Edgar Allan Poe – Gizem Ve Hayalgucu Oykuleri

Terk edilmiş ve ıssız mekanlar, kasvetli ve boğucu şehirler, karanlık ve ürkütücü diyarlar, karmaşık ve takıntılı karakterler, tekinsiz olaylar, anlaşılmaz gizler… Bu kelimeler şüphesiz pek çoğumuzun aklına, polisiye ve psikolojik gerilim hikayelerinin babası sayılan Edgar Allan Poe’yu getirir. Gerçek korkuyu ve şaşkınlık duygusunu ve hatta bazen karamizahı insan ruhunun en derin noktalarına nüfuz ettirmeyi başaran ender yazarlardan biri olması onu gelmiş geçmiş en büyük edebiyatçılardan biri haline getirir. Belki de, yaşamı gerçek ile hayalin birbirine geçtiği, uyku ile uyanıklık arası bir boyutta geçtiğinden bir sanatçı için genç sayılabilecek bir yaşta dünyadan ayrılır. Her ne kadar eserlerinde cinayetler, ölüm ve doğaüstü unsurlar gibi dışsal öğelere ve bunların neticesi korkulara sıklıkla yer vermiş olsa da, Poe uslanmaz bir melankolik olarak okuyucuyu gerçekte daha derin ve sarsıcı içsel korkulara ve ruhsal çalkantılara buyur eder. Satırlarına hakim olan ürkütücü havaya rağmen, Poe korkunç olmaya çalışmaktan ziyade, öykülerinde korkunun kendisini irdeler. Bu sayede; kurucusu sayıldığı Gotik edebiyatın en derin ve içsel örneklerini de sunmuştur. Kendisinden sonra gelen pek çok yazara ilham vermiş ve ünlü Fransız şair Baudelaire tarafından kendi çağının en güçlü yazarı ilan edilmiş olan Poe, okurlarını 150 yılı aşkın süredir büyülü bir dünyaya sürüklemeye devam ediyor. Poe’nun satırlarının sadece korku ve ölüm unsurları ile beslendiğini söylemek elbette ki yetersiz kalır. Nükteli üslubu okuyucuya; melankolinin ve ona içten içe duyulan bağlılığın, hastalıklı takıntıların, çaresizliğin, sapkınlığın, absürtlüğün, merakın, batıl inançların, sezgiselliğin, ruhani güçlerin, sembollerin ve daha pek çok unsurun düşsel bir cümbüşünü sunar. İnsanlığın doğaüstüne duyduğu doymak bilmez açlığa karşılık; anlaşılmaz olanı, ölümü ve korkuyu irdeleyiş biçimindeki ustalığıyla, okurlarını şaşırtıcı gizemlerle dolu alemlere yolculuklara çıkarır. Edgar Allan Poe, düşselliğe teslimiyetinde yalnız olmadığını farkındaydı ki ‘Euraka’yı, “düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara” adamıştı. Usta yazarın öykülerinin seçkin bir derlemesini sunan bu kitabın sayfaları arasındayken, okurların da onun sınırsız görünen hayal gücüne kapılarak kendilerini bu Düşler Ülkesi’nde bulacağına kuşku yok. Poe’nun aykırılığı ile yeni tanışacak olanlarsa; Usher Evi’nin Çöküşü’nün olağandışı kasveti ya da Kuyu ve Sarkaç’ın akıl almaz dehşeti karşısında sarsılırken, dokunabilecekmişçesine yaklaştıkları gizemlerin çekiciliğine karşı koyamayarak, belki de bu Düşler Ülkesi’ne ilk ürkek adımlarını atacaklar. Altın Böcek O da nesi! O da nesi! Dans ediyor adam delirmiş gibi! Tarantula sokmuş onu. Yanlış Yanlış Üstüne.


Bundan yıllar önce, William Legrand adlı biriyle dostluğum olmuştu. Huguenot isminde köklü bir aileden geliyordu ve bir zamanlar epey varlıklıyken birbirini izleyen talihsizlikler sonucu yoksul düşmüştü. Başına gelen felaketlerden sonra çevresi tarafından aşağılanmak istemediğinden, atalarının kenti New Orleans’tan ayrılıp Güney Carolina dolaylarındaki Charleston yakınlarında bulunan Sullivan Adası’na yerleşmişti. Hayli garip bir adadır burası. Üç mil uzunluğundadır ve deniz kumundan başka neredeyse hiçbir şey barındırmaz. Genişliği çeyrek milden fazla değildir. Zar zor seçilebilen bir dereyle anakaradan ayrılır. Bataklık kuşlarının çok sevdiği bu dere sazlıklı ve çamurlu bir bölgede ilerler. Bitki örtüsü tahmin edileceği üzere seyrek ya da en azından bodurdur. Etrafta görkemli tek bir ağaç bile yoktur. Batı sınırının yakınında Moultrie Kalesi ve yazları Charleston’ın tozundan ve sıcağından kaçanların kiraladığı virane kulübelerin bulunduğu yerde tüylü, cüce palmiyelere rastlanabilir. Bu batı ucu ve sahil şeridindeki sert, beyaz kumsal dışında adanın her yeri, İngiliz bahçıvanlar tarafından pek sevilen hoş mersinlerle doludur. Boyları dört-beş metreye varan ve etrafa güzel kokular yayan bu bodur ağaçların aralarından geçmek neredeyse imkansızdır. Bu korunun derinlerinde, adanın doğu ucuna yakın bir yerde küçük bir kulübe inşa etmişti Legrand. Onunla rastlantı sonucu tanıştığımızda da bu kulübede kalıyordu.

Çok geçmeden iyi dost olmuştuk çünkü bu münzevi adam ilgi ve saygı uyandıran özelliklere sahipti. Epey iyi bir eğitim aldığını, olağanüstü akli melekelere sahip olduğunu görmüştüm ama ne yazık ki insan içine girmekten hoşlanmıyor, coşku ile melankoli arasında gidip gelen ani duygu zıtlaşmaları yaşıyordu. Yanında pek çok kitabı olmasına karşın bunları okumuyordu. Başlıca eğlencesi avlanmak ve balık tutmak ya da sahil ve koru boyunca gezintiye çıkıp deniz kabuğu ve böcek örnekleri aramaktı. Elindeki böcek koleksiyonu Swammerdam’ı 1 bile kıskandıracak boyuttaydı. Bu gezintilerinde ona, servetini kaybetmeden önce azat ettiği kölesi, Jupiter adında yaşlı bir zenci eşlik ederdi. Onu yanından ayrılmaya ne vaatlerle, ne de tehditlerle ikna edememiş, Jupiter genç “Will Efendi”sinden ayrılmaya bir türlü yanaşmamıştı. Belki de akrabaları, Legrand’ın aklının pek yerinde olmadığını düşünüp, gezginin böylelikle bakılacağını ve korunacağını hesap ederek bu inadı Jupiter’e yavaş yavaş aşılamışlardı. 1 Jan Swammerdam (1637-1680). Hollandalı biyolog ve böcekbilimci. Sullivan Adası’nın bulunduğu enlemde kışlar nadiren sert geçer ve güz zamanı ateş yakıldığı pek görülmez. Ama 18- Kasım’ının ortalarında aşırı soğuk bir gün yaşanmıştı. Günbatımından hemen önce mersinlerin arasından ilerleyerek arkadaşımın kulübesine gittim. Onu haftalardır ziyaret etmiyordum, çünkü o sırada, adadan dokuz mil uzaklıktaki Charleston’da kalıyordum ve o günlerde adaya gidip gelmek şimdiki kadar kolay değildi. Kulübeye varınca her zaman yaptığım gibi kapıyı çaldım.

Yanıt alamayınca anahtarı saklı olduğu yerden alarak içeri girdim. Ocakta tatlı bir ateş vardı. Bu alışılmadık bir durumdu ve beni minnettar bırakmıştı. Paltomu çıkardım, çıtırdayan odunların yanına bir koltuk çektim ve oturup ev sahiplerinin gelmesini sabırla beklemeye koyuldum. Karanlık çöker çökmez geldiler ve beni gördüklerine sevindiler. Ağzı kulaklarına varan Jupiter akşam yemeği için sutavuğu pişirmeye karar verdi. Legrand ise coşku nöbetlerinden –buna başka ne diyebilirim ki?- birini geçiriyordu. Çift kabuklu yumuşakçalardan bilinmeyen, yepyeni bir cins keşfetmişti. Daha da önemlisi Jupiter’in yardımıyla bir scarabaeus 2 yakalamıştı. Bunun da yepyeni bir cins olduğuna inanıyor, ertesi gün bu konuda fikrimi almak istiyordu. 2 Böcek anlamında Latince kelime. Aynı zamanda kınkanatlı böcekler familyası. “Neden bu gece değil?” diye sordum, ellerimi ateşin üstünde tutup ovuşturarak ve tüm scarabaeus’ların cehenneme gitmesini umarak. “Keşke burada olduğunu bilseydim!” dedi Legrand. “Ama seni görmeyeli epey zaman oldu.

Bu akşam beni ziyarete geleceğini nereden bilebilirdim ki? Eve dönerken kaleden Teğmen G—ile karşılaştım. Aptallık ederek böceği ona ödünç verdim. Bu yüzden onu sabaha kadar görmen mümkün değil. İstersen bu gece burada kal. Şafakta böceği alması için Jup’u gönderirim. Yeryüzündeki en güzel şey o!” “Ne? Şafak mı?” “Saçmalama! Hayır! Böceği diyorum. Rengi parlak altın sarısı, boyu iri bir ceviz kadar. Sırtının bir ucunda kehribar karası iki siyah benek var, diğer ucunda da var ama o daha uzun. Duyargaları-” “Boyuna söyleyip duruyorum, içinde hiçbir şey yok, Efendim,” diye lafa karıştı Jupiter. “Kanatları dışında her yeri, içi, dışı altın. Ömrümde böyle ağır bir böcek görmedim.” “Öyle olduğunu varsayalım, Jup,” diye karşılık verdi Legrand, bana fazla ciddi görünen bir tavırla. “Peki bu, pişirdiğin kuşları yakman için yeterli bir sebep mi? Rengi” bunu söylerken bana dönmüştü: “Jupiter’in söylediklerini haklı çıkaracak kadar sarı. O pullardan daha parlak bir metalik yansıma görmemişsindir. Buna yarın böceği gördüğünde karar verirsin.

Ben sana şekli hakkında biraz fikir vereyim.” Üzerinde bir dolmakalem ve mürekkep duran ancak kağıt bulunmayan küçük bir masaya oturdu. Legrand bir çekmeceyi açarak kağıt aradı, ama bulamadı. “Önemi yok,” dedi sonunda. “şu nasılsa işimizi görür.” Cebinden epey büyük ve kirli bir defter kağıdı çıkardı ve üstüne dolmakalemle bir şeyler çiziktirdi. O bunu yaparken ben ateşin başında kımıldamadan durdum, çünkü hala üşüyordum. Çizimi bitirince yerinden kalkmadan kağıdı bana uzattı. Kağıdı tam alacakken dışarıdan bir hırıltı duyuldu, sonra kapı tırmalandı. Jupiter kapıyı açınca Legrand’ın Newfoundland cinsi iri köpeği içeri daldı ve omuzlarıma sıçrayıp yüzümü yalamaya başladı. Geçen gelişlerimde onunla epey ilgilenmiştim. Köpeğin oynaması bitince kağıda göz attım ve işin gerçeği dostumun çizdiği resme epey şaşırdım. “İlginç!” dedim, resmi birkaç dakika inceledikten sonra. “itiraf etmeliyim ki, bu gerçekten de tuhaf bir scarabaeus. Böylesini ilk kez görüyorum.

Kafatası ya da kurukafaya benziyor.” “Kurukafayı mı!” diye tekrarladı Legrand. “Evet – kağıt üzerinde gerçekten de kurukafaya benzediği söylenebilir. Tepedeki siyah benekler gözleri andırıyor değil mi? Alttaki uzun olan da tıpkı bir ağız gibi. Genel biçimi de yumurta şeklinde.” “Belki de,” dedim. “Ama Legrand, bence sen iyi bir ressam değilsin. Böcek hakkında fikir edinmek için onu gözlerimle görsem daha iyi olacak.” “Nasıl istersen,” dedi Legrand, biraz bozulmuş halde. “Aslında çizimim fena değildir. En azından öyle olmam gerekir çünkü öğretmenlerim çok iyiydi. Ben de pek aptal sayılmam.” “Öyleyse şaka yapıyor olmalısın, sevgili dostum” dedim “Bu tam bir kurukafa. Hatta fizyoloji bilimi açısından bakarsak kusursuz bir kurukafa. Senin scarabaeus buna benziyorsa dünyanın en tuhaf scarabaeus’u olsa gerek.

Hatta bu ipucu içimizde bazı hurafelerin uyanmasına neden olabilir. Böceğe scarabaeus caput hominis 3 gibi bir isim verebilirsin mesela. Doğa Bilimlerinde böyle isimlere sık sık rastlanır. Peki sözünü ettiğin şu duyargalar nerede?” 3 İnsan başı böceği “Duyargalar mı!” dedi Legrand, konunun heyecanına iyiden iyiye kendini kaptırmış görünerek. “Duyargaları görmüyor olamazsın. Böceğin diğer kısımları kadar belirgin çizdim onları da. Bu yeterlidir herhalde.” “Peki öyle olsun, ama ben yine de duyarga filan görmüyorum,” dedim ve kağıdı başka bir şey söylemeden ona uzattım. Niyetim onu sinirlendirmek değildi ama böyle huysuzlaşmasına da anlam verememiştim. Üstelik resimdeki böcekte duyarga da yoktu. Genel görünüşü de gerçekten bir kurukafaya benziyordu. Legrand kağıdı öfkeyle aldı ve tam buruşturup ateşe atacağı sırada, birden resimdeki bir şey ilgisini çekti. Çok geçmeden yüzü birden kıpkırmızı kesildi. Sonra sapsarı oldu. Birkaç dakika boyunca resmi oturduğu yerden uzun uzadıya inceledi.

Sonra kalktı, masadan bir mum aldı ve gidip odanın diğer ucundaki bir sandığa oturdu. Burada da kağıdı sinirli bir havayla tekrar inceledi, evirip çevirdi. Ağzından tek kelime çıkmıyordu. Davranışları beni şaşırtıyordu. Ama konuşarak onu daha fazla sinirlendirmekten çekindiğimden sustum. Derken cebinden bir cüzdan çıkardı ve kağıdı dikkatle içine yerleştirdikten sonra cüzdanı bir yazı masasının çekmecesine koydu ve çekmeceyi kilitledi. Biraz olsun sakinleşmiş görünüyordu. Ama ilk baştaki coşkusundan eser kalmamıştı. Yine de somurtkan değil, daha çok dalgın bir görüntüdeydi. Akşam ilerledikçe dalgınlığı artıyordu. Tüm konuşma çabalarıma karşın dikkatini başka yöne çekemiyordum. Geceyi eskiden de sık sık yaptığım gibi o kulübede geçirmek niyetindeydim, ama ev sahibimin garip halini gördükten sonra gitmemin daha yerinde olacağını düşündüm. Kalmam için üstelemedi, ama kapıdan çıkarken elimi her zamankinden daha büyük bir içtenlikle sıktı. Bir ay kadar sonra (bu sürede Legrand’ı hiç görmemiştim) Charleston’a bir konuk geldi: Legrand’ın uşağı Jupiter. Bu sevimli ihtiyar zenciyi hiç bu kadar üzgün görmemiştim.

Dostumun ağır bir hastalığa yakalandığından korkmuştum. “Hayrola Jup?” dedim. “Efendin nasıl bakalım?” “Doğrusunu isterseniz hiç de iyi değil.” “İyi değil ha! Bunu duyduğuma çok üzüldüm. Nesi var peki?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir