Ece Erdogus – Yok Olma Kilavuzu

O çatıya çıktım, çünkü ölmek istiyordum… Oraya çıktım, çünkü hayatın anlamsızlığı karşısında yapılabilecek en anlamlı hareket onu imha etmekti. Tüm bunları yazıyorum, çünkü ben son iri ve kara noktayı koyduktan sonra geriye bir şey kalması önemli. Yaşarken kendimi anlatmayı hiç beceremediğimden… Yaptığım herhangi bir şeyden bile bahsedemememden. Ya da onca zaman içimde biriken sözcüklerimin tümünü kusarcasına son bir çift laf etmek istediğim için. Yere yapışmış suretimin fotoğrafını çekip haber yapmak isteyeceklerini de düşündüm, asfaltla bütünleşmeden önce neye benzediğimi gösterme ihtiyacı duyacaklarını da. Onlar için en berbat vesikalık fotoğrafımı seçtim. En bana benzemeyenini. En flu, en soluk, en gözleri kapalı çıkmışını. Bir intihar notu gibi cebimde duruyordu. Genç fakat hayata alışık, sessiz, sakin, donuk, herhangi biri kadar yakışıklı ya da herhangi biri kadar tipsiz, herhangi biri kadar kibirli, utangaç, çapkın, kül yutmaz, becerikli, saf, seksi, uyanık, hileci, cimri ya da yarı yolda bırakacak gibi görünenini. İşte tam da bu yüzden, “Sen kimsin ki?” diyebilirsiniz. “Her intihar etmeye kalkışan kaçığın yazdıklarını okuyacak insanlar bulunsa, yayıncılar tımarhanelerin önünden ayrılmazdı…” Doğru, yüzde yüz katılıyorum. Siz bilirsiniz. Böyle bir durumda kazanç ya da kayıplardan bahsetmek bana düşmez. Rüzgâr esiyordu.


Bir gökdelenin tepesinde değilsem de altıncı kattan yeryüzünü süzerken –yeryüzü tabii ki bir doğa manzarası değil– asfalt yolu, yer yer otoparkları, sağa sola bakınarak gezinen insanlarla birkaç güdük parkı, arabaları, dört bir yanımı çepeçevre sarmış diğer çatıları ve en ileride az da olsa denizi görebiliyordum. Sadece bu. Gökdelen demişken, Frédéric Beigbeder’nin 9.90 kitabını hatırlatıyor bana durumum. O pislik heriften –abarttım galiba ama ölümün kıyısında dolanan biri için anlaşılabilir bir durum bu, fazla takılmayın– çok daha acıklı bir geçmişim var. Hatta “geçmişim” derken içime upuzun ve kıpırtısız bir sessizlik yayılıyor. Alabildiğine bomboş… Hayır, hafızamı filan kaybetmedim. Onlarca soluk resim hatırlıyorum ve o resimlerin her birinde zorla gülümseyen kişi benim. Babam bizi terk ettiği için de değil. Bir babam olsaydı bile kesin ondan nefret ederdim. Her hareketi, duruşu, bakışı, gülüşü, takdir edişi bile kesin batardı bana. Açıkça söylemeliyim ki babam gerçekle yalanı ayırt edemeyen biriydi ve belki de bu yüzden onu kötü niyetli bulmamış, çekip gidişine aldırmamıştım. Tasını tarağını toplayıp bizi terk etmesi hayatımdaki yalancıların sayısını azaltmıştı sadece… Evimizin sığ sularından dünyaya açılmıştı. Aramızdaki mesafe ve zaman uzadıkça, ardında küçüldükçe küçülmüş, en sonunda seçilemez olmuştuk. Annem ve ben… Babam temelini evimizden koparıp temelli İngiltere’ye atmıştı.

Beş altı kez telefon tellerinden sözcüklerimize yol yaptık. Bana bir şatoda yaşadığını söyleyen bir heriften nasıl baba olurdu ki? Eminim havasız bir bodruma tıkılmış, paçalarına yapışan fareleri silkelerken kendini biraz olsun önemli hissedebilmek için buna benzer saçma laflar edip duruyordu. Üstelik yalanlarının izini doğru takip etmeyi başaramayan aptal bir yalancıydı. Belki de böyle bir çabaya girişecek kadar bile karşısındakine değer vermezdi ya, neyse… Sonunda, izini takip etmeyi başaramadığı o aptal yalanları gibi bir oğlu olduğunu da unutmuştu… Yahut beni de onlardan biri farz etmeyi seçmişti. O günlerde yedi sekiz yaşlarımdaydım ve onu unutmam kısa sürmüştü. Birkaç yıl kadar… Çünkü aptal ve yalancı bir baba işime yaramazdı. Çünkü hayat boktansa boktandı… Gerçeği rengârenk hayallerle süsleyip, allayıp pullayarak erişeceğin mutluluksa aşağılayıcı… Yine de terk edilmiş bir çocuk olmaktansa, babası ölmüş bir çocuk olarak büyümeyi yeğlerdim. İkisi karşılaştırıldığında, koşullar pek değişmese de, rüyayla halüsinasyon arasındaki kadar fark var. Çünkü rüya görüp de uyandığınızda her şey biter. Halüsinasyonsa aklınıza yapışmış gibi sizi takip etmeyi sürdürür. Kaçıp kurtulmayı başarmaksa, ölümcül hastalığa yakalanmış birinin hayatta kalmaya uğraşması kadar güç bir iştir. Yahut her şeyi sonlandırmaya karar vermişken bunu gerçekleştirebilmek kadar… Birbirinden renkli hayallere boğulup, terk edilmiş bir çocuk olarak okuldaki istikrarı başarısızlıkla yakalamıştım. Ama bunu hiç mi hiç takmadım. Laf aramızda sikimde bile olmadı… Affedersiniz ama ölmeme ramak kala sadece gerçeklerden bahsedeceksek her türlü lafı edebilmeliyim değil mi? Ya siz aynı durumda olsanız… Bir an için kendinizi benim yerime koyun. Küfrü basmadan önce durup düşünür müydünüz? Aklınıza geleni söylemekten bir an için bile olsa çekinir miydiniz? Bana hak verdiniz değil mi? Aksini düşünüyorsanız hemen şimdi bırakın okumayı ve bitsin gitsin.

Elinizdeki mektubu bulabileceğiniz en kuytu köşeye sıkıştırın. Hatta ben olsam pencereden atardım. Neyse… Hâlâ okuduğunuza göre kelimelerimi yan yana dizmeye devam etmeliyim. Okul demiştim… Evet, sikimde bile olmadı. Hiçbir zaman. İte kaka bitirdiklerimin tümünden arkama bile bakmadan kaçtım. Ama şimdi durduğum yerden o günlere bakınca, tüm o yıllar boyu, tüm o kalabalık sınıfların tıkış tıkış sıralarında bir ben oturuyormuşum gibi, gözlerim bomboş gri duvarlar ve saate dikiliyken soğuk ve renksiz saniyelerin bir bir geçişini hatırlıyorum. Gece olup da yatağıma her uzanışımda bir günümün daha haybeye gidişinin farkında oluşumu… Sonunda elime tutuşturulan tüm diplomalarımı bir araya getirip, ola ola bir marketler zincirinin küçükçe bir mağazasında reyon elemanı oldum. Yirmi beş yaşında ne kariyer ama… Herhangi bir şey olmam, hatta bu yaşıma dek sapasağlam hayatta kalmam bile beklenmezken bunu başarmam da fena iş sayılmaz… Hem dünyayı düştüğü bok çukurundan kurtaramadıkça iş dediğin nedir ki? Neyse, bundan daha sonra bahsedeceğim… O çatıya çıkmamın sebeplerini böyle bir bir sayarken en önemlilerinden birini atladım galiba… Yani saçtığı kıvılcımla en yaralayıcısını… Aşk… Ama bir anda ağızdan çıkıverdiği gibi çelimsiz duran üç harften ibaret bir şey değil maalesef. Bazen dangıl dungul attığı koca adımlarla zihninizin tam orta yerine oturup, özgürce harcamayı umduğunuz saniyelerinizin tümünü yalayıp yutuveriyor. Öyle ki, âşığı olduğunuz o yüz, zihninizde mıhlandığı yerden size bakarken bir milim dahi ne ileri ne de geri hareket edebiliyorsunuz. Her neyse, bunu da daha sonra anlatacağım… Böyle şunu sonra, bunu sonra anlatacağım diyerek kafası boş bir televizyoncu mantığıyla merak uyandırmaya çalıştığımı sanırsanız, yanılırsınız… Sadece her şey yerli yerinde olsun istiyorum, o kadar. Eğer o çatıya çıkmasaydım, muhtemelen yatağımda uzanmış beyaz tavanı seyrediyor olurdum. Aklıma bir sürü anlamsız düşünce sokulurdu. Onlardan kurtulmak, biraz olsun avunabilmek için uykuya sığınmaya çalışırdım.

Çünkü onun kolları –korkunç kâbuslar göstermedikçe– hep şefkatlidir. Ve belki de yaşadığım her şey orada, aslında topu topu altı yedi saniyeden ibaretken, dakikalarca süren upuzun bir film sahnesine dönüşürdü. Aslında birçok kez “ölüm”ün rüyasını gördüm. Fakat hiçbirine inanmadım. Bir keresinde boşlukta süzülüyordum. İzlediğim bir uzay belgeselinden ya da uyduruk birkaç bilimkurgu filminden etkilenmiştim kuşkusuz. Çünkü o boşluk simsiyahtı ve ben küçük ampuller gibi görünen sonsuz sayıda ışıltının arasında süzülüyordum. En önemlisi de yerçekimi yoktu. Kendimi bir hiç kimse kadar hafif hissediyordum ve bu duygu başımdan ayaklarıma dek içimde dolanıp dururken delicesine hoşuma gidiyordu. Öyle ki, hassas terazinin üzerine konulsam bir tüy kadar bile edemeyecek hafiflikteydim. Sonra birdenbire farkına vardım ve bu farkına varış o ana kadar yaşadığım sakinliği tersyüz ediverdi. Ne mi? Ellerime bakmak istedim, yoktular. Gövdemi görebilmek için eğildim ama nafile… Ayağımı göz hizama getirmek için çabaladığım sırada bir çift ayağımın, bacaklarımın, hatta gövdemin bile olmadığını fark edip afalladım. Oracıkta durmak istedim… Çünkü süzüldükçe içine düştüğüm bilinmezlik büyüyordu. Durduramıyordum… Zaten bunu yapabilmek için bir yerlere tutunmak zorundaydım.

Ama bırakın tutunmayı, hiçbir yere değemiyordum bile… Öylece süzülürken mekânlar değişmeye başladı. Zamanın içindeydim… Binlerce yılın içinde savruluyordum. Ne yana baksam renk renk yolunuyordu. Mevsimler hızla akıp geçerken, yıllar altından binlerce hulahop gibi beni sarmalayarak çizgi çizgi etrafımda döneniyordu. Yeryüzüne yaklaşıp sonra bir anda uzayın sonsuzluğunda kayboluyordum. Sonbahar dökülmüş yerlere tam dokunacakken güneşin dibinde buluyordum kendimi. Milyonlarca ışık huzmesi yakmadan geçip gidiyordu içimden. Ardından yeniden karanlığa dalıveriyordum ama geceye değil. Hızla okyanusun soğuk sularının en dibine… Ve bu durmadan, durulmadan, ruhumu oradan oraya sürükleyip uçurarak devam ediyordu… Kendimi bir squash topu gibi hissediyordum. Tanrı da beni forehand ve backhand vuruşlarıyla evrenin içinde durmadan değişen duvarlara sertçe yapıştırarak eğleniyordu. Cehenneme benzeyen tüm o hengâmenin ortasında değişmeyen tek şeyse, bir squash topu gibi oradan oraya savrulurken zamanın herhangi bir anına bir türlü tutunamıyor oluşumdu… Bir başka rüyamda bir tabutun içindeydim ve bu belki de ölümle ilgili görülebilecek en klişe rüyalardan biriydi. Önce uzandığım sıkışık yer neresi anlayamamıştım haliyle. Duyduğum ağlaşmalar ve adımın hiç de alışık olmadığım biçimde tekrarlanması, okunan dualar filan… Anlıyorum ki konulduğum tahta kutu bir tabut. Korkup panikleyerek dışarıdakilere hâlâ canlı olduğumu duyurmak için ellerimle tabutun kapağına vurmak istiyorum. Ama boşuna.

Parmak uçlarımı dahi hareket ettiremiyorum.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir