Emile Zola – Hülya I

1840’ta Paris’te doğan Emile Zola, babasının erken ölümü üzerine yoksul bir çocukluk geçirdi ve liseyi bitiremeden bir yayınevinde çalışmaya başladı. Bu işi sırasında, dönemin önemli yazarlarıyla tanışan ve yazınla ilgilenmeye başlayan genç Zola, önce dergilerde eleştiri, öykü ve şiirlerini yayınladı; Therese Raquin (1867) adlı romanının kazandığı büyük başarı üzerine de, tümüyle romancılığa yöneldi. Zola daha sonra, Balzac’ın “İnsanlık Komedyası”ndan esinlenerek, büyük bir roman dizisine başladı. Rougon – Macquart Ailesi adını taşıyan ve 1871 – 1893 yıllan arasında yazılıp tamamlanan bu dizide yer alan 20 romanın her birinde bu ailenin bireylerinden birinin yaşadıkları anlatılır. Zola, bu roman dizisiyle, Louis-Napoleon darbesi (1851) ile başlayıp Paris Komünü (1872) ile son bulan, Fransa tarihinin en baskıcı ve yoz dönemini yansıtmayı amaçlıyordu. Dizinin önemli romanlarının başında yer alan L’Assomoir (1877), Nana (1880) ve Germinal (1885) Zola’nm günümüze dek en çok okunan ve filme alının romanları olmuşlardır.- 9 Daha sonra başka roman dizileri denediyse de hiçbirinde aynı başarıya ulaşamayan Zola, yaşamının son yıllarında Dreyrus Olayı nedeniyle ülkesinden, ayrılıp İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. Almanya hesabına casusluk etme suçlamasıyla ömür boyu hapse mahkum edilen Albert Dreyfus adlı genç subaym suçsuz olduğuna inanan yazar, 13 Ocak 1898 tarihli L’Aurore gazetesinin ilk sayfasını tümüyle kaplayan ye vmlüJ’accuse! (Suçluyorum!) sözüyle başlayan bir açık mektup yayınlamıştı. Bu yazı üzerine yargılanıp mahkum edilen Zola, kaçtığı İngiltere’den ancak karar bozulduktan sonra döndü Fransa’ya. 1902 yılında, evinde şömineden sızan dumandan zehirlenerek ölen Zola’mn cenazesi devlet töreniyle kaldırılıp Pantheon’a gömüldü. 19. yüzyıl Fransız yazınının en büyük yazarlarından biri olan Emile Zola romanlanyla, bir yandan Endüstri Çağı’nın toplum ve insan üzerindeki etkilerine, öte yandan da, aynı dönemin Fransa siyasal tarihine ışık tutan bir ayna işlevi üstlenmiştir. Üstelik, Zola’mn romanları yalnızca Paris gazetelerinde tefrika olarak yayınlanırken baskı rekorları kırmakla kalmamış, onun günümüzde bile “romanları en çok filme alman Fransız yazar” sanım korumasını sağlamışlardır. Zola’mn önemi bunlarla da bitmez. Zola, bir yandan, yazında doğalcılık adlı yeni bir akımın kurucusu ve en yetkin temsilcisiyken, öte yandan da çağının önemli tartışmaları ve siyasal kavgalarında taraf olmuştur.


Örneğin, eleştirmen kimliğiyle izlenimci resim akımının ilk savunucusu olarak onların müzelerde yer almalarını sağlamış; ya da, 10 yukarda sözünü ettiğimiz Dreyfus Davası’mn en karanlık günlerinde bir gazete yazısıyla tüm Fransa’yı ayağa kaldırmış ve bir anda davanın gidişini değiştirmiştir. Rougon Macguart dizisinin 16. kitabı olan, Zola’nm “din” ve “genç kız” konularında da yazabileceğini göstermek için anlatmaya giriştiği gerçek bir peri masalıdır. Zola kendi de, bu romanın “öbür dünya üzerine, düpedüz, içten gelen bir araştırma” olduğunu söylüyor. Romanın ana konusu, küçük nakışçı kız Angelique’in, üstünde Saint Georges’un göründüğü bir mihrabın renkli camını tüm benliğiyle seyretmesi ve Saint Georges’un bu ışıklı fondan kendisine gelmek üzere indiğine inanmasıdm Rougonlar arasında raslantı sonucu bulunan bir melek olan Angelique’in hülyası sonunda gerçekleşir: Genç kızın bütün ruhuyla beklediği insan; genç, güzel ve yabancı prens sonunda ortaya çıkar ve ona doğru gelir… Zola’nm romanları arasında ayrı bir yeri olan Hulya’yı ilgiyle okuyacaksınız. 11 HÜLYA I 13 I 1860 yılındaki o kara kışta Oise ırmağı dondu, aşağı Picardie ovalarını kalın bir kar örtüsü kapladı; hele kuzeydoğudan öyle tutkun bir yağış geldi ki, Noel günü, Beaumont’u sanki kara gömdü. Kar, sabahtan yağmaya başlamış, akşama doğru artmış, bütün gece yığılmıştı. Yukarı kentteki katedralin yan kolunun kuzey cephesinin bir ucuna geçmiş gibi olan Orfevres Sokağı’na kar, rüzgârla itilerek gömülüyor; üç köşeli çatının çıplaklığı altında, oymalarla çok süslü Gotik-Roman mimarlık biçeminde antika bir kapı olan Sainte Agnes Kapısı’nı dövüyordu. Ertesi gün şafak sökerken, orada, bir metreye yakın kar birikmişti. Sokak, bir gün önceki şenliğin uyuşukluğu içinde, hâlâ uyuyordu. Saat altıyı çaldı. Kar tanelerinin sessizce ve inatçı dökülüşüyle mavileşen karanlığın içinde, tek canlı olarak, yalnızca belli belirsiz bir karaltı, dokuz yaşında bir kız çocuğu vardı. Kapının kemeri altına sığınmış, elinden geldiğince barınmaya çalışıp, geceyi orada titreyerek geçirmişti. Paçavralar giymiş, basma bir atkı parçası sarmıştı; çıplak ayaklarında iri erkek kunduraları vardı. Belki de, 15 kentte uzun süre dolaştıktan sonra oraya düşmüş olacaktı; çünkü yorgunluktan yığılıp kalmıştı.

Onun için orası, dünyanın öteki ucuydu. Ne bir insan vardı çevrede, ne de başka bir canlı; sonsuz bir yalnızlık içinde bedenini kemiren bir açlık ve yakan soğuk vardı yalnızca. Pek bitkindi; yüreğinin ağır yükü soluğunu tıkadığı için direnmekten vazgeçiyor; bedenindeki gerileme gereksinmesinden, yer değiştirme içgüdüsünden, sağanak karları fırıl fırıl döndürdükçe, bu yıpranmış taşlara gömülme isteğinden başka bir şey duymuyordu. Saatler, saatler geçiyordu. Uzun bir süre, sırtım çifte kapı yuvalarının iki kanadı arasındaki aynaya vermişti. Bu aynanın direği üstünde, kendisi gibi küçük bir kız olan on üç yaşındaki din şehidi Sainte Agnes’in, ayaklan dibinde bir defne dalıyla bir kuzu bulunan yontusu vardn. Almda, direk başlığının üstünde, İsa’ya nişanlı erdenin (bakirenin) bütün söylencesi, safgönüllü bir inançla, kabartma olarak başlar ve biter: Oğluna varması isteğini geri çevirdiği vali onu kötü yerlere gönderdiği zaman uzayan ve vücudunu örten saçlan; cellatlar odunu tutuşturur tutuşturmaz, vücudundan uzaklaşıp o cellatlan yakan alevler; kemiklerinin, imparatorun kızı Constance’ın cüzam hastalığını iyi ederek gösterdiği tansıklar (mucizeler); sonra, bir resminin gösterdiği tansıklar; bir kadm alma gereksinmesiyle kıvranan rahip Paulin’in, papanın salık vermesi üzerine, zümrütlü bir yüzüğü resme göstermesi; resmin, parmağını uzatıp yeniden çekmesi, hâlâ resmin üzerinde görülen yüzüğü alıkoyması ve böylece Paulin’i kurtarması… Sonunda, alnın ta tepesinde, Agnes bir bulut içinde, göğe kabul edilir; nişanlısı İsa, onunla, 16 ufacık ve çok genç olduğu halde evlenir; onu, öte dünya mutluluklarını müjdeleyen bir öpüşle öper. Ama rüzgâr sokağı baştan başa doldurduğunda, kar önden kamçılıyor, beyaz yığınlar, eşiği tıkama tehlikesi yaratıyordu; o zaman çocuk, yanlara, pervaz aralığının direk tabam üstüne yerleştirilmiş erdenlerin kabartmalarına yaslamp sığınıyordu. Bunlar, Agnès’in arkadaşları, onun çevresinde bulunan ermiş kızlardır. Üçü sağındadır; hapishanede tansıklı ekmekle beslenen Dorothée, bir kule içinde yaşamış olan Barba ve erdenliğiyle Paris’i kurtaran Geneviève. Üçü de sorundadır; memeleri bükülerek koparılan Agathe, babasının işkence ettiği ve kendi vücudundan kopan eti onun suratına fırlatan Christine ve bir meleğin sevdiği Cécile. Bunların üstünde yine melekler vardır; aşağıda, köşe taşlarının kemeriyle birlikte yukarı doğru çıkan üç kemer tavanını sevinçli ve günahsız vücutlanyla süsleyen üç sıra erden, gördükleri işkenceden dolayı acılar içinde ezilmişlerdir; yukarıda da, cennetliklerin ortasında, esrime içinde, uçuşan meleklerce karşılanmışlardır. Çocuğu, çoktan beri koruyan hiçbir şey kalmadığı bir sırada, saat sekizi çaldı ve gün ağarmaya başladı. Ayağıyla itip süpürmese, kar omuzlarına dek gelecekti. Arkasındaki antika kapı, kürkle kaplanamış gibi örtülmüştü, bir döşek gibi bembeyazdı; onun üstünde kül rengi alınlık, öyle düz ve öyle kaygandı ki, üzerinde bir tek kar tanesi tutunamıyordu.

Hele kapının, dışandan içeriye doğru genişleyen bölümündeki büyük ermiş kadınlar beyaz ayaklarından beyaz saçlarına dek karla örtünmüşlerdi; saflık içinde pırıl prnldılar. Daha yüksekte, 17 alınlıktaki sahneler, kemer kovanlanndaki küçük ermiş kızlar, koyu renkli zemin üzerine parlak bir çizgiyle çizilmiş keskin köşeler biçiminde kabanklaşıyorlardı. Bu, “göğe almış” sahnesine, Agnes’in evlenmesine dek böyle sürüyor; sanki melekler, bu evlenmeyi, bir beyaz gül yağmuru altında kutluyorlardı. Erden çocuğun yontusu, sütunun üstünde, ayakta, beyaz bir defne dalıyla, beyaz koyunuyla, erdenliğin mistik atılımım donduran soğuğun bu devinimsiz katılığı içinde, beyaz bir saflık, lekesiz kar beyazlığı içindeydi. Ayaklan dibinde de, öteki, o sefil çocuk, onun gibi kardan bembeyaz, taş kesilmiş sanılacak denli katılmış ve beyaz, din uğrunda can vermiş büyük erdenlerden ayrrdedilemiyordu. Çocuk bu sırada, evlerin uyuyan cepheleri boyunca takırtıyla açılan bir pancurun gürültüsünü işitince, gözlerini kaldırdı. Bu pancur, sağında, katedrale bitişik evin birinci katında açılmıştı. Oradan bir kadın, çok güzel, esmer ve gürbüz, kırk yaşlarında gösteren bir kadm eğilmişti; çocuğun kımıldadığım görünce korkunç soğuğa aldırmadan, çıplak kolunu bir dakika dışanda bıraktı. Acımayla kanşık bir şaşkınlık, dingin yüzünü üzüntüyle dolduruyordu. Sonra, titreyerek pencereyi örttü. Kısacık bir zaman içinde gördüğü, bir atkı parçasına bürümüş, menekşe gözlü, sanşm bir minimininin hayali, gözlerinin önünde kalmıştı; çocuğun çekme bir yüzü, hele düşük omuzlann üstünde bir zambak gibi zarif, çok uzun bir boynu vardı; ama, yan yanya ölmüş ufacık elleriyle ayaklan soğuktan morarmıştı; çocuğun canlı olduğu, soluğundan çıkan hafif buğudan anlaşılıyordu yalnızca.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir