E. M. Cioran – Ezeli Maglup

FRANÇOIS BONDY: Çatılar üzerinden Quartier Latin’in harika bir manzarasını seyrettiğimiz bu daireyi nasıl bulmuştunuz? CİORAN: Edebiyatçı züppeliği sayesinde. Racine Sokağı’ndaki otel odamdan gına geleli epey olmuştu ve bir emlakçı hanımdan bana bir şeyler bulmasını istemiştim, ama hiçbir şey göstermemişti. O zaman, yeni yayımlanmış bir kitabımı imzalayarak yolladım ona. İki gün sonra beni buraya getirdi; kirası -ister inanın ister inanmayın- yaklaşık yüz frank ve bu da benim geçim şartlanma uyuyor. Yazar imzalan böyledir işte. Her kitap çıktığında Gallimard’da düzenlenen imza seansları canımı sıkıyordu ve bir defa, kitap kontenjanımın yansını imzalamayı ihmal ettim. Hiç bu kadar kötü eleştiri aldığım olmamıştı. Bu bir kural ve mecburiyet. Beckett bile bundan kaçamadı. Joyce ise bunu asla anlayamadı. Ona, Paris’te bir eleştirmenin, hakkında iyi şeyler söylediği yazardan daima bir teşekkür mektubu beklediğini söylemişlerdi. Ve bir keresinde, hakkında önemli bir araştırma yayımlayan bir eleştirmene selamlarını ilettiği bir kartvizit göndermeyi kabul etti. Ama eleştirmen bunu fazla sade buldu ve bir daha Joyce üzerine hiçbir şey yazmadı. Romanya ile başlayalım. Transilvanya’da büyüdünüz, öğreniminizi Bükreş’te yaptınız ve ilk yazılarınızı orada yayımladınız.


Tzara’dan lonesco’ya kadar onca Rumen aydını gibi, sizin gözünüz de Paris’te miydi? Hiç aklımda yoktu. O dönemde, Rumenler’in fransızseverliğinde kabaca komik bir şey vardı. Birinci Dünya Savaşı sırasında bir bakan, ülkenin savaşa giriş nedenini açıklamak için, “Romanya yok olsa bile çok önemli değil. Ama Fransa sönüp gidemez,” sözlerini ciddi ciddi söylemişti. Bir Fransız anayasa hukuku dergisi hatırlıyorum, Romanya’da 1200 satıyordu, bugün ise her sayısından 1 adet satılıyor. Mükemmel bir felsefe öğretmenim olmuştu, Todor Vianu (birkaç yıl önce, UNESCO’da Romanya temsilcisiyken öldü); özellikle Alman filozofları ve estetikçileri okuyordum: Georg Simmel, Wöff-lin, Worringer. Benim için hâlâ en büyüklerden biri Georg Simmel’ dir. Emst Bloch da, Georg Lukacs da ona ne çok şey borçlu olduklarını yeterince kabul etmemişlerdir. Beraber bir çocuk sahibi olduğu kadın arkadaşı, Ill. Reich döneminde saklanmıştı. Ve kaderin bir cilvesiyle, bu kadın savaşın son bulmasından hemen önce İsviçre’ye ulaşmaya çalışırken yakalandı ve toplama kampına gönderildi. Bükreş’te o dönemde estetik okumaya karar vermiş çok kişi var mıydı? Binlerce. Devlet çabucak bir aydın tabakası oluşturmak istiyordu, Bükreş’te elli bin üniversite öğrencisi vardı. Diplomalarıyla köylere dönüyor, ellerini hiçbir şeyle kirletmek istemiyor ve can sıkıntısıyla ümitsizliğe gömülüyorlardı. Muazzam Rumen can sıkıntısı, çok kötü bir Çehov gibiydi.

Almanlardan başka, Lev Şestov gibi Rus maneviyatçılarını okuyordum. Ya Transilvanya? Burada yaşayanların hepsi, hâlâ imparatorluk monarşisinin âlemindeydiler, bu bugün bile unutulmamıştır, hem bu tarafta, hem Yugoslavya’da. İmparator Franz-Jo-zeften heyecanla bahseden komünistler bile gördüm. Babam papazdı – Macar Transilvanyası’ndaki Rumen aydınların önünde başka bir meslek olanağı pek yoktu. Papaz çocuğu olan Rumen aydını sayısının ne kadar fazla olduğunu bugün de görebilirsiniz. Annem ve babam bir süre Macar ilkokullarına gitmişlerdi ve bazen aralarında Macarca konuştukları olurdu. Savaş sırasında Rumen oldukları için yerleri değiştirildi; babam Sopron’a (Odenburg), annem Cluj’a (Klausen-burg) gönderildi. Babam önce Karpatlar’da bir kiliseye papaz oldu, sonra da Hermannstadt papazı oldu. Sizin mistisizme olan eğiliminiz, dünyadan nefretiniz, acaba Ortodoksluk geleneğinden mi geliyor? Bu eğilimimin, daha ziyade, Katharlann ataları olan Bogomiller’in gnostik tarikatiyle akrabalığı var; etkileri özellikle Bulgaristan’da çok büyüktü. Çocukluğum sırasında şedit bir ateydim, ki bu dediğim bile az kalır. Yemek duası yapılırken, ânında masadan kalkar giderdim. Bununla birlikte, kendimi Rumen halkının derin inancına yakın hissediyorum; bu inanca göre yaratılış ve günah bir ve aynı şeydir. Balkan kültürünün büyük bölümünde, yaratılış durmadan suçlanmıştır. Yunan trajedisi nedir ki? Koronun, yani halkın, sürekli kaderden şikâyet edişi değilse… Kaldı ki Dionysos da Trakya’dan geliyordu. Şaşırtıcı bir şey bu: Yazılarınız derinlemesine karamsar, ama üslupları neşeli, çevik, iğneleyici bir mizahta.

Sohbet ederken de fikirleriniz korkutuyor, ama tonları manevi, güç verici. Bu aykırılığı nasıl izah ediyorsunuz? Ailemden miras kalmış bir şey olmalı bu; annemle babam tamamen zıt mizaçtaydılar. Uykusuzluk gecelerimde basan efkârla yazdıklarımdan başka bir şekilde yazamadım hiçbir zaman; yedi yıl boyunca neredeyse hiç uyumadım. Her yazarın yazdıklarına bakıldığında, düşüncelerinin gündüz düşünceleri mi, yoksa gece düşünceleri mi olduğunun anlaşılabileceğine inanıyorum. O efkâra ihtiyacım var ve bugün bile hâlâ, yazmadan önce Macar Çigan müziğinden bir plak koyarım. Aynı zamanda, muhafaza ettiğim ve kendime karşı çevirdiğim bir hayatdoluluğum vardı. Az çok bezgin olmak değildir söz konusu olan; aşırılık derecesinde bir melankoli, aşırı bir hüzün gereklidir. İşte o zaman kurtarıcı bir biyolojik tepki oluşur. Dehşet ile vecd arasındaki etkin bir hüznü icra ediyorum. Uzun zaman boyunca Kaf-ka’yı fazla iç karartıcı buldum. Yazmayı seviyor musunuz? Bundan nefret ediyorum, ayrıca çok az yazdım. Çoğu zaman hiçbir şey yapmıyorum. Paris’teki en uğraşsız insan benim. Ancak müşteri-siz bir orospuyu, benden daha uğraşsız biri gibi görürüm. Geçinmek için ne yapıyorsunuz? Kırk yaşında hâlâ Sorbonne’a kayıtlıydım, öğrenci kantininde yiyordum ve bunun ömrümün sonuna kadar böyle sürmesini ümit ediyordum.

Sonra, yirmi yedi yaşını geçenlerin okula kayıtlı olmasını yasaklayan bir kanun çıktı ve beni bu cennetten kovdu. Paris’e gelirken, Fransız Enstitüsü’ne bir tez yazma sözü vermiştim ve konusunu da belirtmiştim – Nietzsche’nin etiği üzerine bir şey-, ama bunu yazmak aklımdan geçmiyordu. Bunu yapmak yerine, bütün Fransa’yı bisikletle katettim. Sonunda bursumu iptal etmediler, çünkü Fransa’yı bacaklarımla yüklenmiş olmanın da bir meziyet teşkil ettiğini düşündüler. Ama çok okudum, özellikle de durmadan tekrar okudum. Dos-toyevski’nin bütün eserlerini beş veya altı kere okudum. Tekrar okumadığımız bir şey üzerine yazı yazmamamız gerekirdi. Fransa’da bir de yıllık kitap kuralı var. Her yıl bir kitap çıkarmak zorundasınız, yoksa “sizi unuturlar”. Mecburi varolma eylemi bu. Hesaplayın yeter. Yazar eğer seksen yaşındaysa, altmış kitap yayımlamış olduğunu bilirsiniz. Marcus Aurelius’a ve İsa’nın Yaşamı’nın Taklidinin yazarına bir tek kitabın yetmiş olması ne büyük bir şans! Nasıl başladınız? Bükreş’te l 933 yılında yayımlanan bir kitapla: Ümitsizliğin Doruklarında. Bu kitap daha sonra gelecek her şeyi içermektedir. Kitaplarım arasında en felsefi olanıdır.

Romanya’daki faşist hareket Demir Muhafızlarla aranızda neler geçti? Bu harekete sempati duymuş olduğunuz söyleniyor. Hiçbir zaman üyesi olmadığım Demir Muhafızlar çok tekil bir olguydu. Şefleri olan Codreanu aslında bir Slav’dı ve daha ziyade Ukrayna ordusunun bir generalini andırıyordu. Muhafızlar’daki komandoların çoğu sürgündeki Makedonyalılardı; genellikle Romanya’yı çevreleyen halkların izini taşıyordu. Nasıl kanser için, bir hastalık olmadığı, hastalıklar bütünü olduğu söylenirse, Demir Muhafızlar da bir hareketler bütünüydü ve bir partiden ziyade, uçuk bir tarikatti. Hareket içinde, ulusal yenilenmeden ziyade, ölümün saygınlığından bahsediliyordu. Rumenler genel olarak kuşkucudur, kaderden fazla bir şey beklemezler. Bunun için Muhafızlar, aydınların çoğu tarafından horgörülüyordu, ama psikolojik düzeyde durum farklıydı. Derinlemesine kaderci olan bu halkta bir nevi çılgınlık vardır. Demin zikrettiğim, köylerde ölesiye canı sıkılan diplomalı aydınlar da seve seve bu hareketin saflarına katılıyorlardı. Demir Muhafızlar, can sıkıntısı da dahil olmak üzere, hatta belsoğukluğu da dahil olmak üzere, her derde deva zannediliyordu. Bu aşırılık düşkünlüğü birçok kişiyi komünizme doğru da çekebilirdi, ama daha ortaya yeni çıkmıştı ve sunacak hiçbir şeyi yoktu. Hiçbir şekilde inanmadan nasıl hayranlığa kapılınabileceğini bu dönemde kendi içimde de hissettim. O zamandan beri sık sık gözlemlediğim bir haldir bu; hem de sadece yirmilik gençlerde değil, maalesef altmışlıklarda da. Benim için o iş iyiden iyiye bitti.

Sık sık gerici muamelesi yapılıyor mu size? Başımın çaresine bakıyorum. Bunun da ötesine gidiyorum. Bir gün Henri Thomas bana, “1920’den beri olup biten her şeye karşısınız,” dedi; ben de ona, “hayır, Adem’den beri!” diye cevap verdim. Romanya’yla ilişkileriniz bugün nasıl? Stalin öldüğünde herkes rahatlamıştı, bir tek ben iç geçiriyordum: “Şimdi perde kalkacak ve bütün Rumenler sökün edecekler,” diye. Olan biten de bu oldu. Birden en uzak akrabalarım ve eski sınıf arkadaşlarım evime doldu; bana saatler boyunca komşu dedikoduları veya bu tür şeyler anlatıyorlardı. İçlerinde okuldan beri tanıdığım bir doktor vardı; bir gün patladım ve defolmasını söyledim. O zaman bana, “sinir hücrelerinin hiç yenilenmediğini ve onlara itina göstermen gerektiğini bilmiyor musun?” dedi. Bu beni sakinleştirdi ve konuşmaya devam ettik. Komünist yöneticilerden bir arkadaşım vardı. O dönemde ona burada kalmasını tavsiye ettim. Sokakta bana, “ülkesinden uzakta hiç kimse peygamber olamaz,” dedi ve geri döndü. Sonra sapmacılıktan on sekiz yıl kampta kaldı. Matematik problemleri üzerine düşünerek tüm aklını yitirmemeyi başardı. Bugün serbest ve devletten maaş alıyor.

Tarihe karşısınız, ama tarih meseleleri sizi büyülüyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir