E. Abdurrahman – Citlembik 7

Douglas Williams Afrika asıllı bir Amerikalı. Küçük yaşta öksüz kalıyor. İki yaşından on beş yaşına kadar kendisine Protestan bir papaz ve hanımı bakıyor. Onlar vefat edince yetimhanede iki sene kalıyor. Dört yıl da dindar olmayan bir İranlı ailenin yanında kalıyor. İçinde Afrika’ya gitmek için bir arzu doğuyor. Oraya kendisini aramaya gidecektir ama tek yol çeşitli kurslara katılıp bir misyoner diploması almaktır. Mali ve Senegal’de iki yıl kalıp geri dönüyor. Az da olsa orada İslamiyet’i tanıma fırsatı buluyor. Afrikalı Müslümanların çok güzel özelliklerini keşfediyor ve etkileniyor. “Bir kere Müslümanlar misafirperver ve iyi insanlar.” diyor. Önceki dönemden bazı şeyler de kafasını karıştırmış: “Mesela pazar günleri tişört giymenin dinen doğru olmadığını söylüyorlardı. Ben de İncil’i açıp ‘Hani nerede tişört giyemezsiniz diye yazıyor?’ demiştim.” Tarih düşkünü Williams, okurken Türklerle karşılaşır.


Selçukluları, Kanunî Sultan Süleyman’ın askeri başarı ve stratejilerini okur. Güzel hat ve çini sanatlarımızı görür. Bu durum onu İslam’a götürmektedir. Bu yüzden hanımı ile anlaşamayıp ayrılırlar. Müslümanlardan oluşan bir arkadaş grubu ile tanışır. Malcom X’in hayatını okur, tesirinde kalır. “Önceleri uyuşturucu ve kadın satan bir adamın, İslam’ı seçince hangi noktalara geldiğini görüp etkileniyordum. İslamiyet’i gereğince yaşayan birisiyle tanışmıştım. Ramazana hazırlanıyordu. Oruçtan anladığım, İslam’ın disiplin gerektirdiği idi. Kendimi oruçla disipline ederek yeme-içme ihtiyacına karşı direnebiliyordum. Kelime-i şehadet getirdim. İslam’ın ırklar veya etnik kimlikler konusunda hiç ayrımcılık yapmaması zaten benim bu dine ilgimi daha da artırmıştı. Cuma günü mescidde, Afrikalı, Amerikalı veya Asyalı, farklı dilden ve renkten insanlar aynı saftaydı. O mescidde sanki bir dünya vardı.

Hepsi de Allah’a kulluk ediyorlardı. Bu cezbeden bir imajdı. Daha Müslüman olmadan önce de mescide gitmiştim. Tam namaza durdukları sırada arka safta bulunan ve bir halterci kadar güçlü görünen Müslüman bir kardeş arkasını döndü ve bana ‘Gel namaza katıl!’ dedi. Ben ‘Ama ben Müslüman değilim.’ dedim. O, ‘Olsun olsun. Sen gel katıl!’ dedi. İşte içimdeki kor o anda aleve dönüştü. Ben mescidde samimiyeti görmüştüm. Beni namaza davet eden sesteki nezaketi ve içtenliği, bütün hücrelerimle hissetmiştim. O ses bana Müslüman olmadığımı bildiği halde ‘Gel! Her şeye rağmen gel, katıl!’ diyordu.” Williams’a tesir eden bir husus da, sorduğu sorulara, akla takılan hususlara mantıklı cevapların verilmesiydi. “Ayrıca İslam çocuklara da diyor ki, ‘Siz doğuştan temiz ve iyisiniz. Kirli bir şekilde doğmadınız.

’ Bu bile benim için çok önemli. Bize yıllarca günahkâr olarak doğduğumuz öğretilmişti. Yani ben ne yaptığımı hiç bilmeden kötü olarak doğmuşum. Bir de bana Veda Hutbesi’nde Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sık sık ‘Görevimi yaptım mı?’ diye sorması çok tesir etti. Bunları okurken ağlamaya başladım. Onun bir fotoğrafı yok ama işte böyle muhteşem bir portresi var!” diyen Williams kurtuluş gemisine binmiş oluyor. Ne mutlu ona ve onun gibilere… Allah’ın Sevgili Kullarını Ziyaret Afyon’un meşhurlarından Dr. Râsim Hancıoğlu amcam, Üstad Bediüzzaman ile ilgili hatıralarını anlatırken diyor ki: “Biz toplantı ve sohbetlerimizde Mevlânâ Hazretlerinin Mesnevî’sini okurduk. Mesnevî’nin bir yerinde der ki: ‘Bir yere gittiğinizde, bir vilayet gezdiğinizde veya bir beldeyi ziyaret ettiğinizde, oranın câmiini, mektebini, dağını, ovasını, ormanını gezmekle ve oralardan geçmekle, o beldeyi görmüş olmazsınız. O beldede yaşayan Allah’ın sevgili kullarından birisi vardır. Eğer onu ziyaret etmişseniz, mutlaka o beldeyi ziyaret etmiş olursunuz.’ Bu bahis geçti. Bunun üzerine biz düşünmeye başladık. ‘Bizim memleketimizde böyle bir zât dolaşıyor.

Fakat ne yazık ki, biz bu büyüğü ziyaret etme imkânından mahrum yaşıyoruz. Yarın rûz-i mahşerde (mahşer gününde) bize bir sual tevcih olur da ‘Bir büyük zât etrafınızda dolaştı, durdu da siz gidip ziyaretinde bulunmadınız, bunun cezasını çekersiniz’ derlerse biz bundan nasıl kurtulacağız?’ diye arkadaşlarla bu meseleleri konuşup düşündük. (…) (Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret etmek için) Ankara Oteli’nin önüne geldik. Baktık kimsecikler yok, ‘Eyvah gitmiş!’ dedik. Altı numaralı odada kaldığını biliyorduk. ‘Oraya kadar çıkalım, hiç olmazsa odayı ziyaret edelim, o da ziyaret yerine geçer. Hiç olmazsa ‘Biz geldik, sizi bulamadık.’ diye, kendimizi kurtarmak için bir mazeretimiz olur.’ diyerek yukarıya çıkıp altı numaralı odayı açtık. Bir de ne görelim. Hz. Üstad yalnız başına yatağın üzerine uzanmış duruyordu. Hemen kalktı, şöyle bize bir baktı. Selam verdik, ‘Ve aleyküm selâm!’ diye selamımızı aldı. Huzuruna yaklaştık.

Arkadaşım beni takdim etti ‘Efendim, işte Dr. Râsim Hancıoğlu bu zattır.’ dedi. Ellerini öptük, bizi kucakladı ve dualar etti. ‘Hoş gelmişsiniz kardeşim.’ dedi. Musafaha yaptıktan sonra, bana ‘Sen Hastalar Risâlesini okudun mu?’ diye sordu. ‘Küçük eserlerinizi okudum, ama Hastalar Risalesini okuyamadım.’ dedim. ‘Öyleyse onu sana temin etsinler. Onu da oku. Madem ki, doktorsunuz, size faydası olur.’ dedi. Bize hastalık ve doktorlukla alâkalı nasihatlar edip dersler verdikten sonra, ‘Sizi kardeşliğe kabul ettim.’ dedi.

Eserleri okuma ile alâkalı olarak konuştuktan sonra, müsaade isteyip ayrıldık. O sırada, Üstad’ın yanına Zübeyir Gündüzalp gelmiş, hizmet ediyordu. Bizi hayretle karşıladı. Bize ‘Siz nasıl girdiniz? Kimse giremiyor.’ dedi. Biz de, ‘Bizi çağıran çağırdı, biz de bu davete icabet ettik.’ dedik.” Şimdi bazıları diyeceklerdir ki: “Bu kendini bilmez Abdurrahman, sanki mühim şahsiyetmiş gibi insanları kendi ziyaretine davet etmek için, böyle şeyler anlatıyor!.” Hayır ve asla öyle bir niyetim yok. Zaten ben kendimin nasıl birisi olduğunu, aklı havada, dereden tepeden konuşan birisi olduğumu biliyorum. Bazı ağabeylerin benim hakkımda öyle düşünmelerine hiç gerek yok. Sırf bir gerçeği anlatmak için yazdım. Apaçi Cevat Amcam Cevat amcamı 1993’te Amerika’da tanımıştım. Karaciğerinden rahatsızlığı vardı. Apaçi Kızılderililerden birisinin karaciğeri takıldığı için kendisi dahil herkes ona Apaçi Cevat diyorlardı.

Hiç İngilizce bilmemesine rağmen birden hastanenin maskotu gibi olmuştu. Dünya çapında isim yapmış olan Prof. Dr. Şükrü Emre Bey, karaciğer uzmanı olarak ameliyatını yapmıştı. Onunla çok iyi görüşüyorlardı. Apaçi Türkiye’den getirttiği mavi boncukları bütün hemşerilere dağıtmış, mutlaka takmalarını istemişti. Onlar bunun sebebini sorunca “Bizim memleketimiz olan Türkiye’de güzel insanlara nazar değmemesi için bu gök boncuklar takılır.” demiş ve herkesin sevdiği bir hasta olmuştu. Çok rahatlıkla herkesle tanışır ve tarzanca bile olsa anlaşırdı. Onun her hastalıkla ilgili, mutlaka otlardan ve çiçeklerden bildiği bir ilacı vardı. İtalyan asıllı yeni Müslüman olmuş Yusuf amcam bir gün dedi ki: “Benim de vücudumda bir tutukluk var ama Apaçi Cevad’ın yanında söyleyemiyorum. Söylesem biliyorum hemen ‘Yusuf sırtına biraz kekik ve nane saralım, bir İngiliz atı bulup seni onun üzerine bindirelim. Terleyinceye kadar, koşturursan bu tutukluktan kurtulursun!’ diyecektir.” dedi. Bir gün Apaçi amcam, öğrenci ağabeylerin evine yeni hapisten çıkmış bir zenci getirmişti.

Bütün Uzak Doğu sporlarını bilen bu Müslüman zenci, zamanında E. Şah Muhammed’e korumalık yapmış iri yarı birisiydi. Ama kalbi çok yumuşak, gözleri de yağmur gibiydi. Biz kendisine İngilizce alt yazılı “Minyeli Abdullah” filmini seyrettirdik. Seyrederken yer yer hep gözyaşı döktü. Ama bazı öğrenci abiler, onun varlığından çekinip başka arkadaşlarının evlerine gittiler. Halbuki çekinilecek hiçbir tarafı yoktu. Bunlar liderleri vefat edince bu sefer zenci mahallelerinde uyuşturucu satan çetelerle mücadeleye girişmiş ve onları temizlemeye çalışmışlardı. İşte bu çatışma sırasında meydana gelen olaylardan dolayı hapse düşmüş, ceza müddetini tamamlayıp çıkmıştı. Her nasılsa bizim Apaçi ile karşılaşmış, o da eve getirmişti. Bunun üzerine babamla Apaçi amcam bu tip hapisten çıkan zenci Müslümanlara nasıl yardım edebiliriz diye çok düşündüler. Apaçi amcam “Eğer tedaviden sonra bir yolunu bulup Amerika’da kalabilirsem, ben bunlar için önce bir deneme evi tutayım. Hapisten çıkanları oraya yerleştirelim. Sonra da bunlara uygun ucuz işler ayarlayalım. Amerika’da yok; ama tezgah üzerinde ne alırsan bir dolara gibi şeyler düşünelim.

Ufaktan başlayıp az para ile ticaret yapmasını öğrensinler. Vergilerini de verirlerse, Amerikan idaresi bunlara iyi gözle bakar ve korur. Böyle yeni yeni evler açıp, hapisten çıkanları hayata ve ticarete alıştırmış oluruz.” dedi. Babam da “Apaçi, Allah’ın izniyle sen bunu başarabilirsin ve çok sevap kazanırsın.” dedi. Ama Apaçi amcam, Amerika’da kalma imkânı bulamayıp Ankara’ya dönünce bu proje de yattı… Babam Amerika’da kaldığı müddetçe Apaçi’nin bu projesini düşündü ama onu hayata geçirecek birisini bulamadı. Geçen gün Apaçi amcam bizim evi aramış ve babama “Karaciğeri kurtardık, ama vücuda uyum sağlasın diye kullandığım ilaçlar böbreklerimi çürütmüş… Allah kerim… Zencilere bir faydamız dokunmadı fakat şu Abdurrahman’ı biraz yanıma yolla ona ticaretin inceliklerini öğreteyim.” demiş. Sağ olsun ve Allah acil şifa versin… Apayların Dinen Ezan Hasreti Sağ olsun Ramazan Kerpeten amcam bizi yazısız bırakmıyor. Sizlere e-mail ile gönderdiği bir yazısını takdim etmek istiyorum: Ezanla doğmuş ezanla büyümüş kimseler, ezanın olmadığı diyarlarda derin bir ezan hasreti çekerler… Ezanın gerçek kıymetini de bu insanlar bilirler! Hicret düşüncesiyle dünyanın dört bir yanına, “ezansız nice semtlere” giden civanmertler, bu hasreti iliklerine kadar yaşamakta olsalar da, eğitim meşalelerini daha da ötelere taşıma azminden geri kalmazlar. Evet, yaşanan onca güçlüklerin yanında, bu hüznü de sineye çekiyorlar… Bu özlemi o kadar sinelerine bastırıyorlardı ki, bu bilinçaltı yüklenmesine daha fazla dayanamayıp dışa taşıranlar vardı; Orta Asya’daki uzak okullardan birisindeki Mustafa isimli genç bir öğretmen, bir gece uykusunda en gür sesiyle, bağıra bağıra ezan okumaya başlamıştı. O kadar ki, kaldığı evin ahalisinin tamamı uyanmıştı. Belki de çevredeki komşular bile uyanmıştı, ama bir Mustafa uyanmamıştı! Ezan okuması bittiğinde ancak onu uyandırabilmişlerdi. Sabah namazına durduğunda, durulmuş ve maneviyatla yunup yıkanmış bir hâli vardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir