Douwe Draaisma – Sıla Hasreti Fabrikası, Bellek Yaşlılıkta Nasıl İşler

Hollanda’daki en eski anı hangisidir acaba? 2005 yazına kadar sorulsaydı, bu sorunun cevabını kesin olarak verebilirdim. Cevabı bulmak için Hollanda’nın en yaşlı belleğini, Hoogeveen’li Hendrikje Schipper’in belleğini alıp içinden en eski anıyı çıkarmak yeterli olurdu. Hendrikje 1890 yazında prematüre olarak doğmuştu, iki kilo bile değildi. O zamanlar küvez daha icat edilmemişti. Hayatta kalmasını onu dört hafta boyunca yün bir önlüğe sarıp sarmalayarak kucağından hiç indirmeden ateşin başında oturan büyükannesine borçlu. Anlaşılan serin bir yazmış. Hendrikje yaşayacak ve Hollanda’nın en yaşlı kadını olacaktı. Öldüğünde 1 1 5 yaşındaydı. Bir söyleşide anlattığı ilk anısı işte bu büyükanneyle ilgili. Hendrikje ateşin hemen yanında bir ayak ısı tıcısının üzerinde oturuyormuş. Büyükannesi ona yumak haline getirilmiş, çözmekle bitmeyen bir çile yün vermiş: “Bu çok baştan savma olmuş, çöz de bir daha sar! “1 O zamanlar üç yaşlarındaymış. 115’ten üç çıkaralım: Hollanda’nın en eski anısı 112 yaşındaydı ve Hoogeveen’deki bir bakımevinin odasında hala capcanlıydı. Ama böyle bir anı nasıl canlı kalır? Hendrikje kendisinin ayak ısıtı cısının üstündeki halini o zamanlar belleğinde depolandığı şekliyle mi hatırlıyor? Yoksa bu hikayeyi o kadar çok anlattı ki, aslında kendi uydurduğu hikayeyi mi hatırlıyor? Ya da daha da kötüsü: Ona çocukken büyükannesinin yün sardırdığını anlattılar da bu anlatılanı kendisi bir anıya mı dönüştürdü? Diyelim ki belleğindeki, kendi hatırladığı ya da başkalarının anlattığı bir hikaye değil de bir ilk resim … Bu ilk resmi hep yeniden baştan mı depoluyor acaba? Öyleyse ilk anısı, bu anıyı son hatırlayışından daha eski değil aslında. Bu sonuncusu bellek alanında uzmanlaşmış çoğu psikoloğun görüşü: Bir şeyi hatırlayarak yeni bir nöral yol oluştururuz ve aynı 1 S. Van den Oord.


Ernwclirıgcıı. Lncıısvcrlıalcn ıwı lıorıı/cnljcırigcıı iıı Ncclcrlaııcl. Aınstcrdaın 2002. s. 106. 8 Sıla Hasreti Fabrikası şeyi bir daha “hatırladığımız”da etkinleşen aslında en son oluşturduğumuz yoldur. Anılar, en eski anılar bile beyin dokusuyla birlikte zaman yolculuğu yapar ama bu arada hep yeni kopyalar eşlik eder onlara. Bu teoriye göre, ilk anıyı hatırlayınca belleğin nöral devrelerinde ilginç bir kısa devre meydana gelir: En eski anı kısa bir süreliğine en yeni olana, ilk anı son anıya dönüşür. Görünen o ki, yaşlanmakta olan bir bellekte böyle birçok kısa devre oluşmaktadır. Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi romanındaki kahramanlardan biri, Bay Lorry yetmiş yaşını çoktan geride bırakmıştır. Bir gece, sohbet sırasında hatıralarını anlatırken, “Annenizin kucağında oturduğunuz günlerden bugüne kadar çok uzun zaman geçmiş gibi geliyor değil mi size?” diye sorar dinleyenlerden biri. “Yirmi yıl önce olsaydı, bu soruya evet diye cevap verirdim” der Lorry. Ama artık bu yaşta hayatının daireler çizdiği ve başlangıç noktasına tekrar yaklaştığı duygusuna kapılmıştır: “Uzun zamandır uyuklayan anıları hatırlayınca çok duygulanıyorum. “2 Dickens İki Şehrin Hikayesi’ni yazdığında kırklı yaşlarının ortalarındaydı; söz konusu fenomeni yaşlılardan dinlemiş olmalı. Günter Grass Beim Hauten der Zwiebel (Soğan Soyarken)3 adlı özyaşam öyküsünü yazdığında Bay Lorry’yle aynı yaşlardaydı.

Kitabın piyasaya çıkmasından birkaç gün önce Frankfurter Allgemeine Zeitung’a verdiği çok ses getiren bir söyleşide silahlı SS üyesi olduğuna ilişkin gecikmiş itirafı yer aldı. Röportajda aynı zamanda, altmış yıllık hatta daha da eski olayları ve yaşantıları güvenilir biçimde hatırlamanın mümkün olup olmadığına da değiniliyordu. Grass savaş sonrasının büyük politika ve sanat tartışmalarına ilişkin anılarını anlatırken gazetecilerden biri atılıp biraz kuşkuyla şu soruyu sordu: “İnsan seksenine merdiven dayamışken bütün bunlar çok geride kalmış olmuyor mu?” Grass şöyle yanıtladı: “Bilakis, daha dün gibi. 1996 yılında çıktığım yolculukları eksiksiz olarak saymam istense, dönüp not defterlerime bakmam gerekir. Ama insanın yaşı ilerledikçe çocukluk dönemi belirginleşiyor. Otobiyografi yazmak için doğru zaman belli ki yaşa da bağlı. “4 2 Charles Dickens, Eine Geschichte aus zwei Stiidten, Zürih, 1 945, s. 351. 3 G. Grass, Beim Hiiuten der Zwiebel, Münih, 2008 (Göııingcn 2006). 4 Fraııhf urter Allxemcine Zcitung, 1 2.08.2006, “Warum ich nach sechzig jahren mein Schweigen breche”. Önsöz 9 Yıllar geçtikçe gençliğini daha net görebildiği duygusuna Grass da kapılmış olmalı. Söz konusu f enomeni kiş isel deneyiminden bilen birçokları, bunun ilk kez altmışlarına doğru ortaya çıknğını ve sonra da güçlenerek sürdüğünü söylüyor.

Kiş inin on yaş ındayken oturduğu sokaktaki komş usunun yüzü aniden zihninde beliriverir, uzun süredir raflardan kaybolmuş bir deterjanın markasını, çocukken geceyi geçirdiği bir yerde başına gelen bir olayı ya da on dört yaşındayken okuduğu kitaptan bir sahneyi durup dururken hanrlayabilir. Söz konusu olan, görünürde hiçbir neden yokken apansız ortaya çıkan anılardır, kişi onları aradığını, onların hala aranabileceğini bilmiyordur bile, Lorry’nin sözünü ettiği uykudan kendi kendilerine uyanıvermiş gibidirler. Bazen “elli yıldır aklıma gelmemiş ti” denilen türden olsalar da o kadar keskin ve bozulmamıştırlar ki, insan ancak yaşlanınca hareketlenen bir tabakanın altında hiç zarar görmeden kalmış ve şimdi günışığına çıkmış gibidirler. Bellekte çok uzun süreli depolama için vaktiyle Pennastore terimi önerilmiş ti: çok uzun süre hiç eriş ilmeden, hareketsiz biçimde kilit altında kalan bir şeyin ta o zamanki kokularla birlikte yeniden açığa çıkması deneyiminin hakkını veren bir metafor. Psikolojide hatırlama efekti denilen eski anıların bu geri dönüşü tam bir muammadır. Dönüp bakıldığında tam da en eski anıların akla gelmesi, iç rahatlığıyla “unutmanın ilk temel yasası” dediğimiz şu olguyla tezat içinde gibi görünmektedir: Bir olayın üzerinden ne kadar uzun zaman geçmişse, onu hatırlama ihtimalimiz de o kadar azdır. Bu anıların ortaya çıkmak için neden ille de yaşlılığı beklediği ise başka bir muammadır. Kırklarında, ellilerindeki insanların belleklerinde de depolanmış halde bulunmaları gerekmez mi? Öyleyse niye ille de bellek gerçekten yaşlanınca gösteriyorlar kendilerini? Sanki bunca yıl boyunca yayın yasağı varmış da yasağın kalkması için belli bir süre geçmesi gerekiyormuş gibidir. Bu kitap büyük ölçüde hatırlama efekti üzerine. Geçen on yıl boyunca otobiyografik hafızayla ilgilenen psikologlar bu konuda çok sayıda araş tırma yaptılar. Bu eski anıları geri getiren aslında nedir? Bu dönüş ne zaman baş lar? Üzücü anılar da güzel anılar kadar kolayca hatırlanır mı? Kişinin erken bir dönemde yaşadığı şeyi iyi hatırlaması biyolojik olgunluk meselesi midir? Yoksa yaşa- 1 O Sıla Hasreti Fabrikası mın ilk yıllarında daha mı çok hatırlanmaya değer hadise yaşanır? Hatırlama efekti bir kez ortaya çıkınca yaşın ilerlemesiyle birlikte daha da güçlenir mi? Hayatın geç dönemine ait anılar bunca az olduğu için mi erken döneme ait anılar bu kadar çoktur? Bunlar “Anımsamalar” başlıklı bölümde ele aldığını ve diğer birçok bölümde değineceğim sorular. Anımsamaların bir hayat hikayesinde mutlaka yeri vardır ama o hikayeyi oturup yazma isteği de uyandırabilirler insanda. Daha on yıl önce anılarıyla uğraşmayacaklarından emin olan yazarlarca kaleme alınmış özyaşam öyküleri azımsanmayacak sayıdadır. Bu, nörolog Oliver Sacks için de geçerli. Sacks altmış yaşlarındayken gençlik anılarının kendiliğinden zihninde beliriverdiğini fark etmiş.

Tıpkı Lorry gibi, o da, bu anıları tanımlarken, o yaşına dek “uyuduklarını” söylüyor, gelgeleliın uyandıklarında üzerinde öyle bir baskı yapmışlar ki kendisini özyaşam öyküsü Tungsten Dayı’yı yazmaya neredeyse mecbur hissetmiş. 2005 yılında kendisiyle yaptığımız sohbette yaşlandıkça zamanın nasıl daha hızlı geçtiğinden, zamanın anıları değiştirebildiğinden, özyaşam öyküsünü bir psikanaliz biçimi olarak kaleme aldığından söz etmiştik. Hayatına dönüp bakarak anlattığı hemen her şeye, -annesiyle ilgili anılarına, anne babasının gözünde “iyi doktor” olma arzusuna- anıları damga vurmuştu. Geriye bakışı parlak kariyerine, yazdığı kitaplara, onursal doktor unvanlarına, aday gösterildiği veya kazandığı saygın ödüllere yönelik değildi – şimdi, yetmişli yaşlarının başlarındayken onu en çok meşgul eden nasıl bir evlat olduğu sorusu idi . Tuhaftır ki, hatırlama efekti tam da belleğin zayıOadığı yaşlarda güç kazanır. Anılar fark edilir ve ölçülür biçimde zayıOayan bellek süreçlerinin ortasında bir novum’dur [yenilik]. Yapacaklarını akılda tutmak yaşlı insanlar için hep daha zahmetlidir. Kelimeleri hatırlamak gitgide güçleşir, hele isimler çok kolay unutulur. Bir şeyi ezberlemek ve olayları doğru zamana yerleştirmek yaşlandıkça zorlaşır. Sorulması gereken şudur: Bu sorunlar nasıl ortaya çıkmaktadır? Ve tabii, ne yapılabilir? Bellek antrenmanı yapılabilir mi’ Belleğin zayıOamasını hızlandıran nedir? Belli bir düzeyde kalması sağlanabilir mi? Unutkanlık yaşlılığın bir parçası mıdır? “Unutkanlık” ve “Büyük Unutuş Pazarı” bölümlerinde de göreceğimiz gibi, bu soruların yanıtları yalnızca bellekle olan kişisel ilişkimiz Önsöz 11 açısından değil iyi iş leyen bir belleğe ilişkin sorumluluğumuzun nerede baş layıp nerede bittiği açısından da önemlidir. Bellek hakkındaki birçok psikolojik araş tırma anıların güvenilirliğine odaklanır. Anının gerçekten olup bitenle örtüştüğü koşullar vardır. Ama aynı zamanda öyle yerler ve anlar da vardır ki -terapide, hayatımıza dönüp bakarken, anne babamızı hatırlarken, özyaşam öykümüzü kaleme alırken olduğu gibi- insan kendi anılarının değişmiş olduğunu anlayıverir; bellek güvenilmez olduğundan değil, bir olay ya da yaşantı artık bambaşka bir gözle görüldüğünden ve eskiden taş ıdığı anlamı artık taşımadığından. Yaşlılar, hayatta kaçınılmaz olan asimetriler yüzünden bu değiş imleri daha çok yaşamış tır: Altmış yaşındaki birisi yirmi yaşında olmuştur ama yirmi yaşındaki birisi altmış yaşında olmanın ne demek olduğunu bilmez. Kendi okul anılarımızın çocuk sahibi olduktan sonra hiç değişmeden kaldığını kim iddia edebilir? “Gecikmiş İdrak” adlı bölümün konusu böyle anılar – çünkü belki de yıllarla birlikte gelen, bilgelik değil de Kierkegaard’un günlüğüne gelişigüzel yazdığı şu cümlenin ne kadar doğru olduğunun idrakidir: “Hayat ancak geriye doğru bakarak anlaşılabilir ama ileriye doğru yaşanmak zorundadır.

” Eski anıların geri dönüşü her seferinde hemen memnuniyetle kabul edilmez. Anımsamalar yaşlılıkta yoğun nostalji duygularını harekete geçirebilir. Hylke Speerstra Het wrede paradijs [Gerçek Cennet] adlı kitabını hazı rlarken 2. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Avrupa’dan göç eden Frizyalılarla konuştu.5 Hollanda’daki büyük göçmenlik merkezleri Kanada, ABD, Avustralya ve Yeni Zelanda’ya yerleştirilmelerini sağlamış tı. Peşlerinden giden Speerstra sıla hasretinin insanı iki kez etkisi altına alabileceğini saptadı: İlki insan yeni vatanına ayak bastıktan hemen sonra, ikincisi ise bundan kırk elli yıl sonra; göçmenler, yetmiş seksen yaş larına gelince yine anadillerinde rüya görmeye, elli yıl önce terk ettikleri yerleri ve insanları sık sık hatırlamaya baş lamış lardı. Onların bellekleri de kısa devre yapıyordu: Artık gurbete giderken artlarında bıraktıkları anne babalarından daha yaşlılardı ve geride kalanların yaşadıkları acıyı her zamankinden daha güçlü biçimde hissediyorlardı. Zamanla her şeyin geçtiği doğru değildi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir