ateşkesle sona ermez. 1919 yılında, Avrupa’nın her tarafı mezarlarla, mikroplu havayla ve sefaletle doluydu. Grip ve yaklaşık 30 milyon ölüyle, dünyanın her tarafı da öyleydi.

Eskiden, hiç bitmeden devam eden savaş hakkındaki konuşmalardan sıkıldığım zaman, savunma mekanizması olarak, beni savaş doğurdu, diye espri yapardım. Ancak bu hiç komik değildi. Çocukluğumun ilk günlerinin üstünde, zehirli gaz gibi, kara buluta benzeyen bir şey olduğunu düşünürdüm. Sonradan, aynı deneyimi yaşayan insanlar buldum. Belki de o savaş yüzünden, ilk kez, sanki bir şey patlayacakmış veya beni topuğumdan yere sürükleyecekmiş gibi sinirli bir nefret ve isteksizlikle, biraz önce durduğum yere panik halinde kaçma ihtiyacı duydum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir