Douglas Adams – Her Otostopcunun Galaksi Rehber

Galaksimizin haritası bile çizilmemiş ücra bir köşesinde, pek fazla bilinmeyen Batı Sarmalı kolunda gözden ırak, küçük, sarı bir güneş vardır. Bu güneşin yörüngesinde, aşağı yukarı doksaniki milyon mil uzaklıkta, pek göze batmayan yeşil-mavi bir gezegen vardır. Bu gezegende yaşayan maymundan türemiş yaşam biçimleri o kadar ilkeldirler ki dijital saatlerin çok parlak bir buluş olduğunu düşünürler hâlâ. Bu gezegenin şöyle bir derdi vardır – ya da daha doğrusu vardı-: üzerinde yaşayanların büyük bir bölümü yaşamlarının büyük bir bölümünde mutsuzdular. Bu soruna birçok çözüm önerildi, fakat çözümlerin çoğu küçük yeşil kağıt parçalarının hareketlerine ilişkindi. Bu da çok saçmaydı çünkü eninde sonunda mutsuz olan küçük kağıt parçaları değildi. Böylece sorun varlığını sürdürdü; insanların çoğu rahatsızdı, birçoğu da sefil, dijital saati olanlar bile. Her şeyden önce ağaçlardan inmekle büyük bir yanlış yaptıklarını düşünenlerin sayısı günden güne artıyordu. Bazıları ise aslında ağaçların bile kötü bir yer olduğunu, okyanusları terketmemiş olmaları gerektiğini söylemekteydi. Sonra, adamın birinin sadece değişiklik olsun diye, insanlara iyi davranmanın ne kadar hoş olabileceğini söylediği için bir ağaca çivilenmesinden yaklaşık olarak ikibin yıl sonra, bir Perşembe günü, Rickmonsworth’da küçük bir kafede yalnız başına oturan bir kız birdenbire bütün bu zaman içinde ters giden şeyin ne olduğunu kavrayıverdi. Artık kız dünyanın nasıl iyi ve mutlu bir yer haline getirilebileceğini biliyordu. Bu kez doğruydu, bu çözüm işleyecek ve kimsenin bir yerlere çivilenmesi gerekmeyecekti. Üzücü olan, kızın bir telefon bulup da buluşunu binlerine söyleyemeden, korkunç ve aptalca bir felaketin gerçekleşmesi ve bu parlak fikrin sonsuza kadar yitip gitmesi. Bu o kızın öyküsü değil. Fakat o korkunç ve aptalca felaketin ve bazı sonuçlarının öyküsü.


Aynı zamanda bir kitabın, “Her Otostopçunun Galaksi Rehberi” adında bir kitabın öyküsü. Kitap bir Dünya kitabı değil, Dünya’da hiç yayınlanmadı, o korkunç felaket olana kadar da hiçbir Dünyalı onu görmedi, hattâ adını bile duymadı. Yine de baştan sona dikkate değer bir kitap. Gerçekte, belki de Küçük Ayı takımyıldızının hiçbir Dünyalı’nın duymadığı büyük yayınevlerinin çıkardığı bütün zamanların en dikkate değer kitabı. Yalnızca dikkate değer değil, aynı zamanda büyük bir başarının sahibi de: “Gezegenlerarası Ev Bakımı Derlemesi’nden daha popüler, “Sıfır Yerçekiminde Yapılabilecek Elliüç Şey Daha ‘dan daha çok satmış, ve Oolon Colluphid’in bombası felsefe üçlemesi “Tanrı Nerede Hata Yaptı,” “Tanrı ’nın En büyük Yanlışlarından Birkaçı Daha,” ve “Kimdir Bit Tanrı Denilen,” kitaplarından daha tartışmalı bir kitap. Galaksi’nin Dış Doğu Kıyısı’nın daha rahat uygarlıklarında Her Otostopçunun Rehberi, bütün bilgi ve bilgeliğin standart kaynağı olan Galaktika Ansiklopedisi’nin yerini daha şimdiden aldı bile, çünkü birçok eksiğine ve uydurma, ya da en azından aşırı derecede eksik bilgi içermesine rağmen, daha eski olan öncekini iki noktada yaya bırakıyor: Birincisi, biraz daha ucuz, İkincisi, kapağının üzerinde büyük dostça harflerle “Paniğe Kapılmayın” yazmakta. Fakat o korkunç ve aptalca Perşembe’nin olağandışı sonuçlarının ve bu sonuçların dikkate değer bu kitapla çözülemez biçimde iç içe geçmesinin öyküsü çok yalın biçimde başlıyor. Bir evle başlıyor. 1 Köyün hemen ucundaki yamaçta tek başına duran evden Batı Yakası’nın uçsuz bucaksız tarlaları görünmekteydi. Evin dikkat çekici hiçbir yanı yoktu. Aşağı yukarı otuz yaşlarındaki gecekonduyu andıran karemsi, tuğladan yapılmış bir yapıydı ve ön tarafındaki dört pencere boyutları ve oranlarıyla gözü hoşnut etmekten oldukça uzaktı. Evin yalnızca bir tek kişi için bir anlamı vardı: Arthur Dent, çünkü bu onun içinde yaşadığı evdi. Neredeyse üç yıldır, kendisini sinirli ve alıngan yapan Londra’dan ayrılalıberi burada oturuyordu. Otuzlarında, uzun boylu, siyah saçlıydı ve hiçbir zaman kendisiyle barışık değildi. Arthur Dent’i en çok tedirgin eden insanların biteviye niye bu kadar endişeli göründüğünü sormalarıydı.

Arkadaşlarına her zaman sandıklarından daha ilginç olduğunu söylediği yerel radyoda çalışıyordu. Gerçekten de öyleydi -arkadaşlarının çoğu reklamcıydı. Çarşamda gecesi şiddetli bir yağmur yağmıştı, yol ıslak ve çamurluydu. Oysa Perşembe sabahı Arthur Dent’in evine son kez vuran güneş pırıl pırıl parlıyordu. Belediye Konseyi’nin evi yıkıp yerine bir karayolu geçidi yapma kararı henüz Arthur’a uygun biçimde tebliğ edilmemişti. Perşembe sabahı saat sekizde Arthur kendini pek iyi hissetmiyordu. Uyandığında gözleri kan çanağına dönmüştü. Kalktı, bulanık gözlerle odasında dolaştı. Pencereyi açtı, buldozörü gördü. Terliklerini bulup ayaklarını yere vura vura banyoya yöneldi. İşte fırçanın üzerinde dişmacunu, -öyleyse fırçala. Tıraş aynası – tavanı gösteriyor. Düzeltti. Bir an için ikinci bir buldozer görüntüsü yansıdı banyonun penceresinden. Düzgünce yerleştirdiği ayna Arthur Dent’in sakallarını gösteriyordu.

Onları kazıdı, yüzünü yıkadı, kuruladı, atıştırmak için bir şeyler bulma umuduyla mutfağa gitti ayaklarını yere vurarak. Çaydanlık, fış, buzdolabı, süt, kahve, esne. “Buldozer” sözcüğü kafasının içinde bağlantı kurabileceği bir şeyler arayarak bir süre gezindi. Mutfak penceresinden görünen buldozer oldukça büyük bir şeydi. Ona baktı. “Sarı” diye düşündü ve ayaklarını yere vura vura yatak odasına giyinmeye gitti sonra. Banyonun önünden geçerken büyük bir bardak su içmek için durdu; sonra bir tane daha. Akşamdan kalma olabileceğini düşünmeye başladı. Niye akşamdan kalmaydı? İçmiş miydi geçen gece? Öyle olduğunu varsaydı. Tıraş aynasında bir parıltı yakaladı. “Sarı” Durdu ve düşündü. Meyhane, diye düşündü. Ah tabi, meyhane. Hayal meyal kızgın olduğunu, o zaman önemli görünen bir şeye kızmış olduğunu anımsadı. Çevresindekilere bu konudan söz ediyor, uzun uzun bir şeyler anlatıyordu.

Endişe içindeydi. Anımsayabildiği en berrak görüntüler, karşısındakilerin yüz ifadeleriydi. Yeni duymuş olduğu bir karayolu geçidi hakkında bir şeyler. Aylardır yürürlükteydi, yine de kimse bu konu hakkında bir şey biliyormuş gibi görünmüyordu. Gülünç. Bir yudum su aldı. Kendi kendine yoluna girer, diye , karar verdi. Kimse bir geçit istemiyor, Belediye Konseyi’nin tutunacak dalı yok. Kendi kendine yoluna girer. Tanrım ne korkunç bir sarhoşluğun pençesindeydi. Elbise dolabının aynasında kendisine baktı. Dilini çıkardı Sarı diye düşündü. “San” sözcüğü kafasının içinde bağlantı kurabileceği bir şeyler arayarak bir süre gezindi. Onbeş saniye sonra dışarıdaydı, bahçe yolunda ilerleyen büyük sarı bir buldozerin önünde uzanmış yatıyordu. * * * Bay L.

Prosser, onların tanımıyla bir insandı. Diğer bir deyişle, maymundan gelen, karbon esaslı, iki ayaklı bir canlı türüydü. Ayrıntılara girecek olursak, kırk yaşında, şişman ve kılıksızdı. Yerel konseyde çalışıyordu. Şurası gariptir ki, iç içe geçmiş ırkların kuşaklar boyu kaynaşmasının genlerine oynadığı oyun nedeniyle farkedilir Moğol özellikleri taşımasa da, Cengiz Han’ın baba tarafından doğrudan torunuydu. Bay L. Prosser’deki yüce soyunun izleri yalnızca göbek çevresindeki farkedilir kalınlık ve küçük kürk şapkalara olan eğilimiydi. Kesinlikle büyük bir savaşçı değildi: çoğu zaman sinirli ve endişeliydi. Bugün özellikle sinirli ve endişeliydi çünkü işiyle -Arthur Dent’in evinin gün bitmeden ortadan kaldırıldığını görmekilgili bir şey ciddi biçimde ters gidiyordu. “Kalkın oradan Bay Dent,” dedi, “kazanamayacağınızı biliyorsunuz. Sonsuza dek buldozerin önünde uzanamazsınız.” Gözlerinin öfkeyle parlaması için uğraştı ama gözleri bunu beceremedi. Arthur çamurun içinden onun sesini bastırdı. “Gözüm pektir benim,” dedi, “ilk kim paslanacak göreceğiz.” “Korkarım bunu kabul etmek zorunda kalacaksınız,” dedi Bay Prosser eliyle kavradığı kürk şapkasını geriye doğru iterek “ bu geçit inşa edilmelidir ve edilecektir!” “İlk kez duyuyorum bunu,” dedi Arthur, “neden inşa edilmek zorunda olsun ki?” Bay Prosser bir süre parmağını ona doğru salladı, sonra durdu ve geriye çekti parmağını.

“Neden inşa edilmek zorunda olsunla ne demek istiyorsun?” dedi. “Bu bir geçit. Geçitler inşa edilmelidir.” Karayolu geçitleri bir kısım insanın A noktasından B noktasına hızla ulaşmasını, diğer taraftan başka bir kısım insanın da B noktasından A noktasına sıçramasını sağlayan, gereçlerdir. C noktasında yaşayanlar, tam ortadaki nokta olarak, B noktasındakilerin A noktasına gitmeye, A noktasındakilerin de B noktasına gitmeye neden bu kadar istekli olduklarını merak ederler. Çoğunlukla da insanların bir kere ve tamamiyle hangi cehennemde olmak istiyorlarsa oraya gitmelerini dilerler. Bay Prosser D noktasında olmayı dilerdi. D noktası özel bir yer değildi, yalnızca A, B ve C noktalarından çok uzakta herhangi uygun bir noktaydı. D noktasında küçük, güzel, kapısının üzerinde baltalar olan bir kulübesi olsun, ve E noktasında, yani D noktasına en yakın meyhanede biraz hoşça zaman geçirebilsin isterdi. Karısı sarmaşık güllerini tercih ederdi, ama o baltaları yeğliyordu. Neden olduğunu bilmiyordu, yalnızca hoşlanıyordu baltalardan. Buldozer sürücülerinin alaylı sırıtışları karşısında kıpkırmızı kesildi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir