E. Balibar, I. Wallerstein – Irk Ulus Sinif, Belirsiz Kimlik

Bu kitapta topladığımız ve birlikte sunduğumuz bu denemeler kişisel çalışmamızın, her birimizin sorumluluğunu tek başına yüklendiği anlarıdır. Ancak durumun ve koşulların özelliği bu denemeleri, son yıllarda yoğunlaşan ve bugün bir yansımasını ortaya koymak istediğimiz bir diyaloğun unsurları haline getirdi. Aydınlatılmasına katkıda bulunmak istediğimiz canalıcı soru şudur: Çağdaş ırkçılığın özgüllüğü nedir? Kapitalizmde sınıflara bölünmüşlükle ve ulus-devletlerin çelişkileriyle nasıl ilişkilendirilebilir? Irkçılık görüngüsünde bizi, karşılıklı olarak, milliyetçilik ve sınıf mücadelesinin eklemlenmesini yeniden düşünmeye iten nedir? Bu soru yardımıyla “Batı Marksizmi”ne gireli on yıldan fazla olan daha geniş bir tartışmaya da katkıda bulunmak istiyoruz. “Batı Marksizmi”nin, bu tartışmadan, çağını yakalayabilmek için yeterince yenilenmiş bir şekilde çıkacağı umulabilir. Bu tartışmanın uluslararası bir tartışma olarak ortaya çıkması ve felsefi düşünme ile tarihsel sentezi ve kavramsal bir yeni baştan inşa ile günümüzde (özellikle Fransa’da) ivedi olmaktan da öteye giden siyasal sorunların çözümlenmesini birleştirmesi kuşkusuz bir rastlantı değildir. Burada bazı kişisel bilgiler vermek isterim. 1981 yılında Immanuel Wallerstein’la ilk kez tanıştığımda (1974’te yayınlanmış olan) The Modern World-System adlı eserinin ilk cildini okumuştum, ancak henüz ikinciyi okuyamamıştım. Bu nedenle ona üretim tarzlarının dönemselleştirilmesine dair “geleneksel” Marksist tezin “kuramsal olarak bilinçli” bir sunumunu borçlu olduğumu bilmiyordum — bu tez, modernliğin başlangıcını saptamak için tarihi, ya 1500 dolaylarında (Avrupalılar’ın yayılmasıyla ve dünya pazarının yaratılmasıyla birlikte) ya da 1650’ye doğru (ilk “burjuva” devrimler ve bilimsel devrimle birlikte) “kesmeyi” önerenlere karşı, manüfaktür dönemini bir geçiş dönemiyle ve tam anlamıyla kapitalist tarzın başlangıcını da sanayi devrimiyle özdeşleştirmektedir. Özellikle de, Spinoza’nın müdahalesini —yalnızca, “ortaçağa ait” bir geçmiş açısından değil çağdaş eğilimler açısından da devrimci olan çizgisiyle— zamanının siyasal ve dinsel gruplarının mücadelelerinin (milliyetçilikle kozmopolitliği; demokrasi yanlılığıyla “kitle korkusu”nu birleştirmeleri nedeniyle) tuhaf bir şekilde atipik olan oyunlarının çerçevesine oturtmak için, tam da Wallerstein’ın 17. yüzyıl Hollanda hegemonyası çözümlemesinde bir dayanak noktası bulacağımı da bilmiyordum. Buna karşılık, Wallerstein’ın da bilmediği, bizim yetmişli yılların başından beri, Kapital’i “yapısalcı” okuyuşumuzun ortaya çıkardığı tartışmaların ertesinde ve tam da dönemselleştirmenin klasik çıkmazlarından kaçınmak için, sınıf mücadelesinin ve karşılığında bu mücadelenin sonuçlarının çözümlenmesini, sadece, ideal bir araç olarak ya da değişmez bir sistem olarak değerlendirilen —ki bu, yapının tamamıyla mekanist bir anlayışla kavranmasıdır— üretim tarzının gelişiminden değil, aynı zamanda toplumsal oluşumlar çerçevesinde kapitalizmin gelişiminden de önemli sayma gerekliliğini kabul ettiğimdi. Bundan, bir yandan üretim ilişkilerinin biçimlendirilmesinde sınıf mücadelesinin tarihsel görünümlerinin (Marx’ın çift anlamlı üstyapı kavramıyla belirtilenler de buna dahil olmak üzere) bütününe belirleyici bir rol atfetmek gerektiği sonucu çıkıyordu. Öte yandan yine bu, kapitalizmin, birikimin dünya ölçeğine çıkmasını ve emek gücünün proleterleşmesini zorunlu olarak gerektirdiğini öne süren Marx’ı sürekli doğrulamaya yönelerek, ama farklılaşmamış “dünya pazarı” soyutlamasının ötesine geçerek, emek (ya da ücretliler)-sermaye ilişkisinin yeniden üretim alanı sorununu bizzat kuramın içine koymayı zorunlu kılıyordu. Aynı şekilde, Althusser’in, her toplumsal oluşumun birçok üretim tarzının birleşmesi üzerine kurulu olduğu tezinin yanısıra Fransa’da yetmişli yıllarda göçmen işçilerin özgül mücadelesinin ortaya çıkışı ve bunların siyasal açıdan yorumlanmalarının güçlüğü de beni, işçi sınıfının bölünmesinin ikincil ya da kalıntı bir görüngü değil, günümüzün kapitalist toplumlarının, devrimci dönüşüm perspektiflerini ve hatta toplumsal hareketin günlük örgütlenmesini belirleyen yapısal (ki bu değişmez demek değildir) bir niteliği olduğuna ikna etmişti.1 Son olarak, “reel sosyalizmin” Maocu eleştirisinden ve “kültür devriminin” (benim kavradığım şekliyle) tarihinden benim aklımda kalan, kuşkusuz revizyonizmin şeytan ilan edilmesi ve Stalinizm nostaljisi değil, “sosyalist üretim tarzının” gerçekte devlet kapitalizmiyle proleter komünizm eğilimlerinin değişken bir birleşimini meydana getirdiği bilgisidir.


Bu farklı düzeltmeler, dağılmış oldukları durumda bile, bir “tarihsel kapitalizm” sorunsalını yapının ve tarihin biçimsel antitezinin yerine koyma ve ticari olmayan toplumların “genelleştirilmiş iktisat” toplumlarına geçişleri süresince eklemlenen üretim ilişkilerinin değişkenliklerini bu sorunsalın ana sorusu olarak tanımlama eğilimindeydiler. Ben diğerlerinin aksine Wallerstein’ın çözümlemelerine sık sık yöneltilmiş olan ekonomizm suçlamaları konusunda çok da hassas değildim. Aslında bu terimin anlamı üzerinde fikir birliğine varmak gerekir. Marksist Ortodoksluk geleneği içinde ekonomizm, üretici güçlerin gelişimine dair bir determinizm olarak görünür: Wallersteincı dünya ekonomisi modeli, bunun yerine, kapitalist birikim ile çelişkilerinin bir diyalektiğini kendi tarzınca gayet iyi ortaya koyuyordu. Wallerstein gelişme ve durgunluk evrelerinin çevrimini içine yerleştirebileceği tarihsel koşullar hakkında kendini sorgularken, bana Marx’ın gerçek tezi ve ekonomizm eleştirisinin ifadesi gibi gelen şeyden uzaklaşmamıştı. Bu tez toplumsal üretim ilişkilerinin, üretici güçlere önceliğidir. Bu önceliğe göre kapitalizmin çelişkileri, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkiler (örneğin, Engels’in itibar kazandırdığı formülasyona göre, üretim ilişkilerinin “özel” niteliğiyle üretici güçlerin “toplumsal” niteliği arasındaki çelişkiler) değil, özellikle bizzat üretici güçlerin gelişimi içindeki çelişkilerdir; “ilerlemenin çelişkileri”dir. Diğer yandan ekonomizm eleştirisi denilen şey, en çok, siyasetin ve devletin, ya pazar ekonomisi alanına ya da sınıf mücadelesinin kendisine nazaran özerk olduğunu savunmak adına yapılır; ki bu da Marx’ın kesin bir biçimde karşı çıktığı liberal ikiciliği (sivil toplum/devlet, iktisat/siyaset) pratikte yeniden sahneye çıkarmak demektir. Oysa Wallerstein’ın açıklayıcı modeli, benim anladığım şekliyle, hem sistemin toplu yapısının, genelleştirilmiş bir iktisatın toplu yapısı olduğunu düşünmeye, hem de bu iktisatın dokusunu devletlerin oluşum süreçlerinin, siyasal hegemonyaların ve sınıf ittifaklarının oluşturduğunu düşünmeye izin vermekteydi. Böylece kapitalist toplumsal oluşumların neden ulus biçimini aldıklarını çözmek sorunu ya da daha iyisi, “güçlü” bir devlet aygıtı etrafında tekleşmiş ulusları, birlikleri dışarıdan ve içeriden engellenen bağımlı uluslardan ayırt eden şeyin ne olduğunu ve bu farkın kapitalizmin tarihiyle nasıl dönüştüğünü çözmek sorunu, bir kördüğüm olmaktan çıkıp belirleyici bir koz halini almaktaydı. Gerçeği söylemek gerekirse benim sorularımın ve itirazlarımın devreye girdiği yer de burasıydı. Bu itirazlarımdan üçünü, tarihsel materyalizmin “geleneksel” bir anlayışını ortaya koyup koymadıklarına karar vermeyi okura bırakarak, kısaca hatırlatacağım. İlk olarak, egemen sınıfların hegemonyasının, son çözümlemede, emek sürecini ve bundan da öte bizzat emek gücünün, işçilerin hem geçimini hem de kültürel formasyonlarını kapsayacak geniş bir anlamda, yeniden üretimini örgütleme kapasiteleri üzerine kurulu olduğuna hâlâ inanmaktaydım. Başka türlü söylemek gerekirse, burada söz konusu olan, Marx’ın Kapital’de kapitalist üretim tarzının yerine oturduğunun asıl belirtisi saydığı, yani değerin değerlendirilmesi ve sınırsız birikim sürecinin dönüşü olmayan noktası olarak koyduğu “reel” altalamadır (subsomption réelle). Daha yakından bakılırsa, (Marx’ın sadece “formel” altalamaya karşı öne sürdüğü) bu “reel” altalama düşüncesi, işçilerin sözleşme, nakdi gelir, resmi siyaset ve hukuk dünyasıyla bütünleşmeleri düşüncesinin çok ötesine gider: bu düşünce emek gücünün eğitiminden, ezilenler tarafından da kabul edilmeye elverişli bir “egemen ideoloji”nin kurulmasına dek uzanan, bir insan bireyselliği dönüşümünü zorunlu olarak gerektirmektedir.

Wallerstein, kapitalist dünya ekonomisi çerçevesinde şekillenen bütün toplumsal sınıfların ve bütün statü gruplarının, “devlet sistemi”nin ve “ticarileşme”nin etkilerine tâbi oluş tarzlarını vurguladığına göre, kuşkusuz böyle bir düşünceye karşı çıkmayacaktır. Ancak bunun sonucu olan çatışmaları ve evrimleri tanımlamak için, Wallerstein’in yaptığı gibi tarihsel aktörleri, onların çıkarlarını ve ittifak ya da çarpışma stratejilerini tasvir etmenin yeterli olup olmayacağı sorusunu sorabiliriz kendimize. Aktörlerin kimliği bile hegemonyanın oluşması ve korunması sürecine bağlıdır. Böylece modern burjuvazi, köylüyü çevreleyen bir sınıf olduktan sonra proletaryayı çevreleyen bir sınıfa dönüşebilmek üzere şekillenmiştir: Direnişlerin dışavurumunu bile önceden gören ve bu direnişlerin doğasıyla kendisini dönüştüren bir “kendi-bilinci” ve siyasal yetenekler kazanması gerekmiştir. Öyleyse egemen ideolojinin evrenselciliğinin kökleri, sermayenin dünya ölçeğinde yayılmasından ve hatta bu yayılmanın bütün “kadrolarına” ortak eylem kuralları sağlama zorunluluğundan çok daha derindedir2; sömüren ve sömürülen için -düşman olmalarına rağmen- ortak bir ideolojik “dünya” kurma zorunluluğunda yatar. Modern siyasetin (demokratik olsun ya da olmasın) eşitlikçiliği, bu sürecin iyi bir açıklamasıdır. Bu aynı zamanda her sınıf egemenliğinin evrenselin dilinde biçimlendirilmek zorunda olduğu ve tarihte birbirleriyle uyuşmayan birden fazla evrenselliğin bulunduğu anlamına gelir. Her birinin üzerinde belli bir sömürü biçiminin özgül gerilimleri etki göstermektedir -yaşadığımız dönemin egemen ideolojileri için de böyledir bu- ve tek bir hegemonyanın kapitalist dünya ekonomisi çerçevesinde yer alan tüm egemenlik ilişkilerinin tümünü birden kavrayabileceği hiç de kesin değildir. Açıkçası ben, bir “dünya burjuvazisi”nin varlığından kuşku duyuyorum. Ya da daha kesin söylemek gerekirse, dünya ölçeğinde birikim sürecinin yayılmasının, yasası kesintisiz rekabet olan bir “dünya kapitalist sınıfı”nın oluşturulmasını gerektirdiğini tamamen kabul ediyorum (ve paradoksun paradoksu olarak, bu kapitalist sınıfa “hür teşebbüs”ün yöneticileri kadar “sosyalist” devlet korumacılığının yöneticilerinin de dahil edilmesini zorunlu görüyorum). Ancak bu kapitalist sınıfın, aynı nedenle, tarihsel anlamda somut olabilecek, kurumlarda örgütlenmiş tek sınıf anlamında bir dünya burjuvazisi olduğuna inanmıyorum. Wallerstein’ın bu soruya şöyle cevap vereceğini tahmin ediyorum: Ancak, diyecektir, dünya burjuvazisinin, iç çatışmalarının ötesinde (hatta bunlar şiddetli askeri çatışmalar şeklini aldıklarında bile) ve özellikle de ezilen halklar üzerindeki hegemonyasının tamamen farklı biçimlerinin ötesinde, kendisine somut bir varlık kazandırmaya yönelen ortak bir kurumu vardır! Bu kurum, devrim ve karşı devrimlerin, sömürgeleştirme ve sömürgelikten kurtuluşun ardından, ulusal devlet biçiminin tüm insanlığa yayılmasından bu yana etkililiği belirgin bir şekilde ortaya çıkan devletler sistemi’dir. Bizzat ben her burjuvazinin, kapitalizmin planlı bir devlet kapitalizmi gibi örgütlü olmadığı yerlerde bile, bir “devlet burjuvazisi” olduğunu inanarak söyledim ve bu noktada uyuşacağımızı düşünüyorum. Bana göre Wallerstein’ın sorduğu en yerinde soru, dünya ekonomisinin (19. ve 20.

yüzyıldaki birçok girişimine rağmen) neden siyasal olarak birleşmiş bir dünya imparatorluğuna dönüşmediği; siyasal kurumun burada neden bir “devletlerarası sistem” biçimini aldığı sorusudur. Bu soruya a priori olarak cevap verilemez: Dünya ekonomisi tarihini ve özellikle de çıkar çatışmalarının, “tekel” görüngülerinin ve dünya ekonomisinin günümüzde zaten giderek tek bir coğrafi alanla sınırlı olmaktan çıkan “merkez”inde sürekli görülen eşitsiz güç gelişimlerinin, fakat aynı zamanda “çevre”sinin eşitsiz direnişleri’nin tarihini yeniden yazmak gerekir. Ancak bu cevap (eğer iyi bir cevapsa) beni, itirazımı açıkça yeniden biçimlendirmeye itiyor. Wallerstein, Modern Dünya Sistemi’nin (1. cilt) sonunda, göreli olarak özerk “toplumsal sistemler”i tanımak için bir ölçüt öneriyordu: evrimlerinin (ya da dinamiklerinin) iç özerkliği. Buradan radikal bir sonuca varıyordu: Genelde (“kabileden” ulus-devlete) toplumsal sistemler olarak adlandırılan tarihsel birimlerin çoğu aslında öyle değildirler; bunlar bağımlı birimler olmaktan öteye gitmezler; tarihte sistem olarak tanımlanabilecek olanlar sadece kendine yeterli cemaatler ve “dünyalar”dır (dünya imparatorlukları ve dünya ekonomileri). Bu tez, Marksist terminolojide yeniden biçimlendirildiğinde bizi bugünün dünyasında tam anlamıyla tek toplumsal oluşumun dünya ekonomisinin kendisi olduğunu düşünmeye yöneltecektir. Çünkü içinde tarihsel süreçlerin birbirine bağımlı hale geldiği en büyük birim odur. Başka bir deyişle dünya ekonomisi yalnızca iktisadi bir birim ve bir devletler sistemi değil, aynı zamanda toplumsal bir birim olacaktır. Sonuç olarak evriminin diyalektiği de küresel bir diyalektik ya da en azından küresel kısıtlamaların yerel güç ilişkilerine önceliği özelliğiyle ayırt edilen bir diyalektik olacaktır. Bu açıklamanın onyıllardır tanık olduğumuz ve bize yüzyıllardır süren zincirleme bir sürecin sona ermesi gibi görünen, siyasetin ve ideolojinin dünya çapında yayılması görüngülerini bireşimsel olarak gösterme gibi bir meziyeti olduğu kuşkusuzdur. Bu açıklama kriz dönemlerinde özellikle çarpıcı bir yansıma bulur. Bu derlemenin devamında görüleceği gibi, ırkçılık ve milliyetçiliğin, geçmişin “yabancı düşmanlığı” ve “hoşgörüsüzlük” görüngüleriyle karıştırılmasını önleyerek, bugün modern dünyanın her yerine yayılan bu görüngüleri anlamak için güçlü bir araç sağlamaktadır: biri (milliyetçilik) merkezdeki devletlerin egemenliğine bir tepki olarak, diğeri (ırkçılık) dünya işbölümünün getirdiği hiyerarşilerin kurumlaşması olarak. Ancak kendime soruyorum: Wallerstein’ın tezi bu biçimiyle, çok çeşitli toplumsal çatışmaların (özellikle de sınıf mücadelelerinin) üstünü biçimsel ya da en azından tek yanlı bir küresellik ve tekbiçimlilikle örtmüyor mu? Bana öyle geliyor ki, bu çatışmaların özelliğini belirleyen yalnızca uluslararasılaşma değil, yerelleşmiş toplumsal ilişkilerin ya da toplumsal çatışmanın yerel biçimlerinin şimdiye dek oynadıkları, “toplamları” doğrudan elde edilemeyen önemli roldür. Başka bir deyişle, ben kendi adıma, içinde bir sistemin düzenlemesinin yer aldığı en uçtaki dış sınır yerine, toplumsal hareketlerin ve bunlardan doğan çelişkilerin özgüllüğünü (ya da tercihe göre, küresel çelişkilerin yansıdığı özgül biçimi) ölçüt aldığımdan, kendime çağdaş dünyanın toplumsal birimleri’nin iktisadi birimi’nden ayrı tutulması gerekmez mi, diye soruyorum.

Kısacası neden örtüşsünler ki? Aynı nedenle dünya ekonomisinin genel hareketinin toplumsal birimlerin hareketinin nedeni olmaktan çok, raslantısal bir sonucu olduğunu öne sürüyorum. Ancak söz konusu toplumsal birimleri basit bir biçimde teşhis etmenin zor olduğunu da kabul ediyorum, çünkü bu birimler ulusal birimlerle kayıtsız şartsız örtüşmemektedirler ve birbirlerini ancak kısmen kaplayabilirler (bir toplumsal birim neden kapalı, hele neden “otarşik” olsun?)3. Bu da beni üçüncü bir soruna getiriyor. Wallerstein’ın, Marx’ın sermayenin sınırsız birikimi dolayımında varolan “nüfus yasası” hakkında verdiği bilgileri hem genelleştiren hem de somutlaştıran modelinin başarısı, bu yasanın insanların direnişini kırarak ya da uzlaşarak, hatta geçim stratejilerini kullanarak ve birbirlerine zıt çıkarlarıyla oynayarak onlara, “işbölümü”nün, toplumsalmesleki kategoriler dahilinde, bir yeniden dağılımını (zorla yada hukuk yoluyla) dayatmaya devam ettiğini göstermesindedir. Bu kapitalist toplumsal oluşumların temeli bir işbölümüdür (bu, geniş anlamda, sermaye üretimi için gerekli olan farklı işlevleri de içerir); ya da daha doğrusu toplumsal dönüşümlerin temeli işbölümünün dönüşümüdür. Fakat böylece Althusser’in daha önce toplum etkisi olarak adlandırdığı şeyin bütünlüğünü işbölümüne dayandırmakla daha aceleci davranmış olmaz mıyız? Başka bir deyişle (Marx’ın bazı felsefi metinlerinde yaptığı gibi) toplumların ya da toplumsal oluşumların, sadece bazı tarihsel ilişkiler çerçevesinde üretimi ve mübadeleleri örgütleyebildikleri için “hayatta” kaldıklarını ve göreli olarak dayanıklı birimler oluşturduklarını düşünebilir miyiz? Daha açık olmam gerekirse; burada söz konusu olan, maddecilik ve idealizm çatışmasını tekrarlamak ve toplumların iktisadi birliğinin, gerek hukuk, gerek din, gerekse ensestin yasaklanması vb. açısından tanımlanmaya çalışılacak bir sembolik birlikle bütünlenmek ya da yerini ona bırakmak zorunda olduğunu telkin etmek değildir. Söz konusu olan daha çok Marksistler’in, kendi çözümlemelerinin anlamına dair, büyük ölçüde liberal iktisat ideolojisinden (ve bu ideolojinin içkin antropolojisinden) miras kalan akıl almaz bir yanılsamanın kurbanları olup olmayacaklarını sormaktır. Kapitalist işbölümünün, görevlerin, bireylerin ve toplumsal grupların birbirini tamamlayıcılığıyla hiçbir ilgisi yoktur: Bizzat Wallerstein’ın da sık sık tekrarladığı gibi toplumsal oluşumların, çıkarları ortak olmaktan giderek uzaklaşan karşıt sınıflar halinde kutuplaşmalarına yol açar. Bir toplumun (çatışmalı da olsa) birliği böyle bir bölünmenin üzerine nasıl inşa edilebilir? Öyleyse belki de Marksist tezi yorumlayışımızı tersine çevirmemiz gerekiyor. Kapitalist işbölümünün insan toplumlarını göreli olarak istikrarlı “topluluklar” halinde kurduğunu ya da kurumlaştırdığını düşünmektense, onları yıkıma uğrattığını düşünmemiz gerekmez mi? Ya da daha doğrusu; eğer diğer toplumsal pratikler —onlar da maddi olmakla birlikte homo economicus’un davranış biçimine indirgenemeyecek pratiklerdir: örneğin dilsel iletişimle ve cinsellikle ilgili pratikler— üretim ilişkisindeki emperyalizme sınırlamalar getirmeseydi ve onu içeriden değiştirmeseydi, kapitalist işbölümünü, bu toplumların içsel eşitsizliklerini uzlaşmaz karşıtlıklar haline getirerek onları yıkıma uğratacak olan şey olarak düşünmemiz gerekmez miydi? Öyleyse toplumsal oluşumların tarihi, ticari olmayan cemaatlerden piyasa toplumuna ya da (insani emek gücünün mübadelesi de dahil) genelleştirilmiş mübadele toplumuna geçişin tarihi değil —ki bu, Marksizm’in sürdürdüğü sosyolojik ya da liberal bir temsil biçimidir— bireylerin tarihsel ortaklığının mayasını oluşturan “iktisat-dışı” toplumsal ilişkiler karmaşığının, değer biçiminin yayılmasının kendilerini tehdit ettiği yapısal yıkıma karşı tepkilerinin tarihidir. Toplumsal tarihe; sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin basit “mantığına” ya da işbölümünün ve devletler sisteminin tanımladığı aktörlerin “stratejik bir oyununa” dahi indirgenemeyecek bir işleyiş kazandıran bu tepkilerdir. Siyasetin gerçek konusu ve özünde belirsiz, ideolojik ve kurumsal olan çeşitli üretimlere (örneğin insan hakları ideolojisine, fakat aynı zamanda ırkçılığa, milliyetçiliğe, cinsiyetçiliğe ve bunların devrimci antitezlerine) temel oluşturan da bu tepkilerdir. Nihayet, “yadsımanın yadsınmasını” gerçekleştirmeye, yani belli bir amaca uygun olarak toplumsal varoluşun koşullarını yok eden mekanizmayı yok etmeye çalışmakla, aynı zamanda kaybolmuş bir birliği ütopik olarak yeniden kurmayı amaçladıkları ve böylece farklı egemen güçlerin “telafi” işlemine maruz kaldıkları ölçüde sınıf mücadelesinin iki yanlı etkilerini kavrayanlar, yine bu tepkilerdir. Böyle bir soyutlama düzeyinde tartışmaya girmek yerine sahip olduğumuz kuramsal araçları ortak bir girişim içinde bizzat güncelliğin getirdiği ve karşılaştırmayı daha ileri götürebilecek kadar zorlu ve temel bir sorunun çözümlenmesinde kullanmanın daha iyi olduğunu düşünüyoruz.

Bu proje üç yıl boyunca (1985-1987) la Maison des sciences de l’homme de Paris’de düzenlediğimiz bir seminerde somutluk kazandı. Seminer sırasıyla “ırkçılık ve etniktik”, “ulus ve milliyetçilik” ve “sınıflar” konularına ayrılmıştı. Bu kitaptaki metinler müdahalelerimizi kelimesi kelimesine yansıtmamakla birlikte, konuyu seminerde olduğundan daha iyi tamamlayarak tekrar ele almaktadır. Makalelerden bazıları belirttiğimiz diğer yayınların ya da sunumların konularıyla çakıştı. Bunları anlaşma ve anlaşmazlık noktalarını ortaya çıkaracak şekilde yeniden sıraladık. Sıralanma biçimleri, mutlak bir tutarlılık ya da eksiksizlikten çok, sorunu açma ve bazı araştırma yolları keşfetme isteğinin sonucudur. Bir sonuca varmak için henüz çok erken. Buna karşın okura düşünme ve eleştiri konusu sağlayacağını umuyoruz. İlk bölüm olan “Evrensel Irkçılık”ta, liberalizmin dayatmış olduğu ve Marksist tarih felsefesi tarafından büyük ölçüde yeniden ele alınan (bunun hangi koşullarda olduğunu ileride göreceğiz) “ilerleme” ideolojisine alternatif bir sorunsalı genel nitelikleriyle ortaya koymak istedik. Çağdaş dünyada geleneksel ya da yenilenmiş biçimler altında —yine de kökü bellidir— ırkçılığın gerilemediğini tersine ilerlediğini saptıyoruz. Bu görüngü, tezahürlerinin birbirine karıştırılmasından dikkatle kaçınılması gereken, fakat son çözümlemede ancak yapısal nedenlerle açıklanabilecek olan eşitsizlikler ve tehlikeli evreler içermektedir. İster üst düzey kuramlar, ister kurumsal ya da kitlesel ırkçılık söz konusu olsun, burada geçerli olan insanlığın yapay bir şekilde yalıtılmış türler halinde sınıflandırılması olduğu ölçüde, bizzat toplumsal ilişkiler düzeyinde son derece çatışmalı bir bölünmenin varolması gerektiğidir. Öyleyse söz konusu olan basit bir “önyargı” değildir. Ayrıca sömürgelerin bağımsızlaşması kadar kesin toplumsal dönüşümlerin ötesinde, bu bölünmenin, kapitalizmin yarattığı dünya ölçeği çerçevesinde yeniden üretilmiş olması gerekir

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir