Ebu’l-Hasan En-Nedvi – Hz. Mevlana

Mevlana Celaleddin Rûmî, İslam ihsanının (Tasavvufunun) yetiştirdiği, Kur’an gerçeklerinin geliştirdiği, Sünneti Muhammedînin sözlerini süslediği, gönlünü genişlettiği, ufkunu durulaştırdığı bir velî kuldur. Celaleddin olarak gerçekten dinin özüne ulaşmış bir İslam yiğidi, Mevlana olarak da Müslümanların derin sevgisini kazanmış seçkin gönül sultanı biridir o. Hayatı anlatılırken, çocuk yaşta bir takım olağanüstü olaylardan ve onun ulu bir kişi olacağı müjdelerinden bahsedilir. Bu tür söylemler, şöhrete ulaşmış her kişi için genel halkın ağzında yaygın olarak dolaşır ve o kimsenin önemine ve büyüklüğüne bir delil olarak gösterilir. Fakat bütün bunlar, öyle kişilerin sonuçları (büyüklükleri) belli olunca ortaya çıkar, başlangıçları sonuçlarına göre düzenlenir. Mevlana Celaleddin Rumi’nin ve benzerlerinin normal üstü geçmişlerinin olması kuvvetle muhtemeldir. Ama biz, onun, elimizde olan eserlerindeki düşünce ve görüşlerini, doğrudan öğrenince artık onu tanımak için geçmişlerindeki normal üstü olaylarla uğraşmaya ihtiyacımız kalmaz. Olgun bir ağacın dallarını, budaklarını, çiçeklerini, yapraklarını gördükten ve her zaman yararlandığımız meyvelerini tattıktan sonra o ağacın fidanken nasıl olduğunu araştırmaya artık ihtiyacımız olmadığı gibi. Aslında Mevlananın hayatını iki önemli safhada incelemek gerekir: Şems’le görüşme öncesi hayatı. Şems’le tanıştıktan sonraki hayatı. Birinci safhada o, iyi bir İslam bilgini, milletle ve devletle münasebetlerde iyi bir yardımcı ve uyarıcıdır. Samimi her İslam bilgini gibi o, İslamın inanç, ibadet ve hukuk sistemini anlatmaya ve uygulatmaya çalışmış, toplumla iç içe yaşayan bir öğretici görevi yapmıştır. İkinci safhada ise o, çok değişik ve farklı bir insandır. Bir kıvılcım onun ruh dünyasında yangınlar çıkartmış, tufanlar koparmıştır. Şems (güneş) adında meçhullerden gelen biri, uzaydan süzülüp gelen bir ışık halesi gibi Mevlana Celaleddin Rumi’de buluşmuş ve onun gönlünde, hatta hücrelerinde İlahi aşk olarak kendini göstermiştir.


Artık Celaleddin Rumi, Mevlana olmuş, gecesi gündüzüne, gündüzü gecesine karışmış, herkes içinde yalnız (büyüklükleri) iken de herkesle iç içe yaşayan biri haline gelmiştir. Bu halini o bir gazelinde şöyle anlatır: Postuna oturmuş herkesin gözünde onurlu, vakar sahibi biri idim ben, İlahi aşk ateşine vererek sen, büyüklerin-küçüklerin oyuncağı yaptın beni. Mevlanayı, Mevlana yapan, onu diğer bilginlerden, bilgelereden üstün kılan bu ikinci safhasıdır. Allah aşkı ve ilahi cezbesi onun düşünce dünyasını değiştirmemiştir ama onun ufkunu öyle genişletmiş, kavrayışını öyle derinleştirmiştir ki daha önce ruhunda biriken özlemler, gözlemleri inci dizisi gibi şiirlerinde dizelenmeye başlamış, şuurunda biriken anlatılamaz duygular; vücudunu kendi ekseni etrafında döndürmeye (kendinden geçip semah yapmaya) salmıştır. Cezbe halinde iken çevresini unutan, kendi iç dünyasına dalan biridir. İradesi kendinde değildir. Ruhunda akıp giden cezbe ırmağına kapılıp gitmiştir. Bir yerde kıyıya vuran, oradan karaya çıkan aşk ırmağında yunmuş yıkanmış bir gül yumağı gibi çevresine güzel kokular neşretmiştir. Onun cezbe dışında iken söylediği sözler, yazdığı dizeler güllerden derlenmiş bir demete benzer. Anlattıkları akılları durduran ifadeler ise insanı mest eden güzel kokular gibidir. Mevlanayı bize asıl yönüyle tanıtan eserler her nedense unutulmaya terk edilmiş, onun ruh yapısına hiç uymayan yapmacık, artistik dönmeler Mevlananın kendisi olarak takdim edilmiştir. Bu güne kadar Mevlanayı Mevlana yapan İslamın özünden bahsedilmemiş, onun ruh dünyasını bize aksettiren eserleri, sözleri, fikirleri hiç dile getirilmemiş, fakat turist bir Mevlana, uçuşan figürlerle gösteri yapan bir ekip bütün dünyayı gezdirilmiştir. Halbuki Mevlanayı asıl yapısıyla anlatan; bir İslam bilgesi, çok derin bir gönül adamı, İslamı kalplere en tatlı ve hikmetli sözlerle yerleştiren bir davetçi olarak anlatan nice eserler vardır. Bunlar hala o şovcular tarafından göz ardı edilmektedir. Elinizdeki bu küçük eser, bir nebzecik de olsa Mevlananın dizelerinden örnekler sunarak onun iç dünyasını tanıtmaya, gerçek mana dünyasını anlatmaya çalışmıştır.

Mevlananın özü İslam ınancıyla nurlanmış ve pırıl pırıl ışıklarla aydınlanmıştır. İslam, onun kalp yuvasına yerleşmiş beyninin hücrelerine işlemiştir. Onun ruhuna Allah aşkı hakimdir. Zaman zaman bu aşkın cezbesiyle kabına sığmamıştır. Bir tenceredeki su kaynama noktasına ulaşınca sıkışan buharın kapağı fırlattğı gibi, içine sığmayan cezbesi onu vecde getirmiş, dar mekanından geniş ufuklara uçmak istemiştir. Cezbe anındaki hareketleri onun kanatlanıp uçmak isteyen davranışlarıdır. Ama bütün bunlar derin imanı, İslam coşkusu, Kur’an neşvesidir. Hz Peygamber efendimize, efendiler efendisi Muhammed (a.s.)’a o kadar bağlı, o kadar hayran, o kadar aşıktır ki onun isminin anılması bile cezbelenmesine yetmektedir. Bu iman, bu sevgi ve ilahi aşk onun canı olmuştur. Cansız beden hiçtir. Hiç’i herşey yapan ise candır, ilahi aşktır. “Ey insan! Ecel rüzgarının söndürdüğü mum ışığı gibi olan insan aşkından vaz geç. Allah aşkına ulaş ki; onun sonu yoktur, o sonsuz mutluluktur.

” Muhammed İKBAL Mevlana Celaleddinin tefekkürünün kaynağı olan İslamdan ve Kur’andan uzak olanlar Mevlanayı başka boyutlarda anlatmaya teşebbüs ettiler, onu özünden soyutlamak istediler. Ama Mevlana onlara gayet açık ve net şu sözleriyle cevap verdi: Canım tenimde oldukça Kur’anın kölesiyim ben. Efendimiz Muhammedin (a.s.) bastığı toprağın tozuyum ben. … … … Ben iki ayaklı bir pergel gibiyim. Bir ayağım İslam şeriati üzerinde sapmadan durur. Diğer ayağım her yeri gezer ve hep dolaşır. Yetmişiki milletin halini inceler. Yetmişiki milletin halini incelemesi demek, her milletin, düşüncenin, anlayışın, idrakin incelemesini yapar. Dünya olaylarını inceler, beşeri duyguları yorumlar demektir. Mevlana doğduğu andan beri ülkeleri, bölgeleri, beldeleri dolaşmış, her dereceden, seviyeden insanlarla karşılaşmış, büyük mana ehli kişilerle dertleşmiş, onlarla gece-gündüz önemli meselelerin müzakeresini yapmıştır. Böylece her çiçekten bal toplamıştır. Son dönemdeki Konya hayatı, bu biriktirdiği balı (bilgiyi) peteklerine (kitaplarına) aktardığı safhasıdır. Bu dönemde Mevlana tefekkür etmekte, mana aleminde ruhu Cebrailin kanadına yapışmış gibi uçmakta ve ulaştığı gerçekleri şiirleriyle bize aktarmaktadır.

Celaleddin Rumi neyi aramakta, neye ulaşmak istemekte, gönlü ne ile sükun bulmak istemektedir, bunu bir dizesinde şöyle anlatmaktadır: Birde ne göreyim, yaşlı biri kapkaranlık bir gecede elinde lamba köşe bucak dolaşıp durmakta. Gözleri, kaybolmuş bir mücevheri arar gibi her tarafı dikkatle taramaktadır. Ey efendi! Hayrola bu ne haldir, bu telaş bu arayış neyin nesidir, bu heyecan, bu endişeli durum nedir dedim? Dedi ki! bu yırtıcı hayvanların, beyinsiz varlıkların arasında yaşamaktan bıktım, usandım artık. Şu koca dünyada bir insan bulayım diye yollara düştüm, hep dolaşıyor ve onu arıyorum. Ruhuma huzur verecek, beni anlayıp sıkıntılarımı giderecek bir gerçek insan, mert bir adam arıyorum. Dedim ki! Ey gün görmüş adam kendini boşa yoruyorsun, var olmayan anka kuşunu arıyorsun. Boş yere kendini yoruyor, neden böyle bulunmaz şeylerle uğraşıyor, böyle perişan oluyorsun. Ben onu bulmak için varmadığım ülke, uğramadığım bölge, dolaşmadığım yer kalmadı. Sahraları, ovaları aştım, ayak basmadığım yer kalmadı. Ama onun izine hiçbir yerde rastlamadım. Yaşlı adam dedi ki! İşte ben o izine rastlanmayanı arıyor, bir gün ona ulaşırım özlemini taşıyorum. Bulunması güç, eşine çok az rastlanan o insanı bir gün bulacağımı umuyorum Bu örnek insanı, bu model ve ideal mübarek varlığa duyduğu yanış-yakılış dolu özlemi arapça yazdığı bir şiirde şöyle yansıtmaktadır. Ey kalp ve gönlümdeki nur, gel. Cezbemin, dileğimin hedefi, gel. Ey sevgi ve muhabbetin kendisini aştığı Eşi bulunmaz sevgi yarışcısı, gel Gelirsen eğer ne büyük bir mutluluk olur, Gelmezsen eğer, her şey berbat olur, gel Sen doğup yükselen bir güneş gibisin Uzakta olsanda ey bana yakın olan sen, gel Mevlananın aradığı insan diğer bir ifede ile insanlarda aradığı üstün fıtrat, yüce kişilik, paha biçilemeyen mücevher ancak hikmete sahip olan, ruhuna ilahi aşk hakim olan insandır.

Çevresinde bu güzelliklere sahip olanları kendine en yakın dost, sırdaş olduğu bir yoldaş eylemiştir. Muhammed İkbal son çağlarda Mevlanadan en çok esinlenen, duygu ve görüşlerinden en çok etkilenen yüzyıllar sonra gelmiş bir mürididir. Batı kültürünün, modern eğitimin çıkmazlara soktuğu durumlarda Mevlanadan aldığı çözümlerle derdine çare bulmuş, çıkmazlarını açan kapılara ulaşmıştır. Bir şiirinde buna işaretle: Senin akıl ve mantığını batılıların büyüsü hasta etmiştir. Bunun şifası ve tedavisi Mevlananın aşk ateşinde, gönül dünyasındadır. İslam dünyası yeni bir Mevlana çıkaramadığından böyle gönül ehli kimseler yetiştiremediğinden dolayı İkbal üzülmekte fakat tamamen de ümitsiz olmamaktadır. Ne yazık ki; acemin gül bahçelerinde bir Mevlana daha çıkmadı. Halbuki su ve toprak aynı İran suyu ve toprağı Tebriz şehri de aynı şehir. Yine de İkbal İslam topraklarından ümitsiz değildir. Birazcık suya kavuşsun hele bu topraklar bak ne münbittir. Bu topraklara akan diriliş ırmaklarının suları başka yönlere çevrilmiş, bir millete dinamizm verecek duygular çiğnenmiş, ne varsa batıda var ondan sonrasının varlığı yokluğu birdir barbarlığı ile inancı, kültürü, ruhu eritilmiş İslam toplumundan bir Mevlana değil bir Mevlana çömezinin bile çıkması hayal dahi edilemez. İkbal bu durumu şöyle dile getirir: Batı dünyası eşeğe altın ve mücevherlerle semer vurarak onu dünyanın en üstün varlığı diye gösterir. Ama bizim milletlerimiz kendi en değerli insanına semer vurarak onu eşek diye gösterir. Görüş ve düşüncelerine hayran olan batı toplumuna karşı mistik bir danscı gibi takdim edilen Mevlanaya reva görülen bu zavallılık daha başka nedir sanki. Mevlana için hangi araştırıcı bir akademi kurulmuş, onu bu milletin evladına tanıtacak onun duygu ve cezbesine ısındıracak hangi enstitüler harekete geçirilmiştir.

Halbuki Mevlananın öğrencisi durumundaki adamlarını, batı açtığı araştırıcı kuruluşları ile dünyanın birer harikası olarak takdim etmektedir. Mevlananın ancak adını bilebilen üniversite eğitimi almış gençlerimiz,Tolstoyun, Göthenin, Şekspirin… daha bilmem kimlerin hatta seçiminin karşılığı, hainliğinin bedeli olan bir nobelcinin hücrelerini tanımaktadır. Kendinden utandıran, batıya taptıran hain bir zihniyetin eğitimi bundan başka ne gibi bir sonuç verebilirdi. Yine Muhammed İkbal’in ‘Darb-ı Kelîm’ isimli eserinde Mevlana Celaleddin Rumi için söyledikleri ile kendimizi bilelim, ne hallere düşürüldüğümüzü görelim. -Senin yarı açık gözlerin hala gerçekleri göremedi, hatta kendi varlığın bile kendine bir bilmece haline geldi. -Senin namazın, Allaha yakarışların, Allaha nazlanma sırrını hala tanımamakta, hala namazların (kıyamdan) ayağa kalkmadan mahrumdur. -Mevlana Ruminin duygu ve düşüncelerini bilmediğin için elindeki sazın telleri kopuktur, hala kendi benliğinden habersizsin. Bu dizeler kendi ölçüleri içinde o kadar derin anlamlar yüklü o kadar hoş hikmetlerle süslü ki, o güzellikleri aktarmak bizim haddimizde değil ama benim diyen herkesin başarabileceği bir şeyde değil. Gelecek zamanlar nelere yüklüdür hiç kimse bilemez. Dünyada hayal edilmedik şeyler oluyor.Rejimler yıkılıyor, zalimler devriliyor, içten ve dıştan payandalarla zorla ayakta tutulmak istenen tiranlar teker teker gidiyor. Ancak bir tek şey hep ayakta dimdik duruyor. Gerçek… gözler onu görmeyi beklemekte, bakışlarımız o hakikat güneşinin doğuşu ile her şeyi tanımaya odaklanmaktadır. Hz Hüseyin’in şehit edilmesi aslında Yezid’in ebediyen gebermesidir. Nice Kerbela faciaları gelip geçmiş ama İslam dipdiri ayaktadır.

Bu beyit bize pek çok şeyi anlatmaktadır. Mevlananın gerçek yapısını bu küçük eserden öğrenerek ruhumuzu canlandıralım, geleceğimize şevkle, umutla bakalım

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir