Emile Zola – Hülya II

Aynı günün akşamı sofradan kalkar kalkmaz, Angélique iyice keyifsiz olduğundan yakınarak odasına çıktı. Öğleden önce çektiği yürek çarpıntıları, benliğiyle yaptığı savaşlar onu bitkinleştirmişti. Hemen yattı; yok olmak, yitip gitmek gereksinmesiyle, umutsuzluk içinde, başmı yorganın altma soktu ve yineshüngür hüngür ağlamaya başladı. Saatler geçti, gece olmuştu; ağır sessizliği ardına dek açık bırakılmış pencereden içeri giren kızgın bir temmuz gecesiydi. Karanlık gökte pırıl pırıl yıldızlar kaynaşıyordu. Saat on bir sulan olsa gerekti; artık son dördün dönümünde incelmiş ay, ancak gece yansına doğru doğacaktı. Angélique, karanlık odada tükenmez bir sel gibi gözyaşlan dökerek hâlâ ağlıyordu; o sırada odasının kapısı önünde bir tıkırtı duyup başmı kaldırdı. Bir sessizlik oldu; sonra bir ses, sevecen bir ezgiyle seslendi: – Angélique. Angélique… Cicim… Hubertine’in sesini tanımıştı. Hubertine, kocasıyla birlikte yatacağı zaman, belki de hıçkınklarm uzaktan gelen sesini işitmiş olacaktı; sonra merak etmiş, yan soyunuk, ne oluyor diye görmek için yukan gelmişti. 11 – Angélique, hasta mısın? Genç kız, soluğunu tuttu, ses çıkarmadı. Sonsuz bir yalmzlıktan başka istek duymuyordu, derdine yalnızca o deva olabilirdi. Bir avuntu, bir okşama, isterse annesinden gelsin, onu incitecekti. Angélique, Hubertine’i kapının arkasında göz önüne getiriyor, döşeme tahtası üstündeki sürtünüşün yumuşaklığından onun yalınayak olduğunu seziyordu.


Aradan iki dakika geçti, Hubertine’in hâlâ orada, üstünde gelişigüzel bir entari, güzel kollarını göğsünün üzerine bastırarak eğildiğini, kulağım kapıya yapıştırdığım duyumsuyordu. Hubertine, hiçbir şey, bir soluk bile işitemeyince, yeniden seslenmeyi göze alamadı. İniltiler işittiğine iyice emindi; ama, çocuk sonunda uyumuşsa, uyandırmak neye yarardı? Kızının, kendisinden gizlediği bu dertten üzgün, işin aslım belli belirsiz sezerek, kendisi de sevecen bir merak ve büyük bir üzüntüyle bir dakika daha bekledi. Sonra en küçük dönemeçlere eli alışık, koyu karanlık evin içinde geçtiği yerlerde çıplak ayaklannm yumuşak sürtünüşünden başka hiçbir gürültü bırakmadan, geldiği gibi aşağı indi. Bu kez Angélique, yatağında oturdu, dinledi. Sessizlik öyle derindi ki, kadının çıplak ayaklarının tahta basamaklara hafifçe basışını bile işitiyordu. Aşağıda, yatak odasının kapısı açıldı, kapandı; sonra Angélique, belli belirsiz bir mırıltı, sevecen ve üzgün bir fısıltı duydu; anasıyla babası, belki de ondan söz ediyorlar, korkularım, dileklerini anlatıyorlardı; ışığı söndürdükten sonra yatmış olmaları gerektiği halde, mırıltı dinmiyordu. Köhne evin gece gürültüleri, hiçbir zaman kendisine dek böyle yükselip gelmiş değildi. Her zaman, o derin gençlik uykusuyla uyur, 12 eşyanın çıtırtısını bile duymazdı; oysa, aşkıyla savaşmanın verdiği uykusuzlukta, ona bütün ev seviyor ve sızlamyormuş gibi geliyordu. Acaba, Hubertler de mi gözyaşlarını içlerine akıtıyorlar, coşku dolu koca bir sevginin etkisiyle, kısır kalmanın umutsuzluğuyla ağlıyorlardı? Hiçbir şey bilmiyordu, yalnızca sıcak gecenin içinde biricik duyduğu şey, altındaki odada uyanık yatan kan kocanın büyük aşkı, büyük üzüntüsü, her zaman genç kalmış gerdeğin sürekli ve saf kucaklaşmasıydı. Angélique oturduğu yerde, ürperen ve göğüs geçiren evi dinlerken, hâlâ kendini tutamıyor, göz yaşlan hâlâ akıyordu; ama şimdi, yaşlar damarlarındaki kan gibi, sessiz, ılık ve canlı dökülüyordu. Sabahtan beri, kafasmda hep bir tek soru dolaşıyor, bütün varlığını yaralıyordu; Félicien’i umutsuzluğa düşürmekte, onu sevmediği samsun bir bıçak gibi ta yüreğine saplayarak göndermekte haklı mıydı? Félicien’i seviyordu. Bir de ona bu acıyı vermişti, kendi de, büyük bir acı çekiyordu. Böyle acıya ne gerek vardı? Ermiş kadınlar gözyaşı istiyorlar mıydı? Onu mutlu görmek Agnès’i öfkelenclirir miydi? Şimdi, bir kuşku içini kemiriyordu. Bir zamanlar gelecek olan kimseyi beklerken, o gelişi, kafasmda daha iyi tasarlıyordu; içeri girecekti, Angélique onu tarayacaktı; birlikte sonsuza dek, çok uzaklara gideceklerdi. İşte gelmişti, oysa ikisi de sonsuza dek birbirlerinden ayn, hıçkınyorlardı.

Neye yarardı? Ne olmuştu? Sevdiğini söylemeden sevmek gibi büyük bir ant içmeye onu kim zorlamıştı? Ama, Angélique’i asıl umutsuzluğa düşüren şey, suçun kendisinde olması, huysuzluk etmiş olması korkusuydu. Huysuz kız, belki de onu bezdirmişti. İlgisiz tavırlan13 ni, Félicien’i nasıl alaycılıkla karşıladığını, kendisi hakkında ona yalnızca fikir vermekten duyduğu sinsi zevki, şaşkınlıkla anımsıyordu. Böylece istemeden verdiği acıdan dolayı gözyaşları artıyor, yüreği ölçüsüz ve sonsuz bir acımaya gömülüyordu. Onun çekilip gidişi hep gözünün önüne geliyordu; yüzündeki umutsuzluk, bulanık gözleri, titreyen dudakları hep düşlemindeydi; onu sokaklarda izliyor, evinde solgun, kendi eliyle ölümcül biçimde yaralı, kanını damla damla yitirir olarak görüyordu. Şu anda neredeydi? Nöbetler içinde tir tir titriyor muydu? Yaptığı kötülüğü nasıl onaracağını bilemiyor, acıyla ellerini ovuşturuyordu. Ah! Acı vermişti, bunu düşündükçe başkaldırıyordu! Hemen iyi bir davramşta bulunabilse, çevresinde mutluluk yaratabilseydi! Neredeyse gece yansı olacaktı, piskoposluk bahçesindeki büyük karaağaçlar ufuktaki ayı örtüyordu; oda hâlâ karanlıktı. O zaman Angélique, başı yine yastığa düşerek, artık düşünmekten vazgeçti ve uyumak istedi; ama yapamıyordu; gözyaşlan, kapalı gözlerinden hâlâ dökülüyordu. Aynı düşünce, dönüp dolaşıp yine kafasına giriyor; Angélique, on beş günden beri yatmak için odasına çıktığında, balkonda, penceresinin önünde bulduğu menekşe demetlerini düşünüyordu. Her akşam, bir demet menekşe buluyordu. Félicien, onu belki de Clos-Marie’den fırlatıyordu; çünkü yalnızca menekşenin, şaşırtıcı bir etkiyle içini açtığını, oysa öteki çiçeklerin kokusunun korkunç baş ağnlan yaptığım ona anlatmıştı; anımsıyordu bunu; Félicien de ona, böylece rahat geceler, güzel düşlerle serinleyen güzel kokulu derin uykular gönderiyordu. O gece, baş ucuna koymuş olduğu menekşe demetini yanına almayı dü14 şündü; yanağını dayayıp yastığa onunla birlikte uzandı; onu koklayarak yatıştı. Sonunda, menekşeler göz yaşlarını kuruttular; ama o hâlâ uyumuyordu. Menekşe demetinden yükselen kokuya gömülmüş; bütün varlığını inançlı bir teslimiyete bırakarak dinlenmekten ve beklemekten hoşnut, gözleri kapalı yatıyordu. Ama, üzerinden büyük bir ürperti geçti.

Saat gece yarısını çalıyordu; gözlerini açtı, odasını keskin bir ışıkla dolu görüp şaşırdı. Ay ağır ağır karaağaçların tepesinden yükseliyor, solgunlaşan gökte yıldızlan söndürüyordu. Angélique, pencereden katedralin mihrap bölümünü bembeyaz görüyordu. Sanki, odayı aydınlatan o beyazlığın yansıması, bulanık ve serin bir şafak aydınlığıydı. Beyaz duvarlar, beyaz kirişler, bütün bu beyaz çıplaklık o ışıkla büyümüş, bir düşte gibi genişlemiş ve gerilemişti. Bununla birlikte, genç kız kara renkli meşeden eski eşyayı, giysi dolabım, sandığı, sandalyeyi, oymalarının pmltılı köşeleriyle tanıyordu. Yalmzca kendi karyolası, görkemli genişlikteki o dört köşe karyolası, yüksek direkleriyle, pembe renkli eski İran kumaşı sayvanıyla, öyle bol ve derin bir ay ışığı içine gömülmüştü ki, Angélique sanki karyolayı o zamana dek hiç görmemiş gibi şaşınyor; kendisini bir bulut üzerinde, gökyüzünün ta ortasında, sessiz ve görünmez kanatlarla havalanmış sanıyordu. Bir an, bu havalanışın geniş sallantısını duyar gibi oldu; sonra gözleri alıştı, karyolası, her zamanki köşedeydi. Başı kıpırtısız, gözleri çevrede, bu ışık denizi ortasında, menekşe demeti dudaklannda, öylece bakıp kaldı. Ne bekliyordu? Niçin uyuyamıyordu? Şimdi artık , emindi, birini bekliyordu. Ağlaması durmuştu, o gelecek15 ti de ondan. Korkulu düşlerinin karanlığım ürkütüp kaçırtan bu avutucu aydınlık, onu müjdeliyordu. Gelecekti, müj – deci ayın içeriye ondan önce girmesi, yalnızca onları bu şafak ışığıyla aydınlatmak içindi. Oda beyaz kadifelerle döşenmişti, birbirlerini görebileceklerdi. O zaman Angélique kalktı, giyindi.

Yalnızca beyaz bir entari giydi, Hautecoeur yıkmtılannda gezmeye gittikleri gün giydiği muslin entariydi bu. Saçlarını bile toplamadı, omuzlarına döktü. Ayaklan, terliklerinin içinde çıplak kaldı. Sonra, bekledi. Şimdi Angélique, onun nereden geleceğini bilmiyordu. Belki de yukan çıkamayacaktı; kendisi balkona abanmış, o aşağıda. Clos-Marie’de, birbirlerini belki de böyle göreceklerdi. Ama Angélique, yine de, sanki pencere önüne gitmenin gereksizliğini anlamış, oturmuştu. Félicien, söylencedeki ermişler gibi, niçin duvarlardan geçip gelmesindi? Angélique bekliyordu. Ama, yalnız basma beklemiyordu. Beyaz uçuşlanyla, çocukluğundan beri onu kuşatan erdenlerin hepsini çevresinde duyumsuyordu. Ayışığıyla birlikte giriyorlar; piskoposluğun bahçesindeki, tepeleri mavi, gizemli, ulu ağaçlardan, katedralin taştan süs yığınlannı girinti ve çıkıntılanyla dolduran gizli köşelerinden geliyorlardı. Genç kız, tanıdığı ve sevdiği bütün ufuklardan, Chevrotte deresinden, söğütlerden, otlardan, kendisine dönüp gelen hulyalannı dinliyor; umutlannı, isteklerini, cansız eşyayı, her gün onlan göre göre emanet ettiği kendi varlığından parçalan, o eşya şimdi kendisine geri getiriyordu. Görünmez bir evrenin sesleri, asla bu denli yüksek perdeden konuşmamıştı. Angélique serüveni dinliyor; tek bir soluk duyulmayan kızgm gecenin derinliğinde, hafif bir ürperti işitiyordu; bu ürperti, onun için, vücu16 dunun koruyucusu Agnès’in, yanıbaşında bulunduğu zamanki entarisinin sürtünmesiydi.

Agnès’in, ötekilerle birlikte orada bulunduğunu bilmek onu sevindiriyordu. Aynı zamanda bekliyordu. Bir süre daha geçti; Angélique bunun ayırdmda değildi; Félicien, balkonun parmaklığından aşıp da geldiğinde, bu ona doğal göründü. Delikanlmm uzun boyu, beyaz göğe yansıyordu. İçeri girmedi, pencerenin aydınlık çerçevesi ortasında duruyordu. – Korkmayın… Benim., ben geldim. Angélique korkmuyordu, yalnızca Félicien’i tam zamanında gelmiş buluyordu. – Çatıdan çıktınız, değil mi? – Evet, çatıdan. Bu çok kolay yol, Angélique’i güldürdü. Félicien, önce, kapının kepengine tırmanmıştı; soma ayağı yer katının pervazına dayanan çıkıntı boyunca yükselerek, kolayca balkona çıkmıştı. – Sizi bekliyordum, yanıma gelin.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir