Ellery Queen – Aradaki Silah

Dr. Brown’un her yanı iriydi -omuzları, sırtı, göğsü, bacakları, kolları, elleri, ayakları- kısacası her yanı; burnu bile. Bir zamanlar düzgün olan bu koca burun, şimdi üstelik iğriydi de, futbol hâtırası. Brown’un gözleriyle saçları karaydı. Bakışları da karanlıktı oldukça, somurtkan çocukların bakışları gibi. Koca parmaklarıyla durmadan umutsuzca karıştırdığı saçlarına çok uygun düşüyordu bu bakışlar. Dostları ona Harry derlerdi. Dr. Harry (aslında Harrison) Brown otuz yaşındaydı, kendi gözünde de hâlâ adam olamamıştı. Tanıdığı doktorlar gibi tonlarla parayı kasasına yığsa haydi neyse, o zaman adam olmuş sayardı kendini. Yine de pek boş adam denemezdi Dr. Brown’a. Yalnız insanların doluluğuna, boşluğuna pek aldırmayan bir hastalık onun da yakasına yapışmıştı. Dr. Harry Brown’un para hırsı, bütün hayatı boyunca yeteri kadar paraya sahibolamayışmdan ileri geliyordu.


Tabiî “yeteri kadar” herkese göre değişecek bir deyim. Dr. Brown’un çok zengin bir çevresi olduğuna göre bu deyimden ne anladığı kolayca ortaya çıkar. Bir kere, babasının dostları çok zengin kimselerdi; Harry onların oğullarıyla arkadaşlık etmişti. Yalnız zenginlerin gidebildikleri bir okula o burs kazanarak girmişti. Burstan araba almak, lüks eğlencelere para ayırmak ne gezer? Ivy League Kollejinde zenginlerin oğullarıyla oda arkadaşlığı etmiş, kızlarıyla sevişmişti. Tatillerde onların evlerine çağrılmış, Fransız aşçıların yemeklerini yemiş, Đngiliz uşaklara buyurmuştu, ipek örtülerin üstünde -bazen altında- yattığı olmuştu. Zenginlerin antika koltuklarına oturmuş, ayaklarını onların halılarına gömmüş, aldıkları tablolara ağzı açık bakmış, dışardan getirttikleri arabaları sürmüş, saf kan atlarına binmiş, yatlarının dümenine geçmişti bir kere. Onlar vitamin hapları yutarken, Brown kıskançlık hapları yutmuştu. Onu ayakta tutan, daha çok daha çok kıskanmaya yönelten bu kıskançlıktı işte. Bu yüzden, tıbbı bitirmiş, muayenehanesini açmış, döşemişti. Ama kıskançlık da gücünü yitirmişti artık. Hastalar bir türlü gelmiyordu. Dr. Harry Brown zekî adamdı doğrusu.

New York’da doktorluk yapabilmenin bir zaman meselesi olduğunu bilmiyor değildi. Daha okulu bitireli iki yıl olmuştu. Ama beklemek için sabır gerekti, sabin da kıskançlığın yetiştiği toprakta beslemek boşunaydı. Akıl para etmiyordu, Central Park’ın batısına bakan son derece etkileyici bir apartman dairesindeki geniş muayenehanesinde oturmuş, en yeni, en pahalı âletlerin pırıltısı içinde telefonun çalmasını bekliyordu Dr. Brown. Yumuşak bir Mayıs akşamıydı. Saat yediydi. Dışarda şehir ılık alacakaranlığa sarmıştı kendini. Brown kendi karanlığına gömülmüştü; yalnız masa lâmbası yanıyordu. Bacaklarını masanın altına uzatmış, deri iskemlesinde öylece oturuyordu, yüzü asıktı; sıkıntıdan ter damlacıkları belirmişti alnında. Kim derdi ki, iki yılda hiçbir şey yapamamıştı? Gelegele iki hasta gelmişti bugün. Bitişik apartmandaki parmağı iltihaplı çocukla, çocuğunu düşürmek isteyen genç bir kız. Para-mara almadan savmıştı kızı. Dün sokaktan geçen biri uğramıştı: gözü mü hastaymış ne? Daha önceki gün tek gelen olmamıştı. Ya ondan önce? Bir sabıkalı, ilk gelişinde de para vermiyen herif.

Yeni doktorları kokuyla buluyorlar galiba. Diyelim ki, bu herif parayı ödemeye kalktı. Hepsini toplasak dört gün için CO dolar eder, günde 7.5 dolar. Ne büyük kazanç! En tecrübesiz hademe bile küçük görür bu parayı! Kim derdi ki? Đki yılda bir şey yapamamış, boyuna gerilemişti? Đki yıldır babasının hayat sigortasından kalan otuzbin doların eriyip gitmesini seyretmemiş miydi? Şimdi o da bitmişti işte. Boğazına kadar borca gömülmüştü. Kim derdi ki? Evli de değildi. Ailesine bakmak söz konusu edilemezdi. Bakılacak bir kendisi vardı. Onu bile beceremiyordu. Öyle kötü bir doktor sayılmazdı. Düpedüz iyi bir doktordu canım. Okuldaki başarısı bunu göstermiyor muydu? Đsim yapmak gerekiyordu anlaşılan. “Los Angeles’e yerleşsem bari,” diye düşündü, “orada doktorlar isimlerini ışıkla yazıyor, gazetelere ilân veriyorlar.” New York’da muayenehane açmakla hata etmişti besbelli.

Manhattan’da yeni doktor barınabilir miydi hiç ? Bu binada bile ün yapmış iki doktor daha oturuyordu; iki köşe yürüsen sekiz tabelâ görürdün. Bu çevrede oturunca yapman gereken bir sürü şey vardı üstelik: îyi giyinmek, lüks yaşamak zorundaydın. Gıcır gıcır bir araban olmalıydı. îyi ama, neden? Kimi etkilemek için bütün bunlar ? Parmağı iltihaplı çocuğu mu, gözü hasta adamı mı, karnı şişmiş kızcağızı mı, yoksa o dolandırıcı herifi mi? Bu boş gösteriş uğruna Greenwich kasabasında bir deliğe tıkılmaya, bir rahip hayatı sürmeye değer miydi sanki?. Telefon çaldı. “Harry, sen misin?” Tony Mitchell’in sesiydi. “Evet,” dedi Dr. Brown. “Yine tersliğin üstünde galiba.” “Ne var Tony?” diye sordu Dr. Brown. “Sekizde Big Dipper’da yemek yiyeceğiz, Gresham çağırdı. Herifin adı geçince kırmızı halıları kaldırıp morları yayıyorlar. Bilirsin, oldum bittim bayılırım mora. Haydi, smokinini giy de gel.

” “Kaç kişiyiz?” “Üç. Sen, ben, bir de Mrs. Gresham. Kadın değil, bir içim su.” “Ya Gresham?” “Saymadım mı onu? Canım, belki gelir, belki gelmez. Kurt’u bilmez misin? önce iş, sonra eğlence. Hoşuna gitti mi?” “Ne demek istiyorsun yani?” “Ne demek istiyorsunu var mı?” diye güldü Tony Mitchell. “Bana bak oğlum, bilmemezlikten gelirsen kötü olur. Ben bu gece koruyucu melek rolü oynadığımı biliyorum, senin benim bunu bildiğimi bildiğini de biliyorum.” “Kes artık Tony.” “Bir ilâç yazayım mı Doktor Bey? Dört-beş votka martini, yanında da meze olarak parlak Karen’imiz. Affedersin, ağzımdan kaçtı. Ey Doktor, söyle bana, ava kim, avlanan kim?” Elinde olmadan bir rahatlık kapladı Harry Brown’un içini. “Galiba,” dedi, “sen üç-dört kadeh atmışsın bile.” “Attım ya.

Şimdi de süslenmem gerek dostum. Sekizde buluşuruz.” “Big Dipper Lokantası,” diye düşündü telefonu kapatırken, “aşağı kurtarmaz.” Şu Tony Mitchell yaman adam doğrusu. Mr. ve Mrs. Gresham için her avukat bütün müşterilerini gözden çıkarır. Big Dipper ha! Harry Brown kalktı. Geçen ay kendi garsonluğunu kendi yapmıştı. Az mı konserve açmıştı yani?. Karen Gresham’le şuraya buraya gitmek kolay mıydı? Karen her şeyin en iyisine alışıktı, daha doğrusu en pahalısına. Bu gece hesabı Tony Mitchell öderdi herhalde, belki de Kurt, -gelirse tabii-. Nasıl olsa kendisine bırakmazlardı; bıraksalar bile hesabı isteyecek hali mi kalmıştı? Big Dipper’da dört kişilik bir akşam yemeği, kokteyller, şarap, şef garsona bahşiş falan derken yüzelli dolara patlardı en aşağısından; Dr. Harrison Brown’un uyuklayan sekreterinin onbeş günlük maaşına. Dr.

Brown odaları dolaşmaya başladı, ışıkları bir bir yaktı. Pırıl pırıl parlayan muayene odasındaki çekmeceden yarısı boşalmış bir şişe viski çıkardı, bir bardağa boşalttı, bir dikişte içtikten sonra şişeyi yerine koyarak banyoya yürüdü. Soyunup duşun altına girdikten sonra gövdesinin biraz olsun canlandığını hissetti. Dr. Harrison Brown, Avukat Anthony Mitchell’i düşünüyordu şimdi, talih denen şeyi düşünüyordu, onun cilvelerini. Tony’i bu insanların arasına iten kuvvet en saf, ya da en karışık şekliyle şans değil de neydi? Harry Brown’un babası da hukukçuydu. Ağır, titiz, namuslu bir adamdı. Simon Brown. Koca Sime Brown derlerdi ona; mahkemeye adımını atmaz, hukuk kitapları okurdu durmadan. Başı sıkışan herkes ona koşardı. Tam bir bilim adamıydı; bilgisi büyük, aklı büyük, ilkeleri büyüktü. Avukat Simon Brown’un kişisel tutkuları da yoktu, karısı öldükten sonra tek çocuğu olan oğluna adamıştı kendini, onun tıbba girmesi, başarılı bir doktor olup hayatın kendisine yasakladığı şeylerden onun yararlanması için var gücüyle çalışmıştı. Belki de maddî imkânların kıtlığını görerek düşlerini kendi için değil, oğlu için kurmuştu. Evet evet, bu yüzden yoksul bir hayat sürmüş, oğlunu zenginlerin arasında yetiştirmeyi başarmıştı. “Zavallı babacığım,” diye düşündü Harry Brown.

“Bilmeden ne büyük kötülük ettin bana.” Kim demişti “Akıl, budalalıktır,” diye? Akıllı bir insanın yapabileceği en budalaca hareketti bu. Tony Mitchell’la, babasının yazıhanesinde tanışmıştı. Tıbba gidiyordu o sıralarda. Harry’den yedi yaş büyük olan Tony ise ceza dâvaları alan bir avukattı, parlak bir geleceği vardı. Simon Brown’a tezini okutmak için gelmişti, yakışıklı, neşeli, ince, zekî, alaycı biriydi -kısacası Harry ne değilse o-. Bir yandan kahkahalar atıyor, bir yandan da Harry’e, “Baban eşsiz bir adam, haberin var mı?” diyordu. Buluşma sırasında sesinin ne kadar etkileyici olduğunu bilmeyen yoktu. “Ben de onun iyiliğini kötüye kullanıyorum.” Bir an duraklamış, ciddileşmişti. “Düpedüz alçaklık tabiî ama… Babanın tek kusuru ne, biliyor musun? Çok çekingen olması.” Simon Brown sonradan kızmıştı bu sözlere, ama Harry, Tony Mitchell’a ısınıvermişti; kıskançlıkla karışık bir sevgiydi bu. Çok çabuk arkadaş olmuş, birlikte gezmişlerdi. Harry ağır, Tony şakacıydı. Harry sustuğu zaman, Tony durmadan gevezelik eder, kadınlara acemice davrandığı zaman, o sürüyle kadın bulurdu.

Görünüşleri de birbirini tamamlıyordu. Harry’nin iri, kaba gövdesine karşılık, Tony Mitchell incecik, cıva gibiydi. Ama sonra tatil bitmiş, Harry okula dönmüştü. Simon Brown ölünce bu arkadaşlık da öldü. Birbirlerinin izini bulamadılar bir daha. Harry Brown duştan çıkınca iyice kurulandı. Traş olduktan sonra banyodaki dolapta duran elbisesini giydi. Belki bir şey çıkar diye, temiz çamaşırlarını, siyah çoraplarıyla pabuçlarını, koyu mavi kostümünü, Fransız malı mavi ipek boyunbağını hep orada bulundururdu. Aynanın önünde üstüne başına çekidüzen verirken kendi kendine, “Acaba,” dedi, “daha ne “kadar idare edebilirim bu durumu ?” Çok sürmezdi, biliyordu. Đki büyük dert vardı başında: Bir para derdi, bir de kadın derdi. Her şeyi iyice tasarladığını sanmıştı önceleri, otuz-bin dolar hiç bitmeyecek sanmıştı. Đlgi duyduğu iki tıp dalı, iç hastalıklarıyla cerrahiye idi; iki yıllık bir çalışma süresinden sonra bir seçme yapacağını ummuştu bunların arasında. Muayenehanesini iyi bir yerde açmak, en yeni âletlerle çalışmak, güzel bir araba almak, amacına erişmek için tutulacak biricik yol gibi görünmüştü, masraf ne olursa olsun. Ama umduğu gibi çıkmamıştı işte. Đki yılda bir adım ilerliyememişti.

Söylendiği gibi, doktor kıtlığı, hasta bolluğu falan da görülmüyordu yani. Gerçi bu haftadan daha iyi haftalar da geçirmişti, ama genel olarak zararı kazancından kat kat fazlaydı. Sandığından çok daha uzun bir süre sabretmesi gerektiğini geç anlamıştı. Zaman para demekti; parası da neredeyse tükenecekti. Đyi ki dört ay kadar önce bir barda Anthony Mitchell’la karşılaşmıştı da içine biraz olsun su serpilmişti. Tony Mitchell bir bakışta tanımıştı onu, “Harry oğlum!” diye bağırmıştı. “Ne haber yahu? Bunca zamandır nerelerdeydin ?” Bir süre birlikte gezmişler, şehrin altını üstüne getirmişlerdi. Hiç bu kadar eğlenmemişti Harry Brown. Sonra bir gece, Mitchell’in apartmanında yalnız kaldıkları zaman, Tony birdenbire, “Artık ağzından baklayı çıkar Harry,” demişti. “Belli etmemiye çalışıyorsun ama, boşuna. Bütün ömrüm mahkemelerde geçiyor, böyle numaraları yutmam ben. Söyle bakalım, seni üzen şey ne? Bir delilik mi ettin yoksa?” Harrison Brown o gece iyice açılmıştı Tony’ye, başından sonuna kadar hepsini, hayatını, tasarılarını, okul günlerini, ne yapmak istediğini, karşılaştığı güçlükleri, gece gündüz peşini bırakmıyan ilk kuşkuların sonra nasıl yavaş yavaş büyüdüğünü, korkuya döndüğünü bir bir anlatmıştı. Tony birden, “Peki,” demişti, “bırak da biraz düşüneyim bu konuda.” “Sen ne yapabilirsin ki?” diye haykırmıştı Harry. “Ooo, neler yapamam ki? Bana bir-iki gün izin ver.

Perşembe öğleyin yazıhaneme uğrayabilir misin?” “Tabiî.” “Đşte kartım.” “Ama Tony.” “Amayı-mamayı bırak. Zaten hayatımız başkalarının dertleriyle uğraşmakla geçiyor. Bu yüzden para kazanıyoruz. Korkma canım, senin işten para almam.” Perşembe günü öğleyin, Avukat Mitchell’in yazıhanesine uğramıştı Tony. Tam bir iş adamı yazıhanesiydi bu. Sekreterler güzellik değil randıman gözetilerek seçilmişti; stajyerler masalarının başında işlerine dalmışlardı. Tony Mitchell, “Buyur Harry, otur,” derken sesi bile “başkaydı. Harry sigarasına uzanırken aklına neler gelmemişti ki? “Senin meseleyi gözden geçirdim,” dedi Tony, “tasarılarını doğru buldum. Uzun zamana ihtiyaç var, ama sen sersemlik edecek biri değilsin.” “Ne biliyorsun?” dedi Harry Brown. “Belki de doktorluk yapacak kabiliyet yok bende.

” Tony sakin bir sesle, “Soruşturdum,” dedi. “Düpedüz kabiliyetli biriymişsin. Mesleğinde başarıya ulaşacağına inanıyorum. Tasarının tek zayıf noktası, sermayenin kıt olması aslında. Bu işin zaman isteyeceğini akıl edememişsin.” “Edemedim, ya.” “Mesele şu: Varmak istediğin yere gidebilmek için hesapladığından çok benzine ihtiyacın var. Bir kere hızlandın mı, bu yakıt problemi ikinci plânda kalacak zaten. Harry, doğru bankaya yollanmak zorundasın,. “Niçin?” “Borç almak için tabiî.” Harry Brown güldü. “Đyi ama niçin bana borç versinler? Kara gözlerim için mi?” Tony Mitchell gülümsedi, “Canım, iş yakışıklılığa da-yansaydı yaya kalırdın ya!” Sonra yine ciddileşti. “Bir otuz bin dolar daha olsa mesele çözümlenir. Dikkatli davranırsan bu engeli aşman işten bile değil.” Dr.

Harrison Brown hâlâ sigarasını yakmaya çalıştığını farketti. Yaktı, dumanların arasından süzdü dostunu. “Peki, karşılık teminat istemeden bana otuz bin dolar verecek bir banka biliyor musun?” “Tabiî. Benimki.” “Banka mı açtın sen?” “Yok canım,” dedi Tony gülümsiyerek. “Ben ortağınmışım gibi imzalamayı düşünüyordum. O zaman verirler.” “Bir dakika,” dedi Harry. “Buna izin veremem.” “Neden?” “Canım, ya işin altından kalkamazsam?” “Kalkarsın, kalkarsın. Zamanla bak nasıl ün kazanacaksın. Hem ben sana zengin müşteriler yollıyarak paramı korumasını bilirim.” “Bırak da düşüneyim, Tony.” Harry heyecanını gizlemeye çalışmıştı. Tony Mitchell iskemlesinden fırladı.

“Düşünecek hiçbir şey yok. Haydi Harry, yürü bakalım.” “Nereye gidiyoruz?” “Nereye olacak bankama. Bizi bekliyorlar.” “Ton…” “Ne olur, sus artık. Bu kadarcık da arkadaşlığımız yok mu?” Harry böylece sürüklenmişti işte. Đçinde yeniden doğan umut ışığı serseme çevirmişti onu; teşekkür etmek için kelime bulamıyordu. Kolaylıkla almıştı parayı. Bu o; aydan beri dört ay geçmişti. Değişen bir şey de yoktu bu arada. Ufak-tefek değişiklikler olmuştu olmasına ama, bir ilerleme var sayılmazdı. Gerileme var bile denilebilirdi. Tony Brown zengin hastalar konusunda verdiği sözü tutmuştu doğrusu. Onun aracılığıyla meslek hayatının ilk zengin hastalarıyla, Mr. ve Mrs.

Kurt Gresham’1 e tanışmıştı. Kurt Gresham milyarder bir iş adamıydı. Sahip olduğu ithalât-ihracat firması dünyanın her yerinde iş yapıyordu. Yazıhanesi Empire State Building’deydi. Ama kendisi kalbinden rahatsızdı, çok yemek yemekten şişmiş gibiydi gövdesi. Sık sık muayene olması gerekiyordu. Doktoru emekliye ayrılmak üzere olan ihtiyar bir adamdı, hastalarını teker teker başka doktorlara devrediyordu. Sıra Kurt Gresham’e gelmişti. Gresham, “Tony Mitchell sizden çok bahsetti, Dr. Brown,” demişti ilk karşılaşmalarında. “Ben de soruşturdum. Ne de olsa kalb hastalığı şakaya gelmez.” “Neden bir kalb mütehassısına başvurmuyorsunuz?” Milyoner gülümsemişti, “Doğru ama, Doktor Welliver buna lüzum görmediğini söyledi. Belki de beni avutmak için ama, pek sanmam. Her neyse.

Sizin hakkınızda duyduklarım hoşuma gitti. Beni kabul ediyor musunuz, hasta olarak?” “Şu kalb meselesi hakkında iyice bilgi edinmeden sorunuza karşılık veremiyeceğim. Dr. Welliver’in notlarını inceleyebilmem için bana bir gün müsaade edin.” “Tabiî.” Milyoner memnun kalmıştı galiba. Gresham’in hastalığı Harry’i epeyce oyalamıştı. Sonunda ihtisas isteyen bir rahatsızlık olmadığını anlayınca Gresham’e kararını bildirmişti. Bayağı sevinmişti milyoner. Aralarındaki ilgi iyi bir şekilde kurulmuştu. “Keşke hep Öyle kalsaydı!” diye düşündü Harry Brown. Ama Mrs. Gresham vardı ortada. Tony Mitchell onun Kurt’un dördüncü karısı olduğunu söylerdi. Tatlı Karen… Đşte kadın derdinin sebebi tatlı Karen’di.

Dr. Harrison Brown, Big Dipper’a girdiği zaman saat sekizi on geçiyordu. Tony ile Karen martinilerini yudumluyorlardı. Tony, karşısına oturmuştu Karen’in. Tony, yanık teninde bembeyaz parlayan dişlerini göstererek güldü. “Bak, şeref köşesini sana ayırdım. Aşk tanrısı da karşınızda oturacak.” Garson masayı çekmiş, Harry, Karen’in yanına oturmuştu. Tony, “Doktor’a iki votka martini, Mrs. Gresham’le bana da deminkinden gelir,” dedi. “Kurt nerede?” dedi Harry. Karen’in eli örtünün altından onun elini arıyordu. “Kurt gelmiyecek Harry,” dedi Karen. “Biraz önce telefon etti. Çalışması gerekiyormuş, evde çalışacak.

Üzüldün mü yoksa?” Đri yeşil gözlerini Harry’e çevirdi. Örtünün altından yavaşça okşadı elini, hırsla. “Üzüldüm değil, ama üzülmedim de değil.” Đşte sinirleri altüst olmuştu yine. Sigara yakmak bahanesiyle elini çekti. “Gramerin kusuruna bakma, canım,” dedi Tony Mitchell. “Reçete yazmaktan kısa zamanda bu hale geliyor doktorlar.” “Harry galiba üzüldü,” dedi Karen gülümsiyerek. Kaşları bellibelirsiz çatılmıştı. “Kurt’u bayağı çekici buluyor, değil mi Harry?” Harry karşılık vermedi. Yalnız, “Şerefe,” dedi bardağını kaldırarak. Önünde duran iki kokteyl bardağından birini aldı, yarısını dikti. “Geleceğin başarılı doktoru böyle mi içer?” dedi Tony. “Hem Karen, sen istediğini söyle şekerim, kocan gerçekten çekici bir adam. Oldum olası canavarlarla uğraşırım ama, böylesine çekici olanına rastlamamıştım.

” “Kurt Gresham Canavarı’nın şerefine,” diye mırıldandı Karen, yeni gelmiş martinisinden bir-iki yudum aldı. “Bir şeyler ısmarlayalım bari,” dedi avukat. Garson yazmaya hazırlandı. “Benimki ördek olsun. Siz ne dersiniz?” “Bilmem,” dedi Karen. Harry omuz silkti. “Önce karides mi ısmarlasak yoksa? Hey, âşıklar, size söylüyorum.” “Ne ısmarlarsan ısmarla Tony,” dedi Karen. “Evet, evet.” Harry gözünün ucuyla onu süzdü. Şu canavar da kadından amma anlıyordu ha! Karen öyle ince bir kadındı ki, kocası ejdere benziyordu onun yanında; üstelik kızcağızın babası yaşındaydı. “Allahın işine akıl erdirilmez,” diye düşündü Harry. Evet, gerçekten zarif bir kadındı. Yüzünün kemikleri incecik porselenden yapılmıştı sanki; derisi saydamdı. Gür, bakır renkli saçlarla çevrili baş bir kraliçeninki gibi dimdikti.

Aydınlık, saf, insanı büyüleyen iri gözleri yemyeşildi. Hele yeşil tuvaletinin açık göğsünden taşan etinin beyazlığı… Böyle bir tuvalet satın alabilmek için kendisinin iki aylık kazancı yetmezdi. Boynunu süsleyen zümrüt gerdanlık babasının hayat sigortasını bile gölgede bırakıyordu. Evet, ihtiyar Gresham kadından anlıyordu doğrusu. Kadınları elde etmesini bildiği kadar, elinde tutmayı da biliyordu. Dr. Harrison Brown bir an düşündü. Kendisini deliye döndüren bu kadın mıydı, yoksa onun temsil ettiği şeyler mi, bütün hayatı boyunca özlemini duyduğu şeyler mi ? Tony Mitchell’in şakalarını, takılmalarını dinleyerek yemeği bitirdiler; Harry, Karen’in, dizlerini sıkıştıran ılık bacaklarını, parmaklarının gövdesinde dolaşan gizli okşayışını duyuyordu yalnız. Yemişlerle kahve geldiğinde, onlar hâlâ konuşuyorlardı, masa kalktıktan sonra da konuşmaya devam ettiler. Harry çakırkeyifdi, dili çözülmüştü, bir-iki kere yüksek sesle kahkaha bile attı. Saat onbirde Tony, “Sen arabanla mı gelmiştin Harry?” diye sordu. “Evet,” dedi Harry. “Öyleyse bayanı evine bırakmak sana düşer. Bu gece benim iyi bir uyku çekmem gerek; yarın dolambaçlı bir dâvam var da. Kusuruma bakmazsın, değil mi Karen? Sakın yalan söyleme ha! Garson!” Tony Mitchell hesabı öderken, onlar ayrıldılar.

Harry, Karen’i evine götürdü. Gresham’lerin evinin yakınındaki Park Avenue’da durdurdu otomobili. Karen onun kollarına atıldı, onu öpücüklere boğdu, gövdesini kendi gövdesine iyice yapıştırdı. Bir yandan da, “Seni seviyorum,” diyordu. “Seviyorum, seviyorum seni.” Harry Brown ses çıkarmadı. Karen’e sarılıp öylece durdu. Ne diyebilirdi ki ?” “Ne yapacağız, sevgilim? Ne yapacağız?” Harry karşılık vermedi. Verecek karşılığı yoktu. “Bu hafta sonunda gidecek,” dedi Karen. “Cuma gecesini, Cumartesiyi Pazar gecesini birlikte geçiririz. Tek başımıza. Başka kimse olmaz. Olur, değil mi Harry?” “Olur tabiî.” “Đyi geceler.

” “Ben de geleyim.” “Bu gece olmaz, sevgilim. Cuma’ya buluşuruz. O gider gitmez seni ararım.” Evine dönerken bir suçluluk duygusu kapladı Harry’nin içini. Âşık mı olmuştu? Evet, gözü hiçbir şey görmüyordu ama, aşk mıydı bu? Ya evlilik? Karen dürüst davranmıştı kendisine, bu zengin ihtiyarı parası için aldığını kaç kere söylemişti. Sanki anlaşılmıyormuş gibi! Üstelik bu serveti gözden çıkarmak aklına bile gelmezdi. Gresham hiç boşanır mıydı ondan? Karısını çılgınca seviyordu, tapıyordu ona. Birisini sevdiğini söylese, beş parasız kalırdı. Ama… Seni seviyorum, Harry. Ne yapacağız? Barrow Street’de arabayı park yerine bırakarak kilitledi. Apartmanın holünde kimseler yoktu. Asansörle üçüncü kata çıktı, anahtarıyla kapıyı açtı, içeri girdi, arkasından kilitledi kapıyı. Şapkasını dolaba atarken bir eliyle elektrik düğmesini çevirdi. Sonra oturma odasına gitti, oradaki ışığı da yakınca kızı gördü.

Ufak-tefek sarışın bir kızdı bu. Koltuğa oturmuş, iri gözleriyle kendisini süzüyordu. Siyah tayyörünün içine beyaz bir bluz giymişti. Işıkta pırıl pırıl parlayan deri ayakkaplar vardı ayağında. Harry daha önce hiç görmemişti bu kızı. Kaşlarını çatarak, “Merhaba,” dedi. “Kimsiniz siz? Buraya nasıl girdiniz?” Kız karşılık vermedi. Yüzüne bakıyordu hâlâ. Đşte o zaman anladı Harry. Yaklaştı. Kız ölmüştü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir