Ellery Queen – Siyamlı Ikizler

YOL ÂDETA bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla dağın yamacına tırmanıyordu. Güneşten iyice kurumuş, ortasında ve kenarlarında irili ufaklı bir sürü çukur açılmıştı. Sanki bu kâfi değilmiş gibi, farkına varmadan o tarafa sapan arabalı yolcuların hayatını iyice zehir etmek için kâh yükseliyor, kâh alçalıyor, kâh dağa tırmanıyor, kâh düzlüğe iniyor, daralıp genişliyor ve kıvrım kıvrım kıvrılıyordu. Üstelik tekerleklerin her dönüşüyle müthiş bir toz bulutu yükseliyor ve bunun her zerresi âdeta birer sivrisinek olup, biçare yolcuların terden ıslanmış cildine yapışıyordu. Eski arabanın direksiyonuna yapışmış olan Ellery Queen, kamburunu iyice çıkarmış, hem arabayla ve hem de yolla mücadeleye çalışıyordu. Sızlayan gözlerini örten tozlu gözlükleri, kaşlarına kadar indirdiği keten kasketi ve buruşuklarına üç ilin topraklarının dolduğu ince ceketiyle pek de tanınacak halde değildi genç adam. Tuckesas’tan yola çıkalıdan beri her inişte, her virajda küfredip durmuştu. Fakat artık konuşacak halde de değildi. Babası aksi aksi, “Kabahat sende,” diye homurdandı. “Yarabbi! İnsan dağların serin olduğunu sanır. Halbuki bana bütün vücudumu zımparalamışlar gibi geliyor.” Müfettiş Queen, tozdan korunmak için kurşuni eşarbına iyice sarınmıştı. Bu haliyle bir Arap şeyhine benziyordu. Adam, bir bakıma söylenmekte de çok haklıydı. İnleyerek, usulca döndü.


Arabanın arkasına yığılmış olan bavullara baktıktan sonra içini çekerek, tekrar yerine büzüldü. — “Sana, ‘vadideki yoldan gidelim,’ dedim! Öyle değil mi?” Sıcak, ıslak havada elini hiddetle salladı. Öfkesi gitgide artıyordu. “Ha? Öyle değil mi? Sana, ‘El, bana inan. Dağ yolları karışıktır,’ demedim mi? ‘insan neyle karşılaşacağını bilemez! Kim bilir yollar ne feci vaziyettedir!’ Fakat sen beni dinlemedin bile… Akşamın yaklaşmış olmasına rağmen, keşfe çıktın! Hah! Kristof Kolomb musun mübarek?” Müfettiş Queen, bir an susarak, ateş saçan gözlerle gitgide kararan semaya baktı. “Çok inatçısın, El. Çok inatçı. Zaten annen de öyleydi…” Bir an duraklayıp, telâşla ilâve etti. “Allah rahmet eylesin!” Neticede, Müfettiş Queen, Allah’tan korkan, son derecede dindar bir adamdı. “Evet, beni dinlemedin… Artık hayatından memnunsun ya?” Ellery içini çekerek semaya baktı. Hava kararmaktaydı. Gök yüzü harikulade güzel, morumsu bir renge boyanmıştı. Böyle bir manzara herkesin şairlik damarlarını kabartırdı muhakkak. Fakat kendisi gibi yorgun, sıcaktan bunalmış ve aç bir insanın bunu düşünecek hali bile olamazdı, Üstelik yanında oturan babası da haklı olarak söylenmekteydi. Eski otomobil gittikçe artan karanlığa rağmen ağır ağır ilerliyordu.

Müfettiş Queen, toz tabakasıyla kaplı eşarbının üstünden etrafı süzerek, “Bu kadar da değil,” diye homurdandı, “Böyle tatsız tatil olur mu? Sıkıntı! Hep sıkıntı! Zaten kan ter içinde kaldım. Allah kahretsin! Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html El, böyle şeylere çok üzülüyorum. İştahım kaçıyor!” Ellery tekrar içini çekti. “Keşke benim iştahım da kaçsa. O kadar açım ki, neredeyse biftek niyetine arabanın lâstiklerini yiyeceğim… Acaba nereye geldik?” — “Tepees… Birleşik Devletler hududu içinde kalan bir yer. Bütün bildiğim bu.” — “Aman ne iyi. Tepees, Bu ismi duyunca aklıma odun ateşinde kızaran geyik butları geldi… Aman Duesey! Şakanın sırası değil. Ne hoş değil mi?” Arabanın âni sarsıntısıyla kafasını cama vuran Müfettiş pis pis baktı. Halinden ‘Hoş’ kelimesini hiç beğenmediği anlaşılıyordu. “Aman, baba… Böyle küçük şeylere aldırma. Araba kullananların başına sık sık böyle şeyler gelir… Senin neden surat ettiğini biliyorum, Montreal viskisini arıyorsun, değil mi?… Şuraya bir bakar mısın?” Beklenmedik anlarda karşılarına çıkan virajlardan birini daha dönmüşlerdi.

Ellery hayranlıkla arabayı durdurdu. Sol taraflarında yüzlerce metre aşağıda Tomahwak Vadisi uzanıyordu. Gökyüzünün morluğu vadiyi kadife bir örtü gibi kaplamıştı. Ellery başını kaldırıp baktı. Arrow Dağı yeşil çam ve meşe ağaçlarından örülmüş muazzam bir halıya benziyordu. Genç adam arabayı çalıştırdı. “Biliyor musun, bu manzara çektiğimiz sıkıntıya değdi. Kendimi daha iyi hissediyorum.” Bir kahkaha attı. “Surat etmekten vazgeç baba… Tabiat karşında… Hem de en sâf tabiat.” — “Benim için fazla sâf—” Ellery, gece birdenbire bastırdığı için, arabanın farlarını yaktı. Sessiz sedasız gidiyorlardı. Ellery âdeta hayal kuruyor, ihtiyar adam ise sinirli sinirli önüne bakıyordu. Müfettiş bir iki defa gözlerini kırptıktan sonra, “Galiba yaklaştık,” diye mırıldandı. “Yol meyillendi zannederim.

Yoksa bana mı öyle geliyor.” Ellery tasdik etti. “Bir müddettir yokuş aşağı gidiyoruz. Hava da büsbütün ısındı… Garajdaki adam Osquewa’a için ne söylemişti?” — “Tuckesas’tan elli mil ötedeymiş. Tuckesas! Osquewa! Aman Yarabbi! Bu memleket insanı canından bezdirir!” Genç adam gülmeye başladı. “Hiç de romantik değilsin baba. Bir zamanlar bu vadide, şu yükselen dağlarda Kızılderililer yaşarmış… Yumuşak makosenli, geyik derisi elbiseler giymiş, örgülü saçlarına tüyler takmış Kızılderililer… İşaretleşmek için ateş yaktıkları zaman dumanlar—” Müfettiş ağzının içinde bir şeyler geveledi ve sonra heyecanla doğruldu. “Galiba bu işi hâlâ yapıyoruz.” — “Anlamadım.” — “Duman, duman, be oğlum! Görmüyor musun?” Adam tüyle ilersini işaret edip bağırdı, “işte! Tam karşımızda!” Ellery sert bir sesle, “Saçma,” dedi. “Burada dumanın ne işi var? Her halde gece vakti buralara inen sisi duman zannettin. Bu dağlar bazan insana garip oyunlar oynuyorlar.” Müfettiş Queen inat ediyordu. Tozlu eşarbın dizlerine düşmesine aldırmadı. Biraz evvelki sıkıntılı halinden eser kalmamıştı.

Merakla başını çevirip uzun uzun etrafına baktı. Küçük gözleri pırıl pırıl Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html parlıyordu. Yol yokuş aşağı vadiye inmekteydi. Ve o garip duman gitgide kesifleşiyordu. Genç adam, hafif bir sesle, “Ne var baba?” diye sordu. Bir taraftan da etrafım kokluyordu. Havada insanın genzini yakan pis bir şey vardı. Müfettiş arkasına yaslandı. “Ellen bana kalırsa bir an evvel gaza bas.” Ellery birkaç defa yutkunduktan sonra, “Yani… Şey…” diye fısıldadı. — “Çok benziyor.” — “Orman yangını mı?” — “Evet.

Kokuyu duymuyor musun?” Ellery sağ ayağını hızla gaz pedalına bastı. Araba bir ok gibi ileriye fırladı. Artık homurdanmayan müfettiş de eğilip, yan taraftaki projektörü yaktı. Dağın yamacı birdenbire gündüzmüş gibi aydınlanıverdi. İkisi de ağızlarını açıp bir kelime söylemiyorlardı. Serin bir dağ havası beklerlerken acayip bir sıcaklıkla karşılaşmışlardı. Duesenberg’in iyice içine girdiği sis, sarımsı renkteydi ve üstelik gayet de kesifti. Kurumuş ağaçlarla çalı çırpının yanmasından meydana gelen bir dumandı bu… Duman birdenbire burunlarına kaçarak, genizlerini yaktı ve gözlerinin yaşarmasına sebep oldu. Vadinin bulunduğu sol tarafta sadece kesif bir karanlık vardı. Müfettiş kımıldandı. “Durursan daha iyi olur oğlum.” Ellery, “Peki,” diye mırıldandı. “Ben de onu düşünüyordum.” Araba bir iki defa sarsıldıktan sonra durdu. İleride siyah duman sütunları titreşip dalgalanıyordu.

Ve biraz daha ötede… Otuz, kırk metre ötede alevler birer kırmızı el gibi gözüküp, gözüküp kayboluyorlardı. Genç adam garip bir sesle konuşmaya başladı. “Tam yolumuzun üstünde. En iyisi dönüp geri gitmek…” Müfettiş içini çekerek, “Buradan dönebilir misin?” diye sordu. — “Tecrübe edeceğim.” Zifiri karanlıkta otomobili geri çevirmek bir hayli zordu. Ellery, eski bir yarış arabası olan Duesenberg’i seneler evvel alıp, tadil ettirmişti. Genç adam ilk defa onun ne kadar hantal ve uzun olduğunu anlıyordu. Uğraşıp didinirken ter içinde kalmıştı. Bir taraftan da kendi kendine küfrediyordu. Bir ileri, bir geri manevra yaparken müfettiş de kapının kenarına tutunmuş oturuyordu. Gri bıyıkları sıcak rüzgârda hafif hafif titremekteydi. Yaşlı adam gayet sakin bir tavırla, “Biraz acele et oğlum,” diye mırıldandı. Bir taraftan da Arrow dağının yamaçlarına bakıyordu. “Zannedersem yangın arkamızdaki yolu sardı.

” — “Aman Allahım!” Ellery deli gibi uğraşırken araba birkaç defa zangırdadı ve nihayet geri döndü. Genç adam ayağını gaza Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html basıp süratle yola koyuldu. Bir taraftan da içinden gülmek geliyordu. Böyle bir hâdise ile karşılaşmaları ne kadar gülünçtü. Yan taraflarında kalan dağın etekleri tamamıyla tutuşmuştu. Alevler büyük bir oburlukla önlerine gelen her şeyi yalayıp yutuyorlardı. Her halde orası balta girmemiş bir orman olacaktı. Bu yüzden, kuruyan ağaçlar temizlenmemiş ve nihayet birinin dalgınlıkla yere attığı bir sigara veya bir kamp ateşi bu koca yangına sebep olmuştu… Araba ağırlaştı, bir an tereddüt eder gibi olduktan sonra ileriye atıldı. Bir fren sesi duyuldu ve araba zınk diye durdu. Direksiyonun arkasından ayağa kalkmaya çalışan Ellery, “Sarıldık,” diye bağırdı. “Hem arkadan… Hem önden!” Sonra birdenbire sakinleşip cebinden bir sigara çıkardı. “Ne tuhaf değil mi? Yangın hesabımızı görecek.

Şimdi işlediğin günahları anlat bakalım.” Gülüşü âdeta bir iniltiyi andırıyordu. Müfettiş sert bir sesle çıkıştı. “Aptallığın lüzumu yok!” Ayağa kalkıp dikkatle iki tarafına baktı. Yolun tam ağzını alevler kaplamıştı. Sigarasından derin bir nefes çeken Ellery sessiz sedasız dumanı üfleyip, “İşin en fena tarafı,” diye mırıldandı. “Seni buraya ben getirdim… Galiba, bu benim son aptallığım olacak… Bakmanın faydası yok baba. Tek çare son sürat alevlerin arasından geçmeye çalışmak. Bu yol çok dar… Üstelik ateş ağaçlan iyice kuşatmış.” Tekrar güldü. Fakat yüzü kireç gibi olmuştu. “Otuz metre gidemeyiz… Yol son derece dolambaçlı… Alevlerden kurtulsak bile, uçurumdan aşağıya yuvarlanırız.” Müfettiş sesini çıkarmadan bakıyordu. Ellery kendini zorlayarak devam etti. “Bu şekilde ölmeyi istemem.

Kararın nedir baba?” Öksürdüğü için sigarasını attı. “Burada kalıp kebap mı olalım? Yola devam etmeye mi çalışalım? Yoksa yamaca mı tırmanalım? Çabuk ol… Ev sahibimiz sabırsızlanıyor.” Müfettiş hemen oturdu. “Kendini kolla. Haydi gidelim. Daha olmazsa yamaca tırmanırız.” Ellery, “Pekâlâ,” diye bağırdı. Gözleri yanıyordu. Fakat, bu dumandan değildi. Duesenberg kımıldandı. “Dışarıya bakmaya lüzum yok.” Genç adamın sesinden üzüntüsü belli olmaya başlamıştı. “Bu tek yol… Sapmamız imkânsız. Baba! Sakın ayağa kalkma. Mendilinle ağzını ve burnunu ört.

” Müfettiş sabırsız sabırsız homurdandı. “Haydi yürü!” Kızarıp, sulanan gözleri ateş gibi parlıyordu. Araba sarhoş gibi yalpalaya yalpalaya ilerledi. Farları, yılan gibi kıvrılan sarımsı dumanları aydınlatıyordu. Ellery, otomobili bilerek değil, sırf şevki tabiisiyle sürüyordu. Soğukkanlı gözükmesine rağmen çok sinirliydi. Ümitsizce yolun dönemeçlerini hatırlamaya çalışıyordu. Civarda bir dönemeç olması lâzımdı… Artık şiddetle öksürüyorlardı. Gözlüğüne rağmen Ellery’nin gözlerinden de yaşlar akıyordu. Birdenbire burunlarına yeni bir koku geldi. Lâstikler yanıyordu!… Kıvılcımlar ve küller üstlerine yapışmaktaydı. Aşağıdan, ta uzaklardan bir yangın sireni duyuldu. Her halde Osquewa’dan yangını haber almışlardı… Biraz sonra adamlar kova ve fıçılarla gelip ormanı bir karınca sürüsü gibi saracaklardı. Her halde sonunda yangını söndürmeye muvaffak olacaklardı. Veya yangın kendi kendine sönüp gidecekti Müfettiş yerinden zıplayıp, “İşte!” diye bağırdı.

“İşte orada! Ellery! Biliyordum… Biliyordum!” Oturduğu Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html yerde zıplayıp duruyordu. Sesinden çok sevindiği ve rahatladığı belliydi. “Burada bir yol olduğunu hatırlıyorum. Arabayı durdur.” Frene basan Ellery’nin kalbi deli gibi çarpmaya başlamıştı. Kesif dumanın arkasında siyah, bir mağara ağzı gibi bir boşluk gözüküyordu. Bu her halde ormanın arasından dağa çıkan bir yol olacaktı. Genç adam direksiyonla bir müddet mücadele ettikten sonra araba geri geri gitti… Ve büyük bir gürültüyle ileriye atıldı. İkinci viteste dimdik toprak yola tırmanmaya başladı. Motor uğulduyor, gümbürdüyor, âdeta feryat ediyordu. Araba gittikçe süratlenmekteydi. Yol dönerek devam ediyordu.

Tarif edilemeyecek kadar tatlı bir rüzgâr yüzlerini okşadı. Mis gibi çam kokusunu duydular. Havanın serinliği nefisti doğrusu… Bu inanılmayacak bir şeydi… Tam yirmi saniye içinde yangından, dumandan, kötü kaderlerinden ve ölümden kurtulmuşlardı…. Gökyüzü, ağaçlar, yol her taraf kapkaranlıktı. Temiz havayı içlerine çekerek ciğerlerini temizlediler. Ciğerleri patlayacak hale gelene kadar derin derin nefes aldılar. Âdeta sarhoş olmuşlardı. Sonra ikisi birden gülmeye başladılar. Ellery arabayı durdurdu. “Aman Allahım! İnanılmayacak bir vaziyet!” Müfettiş gülmeye başladı. “Ramak kalmıştı!” dedi. “Bir an meselesiydi.” Titreyen eliyle mendilini çıkarıp yüzünü sildi. Serin rüzgârın zevkine varabilmek için şapkalarını da bir tarafa fırlatmışlardı. Bir müddet sessiz sedasız oturduktan sonra Ellery el frenini çekti, Duesenberg ileri atıldı.

Bu yol aşağıdakinden daha da berbattı. Bir keçi yolundan biraz geniş, taşlık ve eğri büğrüydü. Fakat baba oğul bu yola küfredecek vaziyette değillerdi. Döne döne tepeye çıkıyorlardı. Ortalıkta insana benzer bir şey yoktu. Hava gittikçe serinlemekteydi. O tatlı orman kokusu onları tıpkışarap gibi mestediyordu. Ellery birdenbire arabayı durdurdu. Uykuya dalmış olan Müfettiş sıçrayarak kalktı: “Gene ne oldu?” Ellery dikkatle etrafı dinliyordu. “Bir şey duydum da—” İhtiyar adam doğruldu. “Belki burada birileri vardır.” Ellery dalgın dalgın, “Pek sanmam,” diye cevap verdi. Biraz ileride otlar hışırdıyordu. Sanki iri bir hayvan yavaş yavaş yürümekteydi. Müfettiş sinirli bir tavırla tabancasını yokladı.

“Sakın aslan filan olmasın.’ — “Zannetmiyorum. Vahşi bir hayvan bile olsa, şu anda bizden fazla o korkuyordur. Acaba buralarda yaban kedisi bulunur mu? Belki de bir ayı veya geyiktir.” Ellery arabayı tekrar hareket ettirdi. İkisi de dikkat kesilmiş ve biraz da korkmuşlardı. Hışırtı gittikçe artmıştı. İhtiyar adam, “Tıpkı bir file benziyor,” diye homurdan» di. Bu sefer tabancasını çıkarmıştı. Ellery gülmeye başladı. Yol nispeten düzleşmişti, Tam dönemeçte iki ışık gözüküyordu. Bir an sonra Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html bunlar arabayı aydınlattı, “Meğer bir otomobilin5s! Baba o silâhı sakla.

Tıpkı korkak kadınlara benziyorsun. Hani aslanlar?” Müfettiş, “Sen de ayılardan bahsetmiyor muydun?” diye çıkıştı. Bununla beraber tabancasını da cebine koymadı. Karşıdan gelen araba iyice yaklaşınca Ellery frene bastı. “Böyle bir yerde insanlara tesadüf etmek çok zevkli,” Neşeyle arabadan atlayıp kendi farlarının önünde ellerini sallamaya başladı. “Merhaba!” Otomobil, pek çok iyi günler görmüş eski bir Buick’di. Biraz yaklaşıp durdu. Direksiyondaki adam, camın arkasından hayal meyal gözüküyordu. Adam kocaman kafasını camdan dışarıya uzattı. Başında kulaklarına kadar geçen eski bir fötr şapka vardı, Bu iri, sarkık ve ıslak yüz hakikaten bir ucubeyi andırıyordu, Kurbağanınkine benzeyen gözler âdeta bir et yığınının içine gömülmüştü, Burun gayet geniş ve yassıydı. Dudaklar ise birer ince çizgiden ibaretti. Ellery, bu suratın sahibiyle şaka olmayacağım hemen hissetti, Küçücük parlak gözler Ellery’yi tepeden tırnağa kadar süzdü. Sonra arkada duran arabaya baktı… O arada Müfettiş Queen’i de farketti . Çok kalın ve hışırtılı bir ses küfreder gibi, “Çekil önümden,” dedi. “Yolumdan çekil!” Arabanın kuvvetli farları genç adamın gözlerini kamaştırmıştı.

O kocaman kafa geri çekildi; Ellery sadece o iri, kuvvetli omuzları görebiliyordu. İçinden, “Üstelik boyunsuz da,” diye düşündü. “Bu çok fena bir şey. Her insanın bir boynu olmalı.” Sonra gayet nazik bir tavırla, “Bu haliniz hiç de hoş değil—” diye söze başladı. Buick birdenbire hareket etti. Ellery’nin gözleri hırsından ateş saçmaya başlamıştı. “Dur! O yoldan inemezsin. Aşağıda yangın var, aptal!” Buick, Ellery’nin iki adım ilerisinde durdu. O kocaman kafa tekrar pencereden uzandı. Kalın ses, “Ne var?” diye sordu. Ellery pis pis gülümsedi. “Bu lâfı anlayacağını biliyordum. Nezaketle pek alâkan yok galiba.” Adam ses çıkarmadan bakıyordu.

— “Aşağıda korkunç bir yangın var. Her halde alevler şimdiye kadar yolu da sarmıştır. Onun için dönüp geri gitsen fena olmaz.” Kurbağanınkini andıran gözler bir an mânâsız mânâsız baktı. Sonra adam, “Çekil yolumdan,” diye tekrarladı. Ellery’nin hayretten ağzı açık kalmıştı. Bu adam ya deli, ya da aptaldı. “Bir süt domuzu gibi fırınlanmak istiyorsan ona bir diyeceğim yok… Bu yol nereye çıkıyor?” Adam cevap vermedi. Buick, sabırsızlığını belli etmek istermiş gibi, ağır ağır yaklaşıyordu. Omuzlarını silken Ellery, kendi arabasının kapısını açıp içeri atladı. Birkaç küfür homurdanarak arabayı geriye aldı. Çaresiz ta kenara kadar giderek arabanın arkasını bir ağaca çarptı. Buick’in zorla geçebileceği kadar bir yer açılmıştı. Araba süratle ileriye doğru kaydı ve Ellery’nin otomobilini sıyırarak karanlıkta kayboldu. Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.

processtext.com/abclit.html Ellery arabasını ağır ağır sürmeye başlayınca Müfettiş Queen, “Garip bir mahlûk,” diye mırıldandı. “Kafası biraz daha kocaman olsaydı, her halde uçardı… Allah belâsını versin.” Ellery vahşi bir sesle güldü. “Geri dönmesi yakındır. Amma da küstah ha!” Sonra direksiyona sarıldı. Tepeye tırmanmak sanki saatlerce sürdü. Otomobil de bir hayli yorulmuştu. Ortalıkta canlı mahlûka benzer bir şeyler yoktu. Günün hâdiselerinden bitkin düşen Müfettiş bu sefer sahiden uyudu. Adamın hafif horultusu Ellery’nin beyninde çınlıyordu. Fakat, dişlerini sıkıp yoluna devam etti. İyice aşağıya sarkan ağaç dallarından gökyüzü de gözükmüyordu. Ellery çok sıkılmıştı.

Kendi kendine, “Cehenneme düşmekten kurtulduk, ama galiba bu sefer de Valhalla’ya çıkıyoruz,” diye homurdandı. Yorgunluktan ve uykusuzluktan gözleri kapanmaya başlamıştı. Genç adam uyumamak için hırslı hırslı başını salladı. Tıpkı Siyamlı bir dansöz gibi kıvrım kıvrım kıvrılan bu yolda uyumak felâket olurdu. Dişlerini sıkıp boş midesini düşünmeye başladı. İlk önce bir kâse sıcak et suyu, sonra salçalı, yumuşacık bir biftek, kızarmış patates ve iki fincan kaynar kahve hiç de fena olmazdı… Dikkatle ileriye baktı. Yol galiba genişliyordu. Ağaçlar biraz geride kalmıştı… Belki de bu Allahın cezası tepeye tırmanmaları sona ermişti. Bundan sonra bayır aşağı inip, vadide bir kasabaya gider ve karınlarını doyurarak yatarlardı. Ertesi gün de New York ve ev!… Genç adam sevincinden yüksek sesle güldü. Sonra gülmesi birden kesiliverdi. Yolun genişlemesinin sebebi başkaydı. Araba bir açıklığa çıkmıştı. Ağaçlar geride kaldığı için parlak yıldızlarla dolu sema iyice gözükmekteydi. Tam karşıda da… Ellery, küfrederek arabadan indi.

Otomobilin farları beş metre ilerideki büyük demir kapıyı aydınlatıyordu. Kapının iki tarafında da taştan alçak duvarlar vardı. Yol bu duvarların arkasında kalmaktaydı… Fakat, bu da biraz ileride kesiliyordu. Yol… Yol orada bitiyordu. Genç adam aptallığından dolayı kendi kendine küfretti. Budalalık etmişti. O tepeye tırmanmamış, zikzak yolu takip ederek bu düzlüğe gelmişti. Belki de dağın arka tarafı uçurumdu ve oradan yol bile yoktu. Bu hesaba göre dağdan inebilmek için bir tek yol vardı. Yani biraz evvel takip ettikleri o berbat toprak yol… Fena halde hırslanan Ellery arabadan inip demir kapıya yaklaştı. Bir kanadın üstüne takılı bir tabelâda “Arrow Head” yazılıydı. Müfettiş, arabanın içinden uykulu bir sesle, “Ne var?” diye seslendi. “Neredeyiz?” Ellery ümitsiz bir tavırla cevap verdi. “Çıkmaza girdik. Seyahatin sonuna geldik baba.

Pek de hoş bir vaziyet değil.” Müfettiş ağır ağır arabadan indi. “Yani bu Allahın belâsı yol bir yere çıkmıyor mu?” — “Öyle gözüküyor.” Ellery eliyle dizine vurdu. “Aman Yarabbi! Ne budalalık ettim! Burada durup beklememiz saçma. Baba şu kapıyı açmama yardım et.” Demir parmaklıklara asılmıştı. Müfettiş de omzuyla dayanınca kapının iki kanadı da gıcırdayarak açıldı. Müfettiş Queen ellerine bakarak, “Amma da paslı kapıymış, ha!” diye homurdandı. Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html Ellery hemen arabaya koştu. “Çabuk ol.” Müfettiş oğlunun peşinden yürüdü.

“Bana da ne oluyor bilmem? Kapı ve duvarların arkasında ev bulunur. Ev de insanların yaşadığı yer demektir. Tabiî! Yoksa bu yola lüzum kalmazdı. Burada biri oturuyor. O takdirde, yemek, sıcak bir banyo, yatacak yer bulduk demektir…” Araba bahçeden içeriye girerken Müfettiş içini çekti. “Belki de şimdi burada kimse oturmuyor.” — “Saçma. Artık bu kaderin kötü bir cilvesi olur. Zaten o şişko ahbabımız da bir yerden geliyordu, değil mi?” Ellery iyice neşelenmişti. “Evet… Evet… Bak, şurada lâstik izleri var… Peki bu evin ışığı yok mu?” Ev tamamıyla karanlıklara bürünmüştü. İyice yaklaştıkları zaman arabanın farları sayesinde evin boyunca uzanan terası gördüler. Burda birkaç salıncaklı sandalye ve koltuk vardı. Fakat hepsi de boştu. Müfettiş, “Burada kimse oturmuyor galiba,” diye mırıldandı. “Verandaya açılan kapıların hepsi kilitli.

Üstelik perdeleri de sıkı sıkı kapamışlar sanırım. Üst katta ışık gördün mü.” Ev iki katlıydı ve sivri damı gri, saç levhalarla kaplanmıştı. Kurumuş sarmaşıklar evin cephesini yarı yarıya kaplamıştı. Ellery hafif bir sesle cevap verdi. “Hayır… Fakat bu evin boş olması imkânsız. Bugünkü akla hayale sığmayacak maceradan sonra burada kimseyi bulamazsak çok fena olacak.” İhtiyar adam, “Doğru,” diye homurdandı. “Fakat evde insan olsaydı sesimizi duyarlardı. Senin sardalya kutusu kâfi miktarda gürültü yapıyor. Sen bir de korna çal bakalım.” Ellery kornaya bastı. Kornanın sesi pek tatsızdı, ölüleri bile diriltebilecek cırlak bir sesti bu. Sonra iki adam mahzun bir tavırla beklemeye başladılar. Karşılarındaki cansız taş yığınından bir ses çıkmadı.

Ellery ümitsiz bir edayla, “Galiba,” diye söze başladı. Fakat birdenbire duraladı. “Bir şey duymadın mı?” Müfettiş Queen feryat etti. “Çekirgenin biri sevgilisini çağırıyor. Ondan başka bir şey duymadım… Peki, şimdi ne yapacağız? En akıllımız sensin. Haydi bakalım kendini göster. Bizi bu felâketten nasıl kurtaracaksın görelim.” Ellery, “Zaten kâfi derecede üzülüyorum,” diye içini çekti. “Bir de sen üstüme varma. Bugün pek akıllıca davranmadığımı itiraf ederim.” İhtiyar adam sıkı sıkı pardesüsüne sarıldı. Bir taraftan da titriyordu. Kolay kolay korkmayan tecrübeli Müfettiş bu ıssız yerde saçlarının dimdik olduğunu hissediyordu. Aklına türlü türlü hortlak hikâyeleri gelmekteydi. Bunlardan kurtulmak için lezzetli yemekleri düşünmeye başladı.

Ellery, arabanın gözünden elektrik fenerini alıp eve doğru yürüdü. Taş basamakları çıkıp, tahta döşeli verandadan geçti ve elindeki lâmbayla sokak kapısını araştırmaya başladı… Gayet sağlam, yüksek ve biçimsiz kapıydı bu. Ellery olanca gücüyle kaim meşe kapıya vurdu. Bir taraftan da kendi kendine, “Bu tıpkı bir kâbusa döndü,” diye homurdanıyordu. “O yangından güç belâ kurtulduktan sonra eli boş dönmek olur mu? Zaten… Başımıza gelenlerden sonra karşıma bir Drakula bile çıksa sevineceğim.,. Mamafih bu kasvetli ev bana Drakula’nın vampir yuvasını da hatırlatmıyor değil!” Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html Kolu iyice yorulana kadar vurdu, vurdu. Fakat içeride çıt çıkmıyordu. Müfettişin sabrı tükenmişti. “O kapıyı çalıp boş yere kendini yorma… Gel, buradan gidelim.” Ellery bitkin bîr tavırla geri çekilerek, elektrik lâmbasını verandaya tuttu. “Ne kasvetli bir ev… Gidelim mi?… iyi ama nereye gideceğiz?” — “Ne bileyim ben? Aşağı inip fırınlanmak daha iyi galiba.

Hiç olmazsa orası sıcaktı.” Genç adam, “Katiyen olmaz,” diye cevap verdi. “Bavuldan battaniyeyi çıkarıp şurada yatacağım. Aklın varsa sen de öyle yaparsın baba.” Sesi ıssız yerde akisler yaparak dağıldı. Sonra birdenbire evin kapısı ağır ağır açıldı ve bir ışık huzmesi verandayı aydınlattı. Eşikte bir adanı belirdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir