Eduardo Galeano – Kucaklaşmanın Kitabı

Colombia kıyılarındaki küçük Neguâ kasabasında, gökyüzüne tırmanabilen bir adam vardı. Yere döndüğünde gezisini betimler, insan yaşamının yukarıdan nasıl göründüğünü anlatırdı. İnsanlığın minik alevlerden oluşmuş bir deniz olduğunu söylerdi. “Dünya, bir insanlar yığını, bir minik alevler denizidir,” derdi. Herkes kendi ışığıyla ışıldar. Hiçbir alev öbürüne benzemez. Büyük alevler vardır; küçük alevler, her renkten alev. Kimi insanların alevi öyle durağandır ki rüzgârda bile dalgalanmaz, kimi insanlarınsa havayı kıvılcıma boğan çılgın alevleri vardır. Kimi saçma alevler ne tutuşur ne de ışık serperler; kimileri de öyle bir canlılıkla yalaz – lanırlar ki onlara bakınca gözlerimiz kamaşır, yaklaşırsak üstümüze ateş vurmuş gibi parlarız. Dünyanın başlangıcı İspanya Savaşı biteli daha birkaç yıl olmuştu; cumhuriyetin yıkıntıları üstünde haç ve kılıçın egemenliği sürüyordu. Yenilmişlerden biri, hapisten yeni çıkmış bir anarşist işçi, iş aramaktaydı. Çalmadık kapı bırakmıyordu, ama boşuna. Hiç kimse bir Kızıl’a iş vermiyordu. Herkes ters ters bakıp omuz silkerek işçiye sırt çeviriyordu. Ona fırsat tanımaya, kulak asmaya yanaşan kimse yoktu.


Elinde kalan tek dostu, şaraptı. Adamcağız geceleyin, sofradaki boş tabakların karşısında pazar ayinini hiç kaçırmayan sofu karısının sitemlerine sessizce katlanırken küçük yaştaki oğlu da karşısına geçip Kutsal Kitap’tan bölümler okuyordu. Bu öyküyü bana yıllar sonra, bahtsız işçinin oğlu Josep Verdura anlattı. Sürgün olarak geldiğim Barcelona’ da anlattı bunları bana. Çocukluğunda babasını sonsuza dek lanetlenmekten kurtarmayı deli gibi istermiş, ama her zaman Tanrıtanımaz ve inatçı olan baba burnunun dikine gidermiş. “Ama babacığım,” dermiş Josep ağlayarak, “Tanrı yoksa dünyayı kim yarattı?” Babası, bir sır verecekmiş gibi başını eğerek, “Dangalak,” dermiş ona, “biz yarattık dünyayı, biz, tuğla işçileri.” Sanatın işlevi / 1 Diego, denizi hiç görmemişti. Babası, Santiago Kovadloff, onu denize götürdü. Güneye gittiler. Deniz, yüksek kum tepelerinin ardında uzanmış, beklemekteydi. Çocukla babası uzun bir yürüyüşten sonra kum tepelerine ulaştıklarında deniz, gözlerinin önünde patlayıverdi. Parıltısı öylesine uçsuz bucaksızdı ki bu güzellik karşısında çocuğun dili tutuldu. En sonunda, titreyerek, kekeleyerek, konuşmayı başarabildiği zaman babasına yalvardı: “Yardım et de göreyin Üzüm ve şarap Ölüm döşeğinde bir bağcı, Marcela’nın kulağına bir şeyler söyledi. Ölmeden önce gizini açıkladı ona: “Üzüm,” diye fısıldadı, “şaraptan yapılmıştır.” Marçela Perez-Silva bana bunu söylediği zaman şöyle düşündüm: “Üzüm şaraptan yapılmışsa belki bizler de kim olduğumuzu söyleyen sözcüklerizdir.

” Marcela, karlı kuzeye, geziye gitmişti. Bir gece Oslo’da şarkılar söyleyip öyküler anlatan bir kadınla karşılaştı. Kadın iki şarkı arasında, ufak kâğıt parçacıklarına bakarak öyküler anlatıyordu. Bu Oslolu kadın her yanı cepli, upuzun, bol bir entari giymişti. Ceplerinden birer birer kâğıt parçaları çıkarıyordu; her bir kâğıt parçasında ayrı bir öykü vardı, büyü becerisiyle dünyaya dönmek isteyen kimselerle ilgili, yaşanmış, gerçek öyküler. İşte böylece bu kadın, ölmüş, unutulm uş kişileri diriltiyor, bir yandan da ceplerinin derinliklerinden, adına insan denen ve konuşmayı hayat sayan hayvanın serüven ve aşkları fışkırıyordu. Bu adam ya da kadın birçok insana gebe. Gözeneklerinden insan fışkırıyor. New Mexico’lu Hopi Kızılderilileri işte bu heykelciklerle “öykü anlatıcı’yı simgelerler: toplumsal bellektekileri hikâye eden ve benliğinde çiçek gibi insancıklar tomurcuklanan kişi. Sözcükler evi Helena Villagra, rüyasında şairlerin, sözcükler evine girdiklerini gördü. Eski cam şişelerin içinde saklanan sözcükler şairleri bekliyor ve seçilmek arzusuyla tutuşarak kendilerini onlara sunuyorlardı. Onlara baksın, dokunsun, onları koklayıp yalasın diye şairlere yalvarıyorlardı. Şairler şişeleri açıp sözcükleri parmak uçlarıyla yoklayarak ağızlarını şapırdatıyor ya da burunlarını kıvırıyorlardı. Şairler bilmedikleri sözcüklerin yanı sıra bilip de yitirmiş oldukları sözcükleri aramaktaydılar. Sözcükler evinde bir renkler cetveli vardı.

Renkler kendilerini gür fıskiyeler biçiminde sunuyor, şairler de gereksinim duydukları renkleri seçiyorlardı: limon sarısı ile güneş sarısı, deniz mavisinin yanında duman mavisi, yakut kırmızısı, kan kızılı, şarap kırmızısı… I t Okurun işlevi / 1 Lucía Peláez küçücük bir çocukken yorganının altında gizlice bir roman okumuştu. Geceleri bölük pörçük okudu romanı, yastığının altına saklayarak. Bu kitabı, amcasının gözde kitaplarını koyduğu, sedir ağacından yapılma raftan çalmıştı. Yıllar yılları kovaladıkça Lucia çok gezdi, uzak yerlere gitti. Hayaletlerin peşine düşerek Antioquia Irmağı’nın taşlarından geçti ve insanların peşinde, şiddet dolu büyük kentlerin sokaklarını dolaştı. Lucia çok uzun yollara gitti ve gezilerinde ona her zaman, çocukluğunda gözleriyle duymuş olduğu o ırak seslerin yankılarının yankıları arkadaşlık etti. Lucía o romanı bir daha hiç okumadı. Şimdi görse tanıyamaz. Bu kitap onun içinde öylesine dal budak saldı ki başka bir şeye dönüştü artık: O nun oldu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir