Emile Zola – Meyhane

Rougon — Macquartflar, yirmi kadar roman olacak. Bunun, genel planı 1869’dan heri kararlaştırılmıştır ve hu planı son derece sıkı uyguluyorum. Sıra L’Assommoir’a (1) geldi, yazdım; bundan sonrakileri de, doğru yoldan zerre kadar ayrılmadan yazacağım. Bana kuvvet veren budur. Bir amacım var, ona doğru yürüyorum. L’Assommoir bir gazetede çıktığı vakit, benzeri olmayan sertlikle hücuma uğradı, mimlendi, uğramadığı suçlama kalmadı. Yazar olarak güttüğüm amaçlan burada birkaç satırla açıklamaya hacet var mı? Kenar mahallelerimizin kokuşmuş çevresindeki bir işçi ailesinin kaderindeki düşünüşünü tasvir etmek istedim. İçkiciliğin ve tembelliğin sonunda, aile bağlarının gevşemesi; karmakarışık fuhşun murdarlıkları; temiz duyguların yavaş yavaş unutuluşu, sonra, sonuç olarak, utanç ve ölüm var. Sadece, pratik bir ahlâk dersi. L’Assommoir, hiç şüphe yok, kitaplarımın en temizidir. Çoklukla, çok daha korkunç yaraları deşmek durumunda bulundum. Yalnız şekil korkuttu. Kelimelere öfkelendiler. Halk dilindeki kelimeleri toplamak ve bunları, çok işlenmiş bir kalıba dökmek edebî tecessüsünü gösterişim, suç oldu. Evet, şekil; asıl büyük suç şekilde! Oysa; bu dilin sözlükleri vardır; aydın insanlar, bunları inceliyorlar, tazeliğinden, umulmadık ve güçlü tasvirlerinden zevk duyuyorlar.


Araştırıcı gramer uzman- (1) Zola’nın L’Assommoir adım verdiği bu romanı, kelimenin çeşitli anlamları içinde, en uygunu olan Meyhane adiyle Türkçeye çevirmeyi uygun gördüm. — H. V. lan için bu dil bir haz kaynağıdır. Bununla beraber, idealimin, çok büyük, tarihî ve sosyal önemine’inandığım filolojik bir eser yaratmaktan ibaret bulunduğunu kimse sezemedi. Aslında kendimi savunmuyorum. Eserim beni savunacaktır. O, gerçeği söyleyen bir eserdir, halk tabakasını anlatan, yalan söylemeyen ve halkın kokusunu taşıyan ilk romandır. Bu romandan, halk tabakasının baştan başa fena olduğu anlamını çıkarmamak gerektir; çünkü, romandaki kişiler fena insanlar değillerdir; sadece cahildirler ve içinde yaşadıkları çetin çalışma ve sefalet çevresinde bozulmuşlardır. Yalnız kendim ve eserlerim hakkında dolaşan ısmarlama, gülünç ve iğrenç hükümleri kabul etmeden önce romanlarımı okumak, anlamak, bütününü açıkça görmek gerektir. Ah! Halkı avutmak için söylenen uyuşturucu masalın, dostlarımı ne kadar güldürdüğünü bilseler! O kan içici mahlukun, o yırtıcı roman yazarının nasıl kendi halinde bir insan olduğunu; kendi köşesinde yaşayan, biricik emeli, olabildiği kadar geniş ve canlı bir eser yaratmaktan ibaret bir araştırma ve sanat adamı olduğunu bilseler! Hiç bir söylentiyi yalanlamıyorum. Çalışıyorum ve üst üste yığılan hezeyanlar kümesi altından, sonunda gözüküp ortaya çıkmak için, zamana ve halkın iyi niyetine güveniyorum. Paris, 1 Ocak 1877 EMİLE ZOLA Jervez (Gervaise), Lantiye’yi (Lantier), sabahın ikisine kadar beklemişti. Sonra, pencereden giren ayazda, bir gömlekle oturduğu için titreye titreye kendisini yatağa atmış, nöbetler içinde, yanakları göz yaşlarıyla sırsıklam, uyuyakalmıştı. Sekiz günden beri, yemeklerini yedikleri Veau â deux Tetes (îki Başlı Dana) lokantasından çıktıktan sonra, Lantiye, onu çocuklarla beraber eve, yatmaya gönderiyor; kendisi, iş aramak bahanesiyle, ancak gece geç vakit geliyordu.

O akşam Jervez, Lantiye’nin dönüşünü gözlerken, onu, alev alev yanan ön penceresi, dış bulvarların kara çizgisini bir yangın kızılığıyle aydınlatan Grand – Balcon (Büyük Balkon) salonuna girerken görür gibi olmuştu; arkasında da küçük Adel (Adele) gözüne ilişmişti. Onlarla aynı lokantada yemek yiyen bu cilâcı kız, kapıdaki fanusların çiy aydınlığı altından birlikte geçmemek için onun kolundan yeni çıkmış gibi, elleri iki yanma sarkık, beş altı adım geriden yürüyordu. Jervez, saat beşe doğru, vücudu kaskatı, beli ağrılar içinde uyandığı zaman hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Lantiye eve dönmemişti. îlk defa olarak dışarıda geceliyordu. Jervez, tavana bir sicimle bağlı ok biçimi değnekten sallanan, acem \ 8 MEYHANE kumaşı nakışlı soluk bez parçasının altındaki karyolanın kenarına oturdu, kaldı. Bir çekmesi eksik ceviz dolaptan, üç hasır iskemleden, üzerinde kırık ağızlı bir su kabı sürünüp duran küçük bir yağlı masadan ibaret eşyalı, sefil kira odasını, yaşlardan buğulanan gözleriyle, ağır ağır süzüyordu. Bu eşyaya, çocuklar için, dolabın önünü kapatan ve odanın üçte ikisini dolduran bir demir karyola eklenmişti. Jervez’le Lantiye’nin sandığı bir köşede apaçık duruyor, boş içi gözüküyordu. Sandığın ta dibinde, kirli gömleklerle kirli çorapların altına sokulmuş eski bir erkek şapkası vardı; duvarların boyunca, iskemlelerin arkalıklarında, delik bir atkı, çamurdan paralanmış bir pantolon, eskicilerin beğenip de almadıkları bu son pırtılar göze çarpıyordu. Şöminenin ortasında, tek tek kalmış, iki çinko şamdanın arasında, bir demet, soluk pembe renkte, rehin evi alındısı vardı. Burası, otelin birinci katında, bulvara bakan en iyi odaydı. Bu sırada çocukların ikisi de, başları aynı yastık üzerinde, yanyana yatmışlar, uyuyorlardı. Sekiz yaşında olan Klod (Claude) küçük ellerini yorgandan dışarı çıkarmış, ağır ağır nefes alıyor; daha dördünü süren Etiyen (Etienne) bir kolunu erkek kardeşinin boynuna dolamış, gülümsüyordu. Anaları, yaş dolu gözlerini onlara çevirince, bir hıçkırık tufanına daha tutuldu, tutamadığı iniltileri bastırmak için mendilini ağzına tıkadı.

Ve, yere düşen terliklerini giymeyi akıl etmeden, yalınayak, tekrar pencereye gelip abandı, geceki gibi tekrar bek-v lemeye, uzaktaki kaldırımları gözleriyle araştırmaya başladı. Otel, Puasonyer (Poissonniere) kordonunun sonunda, Şapel (Chapelle) bulvarı üzerindeydi. İkinci katına kadar aşı boyalı, pancurları yağmurdan çürümüş, iki katlı bir virane idi. çatlak camlı fenerinin üstünde, iki pencerenin arasında, çürüyüp dökülen sıvanın, bazı parçalarını alıp götürdüğü iri büyük sarı harflerle yazılmış «Bonkör Oteli — Sahibi Marsul-ye» sözleri okunuyordu. Fenerin, ileriyi görmesine engel olan Jervez, mendili dudaklarında, parmaklarının ucuna basarak yükseliyordu. Sağ tarafa, Roşşuar (Rochechouart) bulvarının olduğu tarafa bakıyordu. Orada salhanelerin önünde kasaplar, kanlı önlükleriyle durmuş, bekliyorlardı. Serin rüzgâr, ara sıra, pis bir koku, boğazlanmış hayvan kokusu getiriyordu. Sol tarafa bakıyor, hemen hemen tam karşısında, o tarihte yeni yapılmakta olan Laribuazyer (Lariboisiere) hastahanesinin, beyaz yığınında biten, şerit gibi uzun caddeyi görüyordu. Jervez, bazı geceler, arkasından, öldürülen insan seslerini andırır feryatlar işittiği oktruva (octroi) kordonunu, ağır ağır, ufkun bir ucundan öteki ucuna kadar gözden geçiriyor, ve Lantiye’nin, karnı bıçak vuruşlarıyle deşilmiş cesedini görmek korkusuyle, nemden ve süprüntüden kararmış uzak dönemeçleri, loş köşeleri araştırıyordu. Gözlerini yukarıya kaldırınca, şehri bir çöl şeridi gibi kuşatan kül rengi ve sonsuz duvarın ötesinde, Paris’in sabah parıltısıyle dolu, güneş zerrelerinden meydana gelmiş büyük bir ışık görüyordu. Ama, hep Puason-ye kordonuna dönüyor, oktruvanm iki bodur kulübesi arasından, Monmartr (Montmartre) ve Şapel tepelerinden inen, aralıksız insan, hayvan ve araba dalgasının akışını, başı sersemleyerek seyrediyordu. Orada, bir kalabalık; aletleri sırtlarında, somunları koltuklarında, işe giden sonsuz bir sürü depren-tisiyle anî duruşlarla şose üzerine sel halinde yayılan bir işçi akını vardı. Ve bu karmakarışık kalabalıh, durmadan Paris’in içine dalıyor, orada bitiyordu. Jervez, bütün bu kalabalığın ortasında Lantiye’ye benzer birini görür gibi oldukça, düşmek tehlikesine rağmen daha fazla eğiliyor, sonra, derdini yine içine gömmek istercesine, mendilini ağzına daha kuvvetle bastırıyordu.

Genç ve şen bir ses, onu pencereden ayırdı: «Çorbacı gelmedi ha, madam Lantiye?» Jervez, gülümsemeğe yeltenerek cevap verdi: «Hayır, Mösyö Kupo (Coupeau).» Bu, otelin en üst katında, on franklık bir odada oturan, bir çinko işçisi idi. Torbası omuzunda asılıydı. Anahtarı kapının üstünde görünce, teklifsizce girmişti. «Haberiniz var mı, diye devam etti, şimdi hastanenin orada çalışıyorum… Ne güzel Mayıs ayı, ha? Bu sabah, hava fena ısırıyor.» Konuşurken, Jervez’in, göz yaşlarından kızarmış yüzüne bakıyordu. Yatağın bozulmamış olduğunu görünce, başını ağır ağır salladı, sonra, hâlâ, melek gibi pembe yüzleriyle uyuyan çocukların küçük karyolasına kadar ilerledi; ve sesini yavaşlatarak: «Çorbacı uslu oturmuyor, değil mi? dedi. «Üzülmeyin madam Lantiye. Siyasetle çok uğraşıyor; geçen gün, bizden dedikleri Ojen Sü (Eugene Sue) için oy verildiği zaman, deli gibiydi. Belki o Bonapart keratasını çekiştirmek için, geceyi ah-baplarıyle beraber geçirmiştir.» Jervez, güçlükle mırıldandı: «Hayır, hayır, iş sizin sandığınız gibi değil. Ben, Lanti-ye’nin nerede bulunduğunu biliyorum… Ne yaparsın, bizim de, herkes gibi, kendimize göre dertlerimiz var!» Kupo, bu yalana kanmadığını göstermek için göz kırptı; ve, eğer sokağa çıkmak istemiyorsa, sütünü alıp getirmeyi teklif ettikten sonra, çıktı. «Güzel ve iyi bir kadınsınız, demişti; bir sıkıntınız olursa bana güvenebilirsiniz.» O gider gitmez, Jervez, yine pencereye abandı. Kordonda, sabah serinliğinde, o sürü deprenmesi sürüyordu.

Çilingirler, mavi ceketlerinden; duvarcılar, beyaz önlüklerinden; nakkaşlar, altından uzun gömlekler gözüken paltolarından belli oluyordu. Uzaktan, bu kalabalık, alçıya kaçan bir siliklik; içinde soluk mavi ile kirli kül rengi fazla, anlamsız bir ton taşıyordu. Zaman zaman, bir işçi duruyor, sönen piposunu yakıyor; o dururken etrafındakiler, hiç gülmeden, arkadaşına bir söz söylemeden, soluk yanaklarıyle, yüzleri Paris’e dönük, durmadan geçiyorlardı; ve Paris, apaçık bir ağzı andıran Fo-bur – Puasonyer (Faubourg – Poissonniere) sokağından, onları birer birer yutuyordu. Ama, Puasonye sokağının iki köşesinde, kepenklerini açmakla uğraşan iki şarapçı dükkânının kapıları önünde, adımlarını yavaşlatanlar vardı; bunlar, dükkâna girmeden önce, kaldırımın kenarında duruyorlar, kolları gevşek, bütün bir günlük aylaklığa önceden karar vermiş durumda, Paris’e yan gözlerle bakıyorlardı. Tezgâhların önünde birikenler, birbirlerine ikramlarda bulunuyorlar; orada, ayakta kenx n A İN Ji 11 i dilerini unutuyorlar, meyhanenin içerisini dolduruyorlar, tükürüyorlar; öksürüyorlar, kadeh, kadeh üstüne içerek gırtlaklarını suluyorlardı. Jervez, sokağın solunda, Kolomb (Colombe) babanın meyhanesini gözlüyordu. Lantiye’yi oraya girerken görür gibi olmuştu. O sırada başı açık, önlüklü, şişman bir kadın, sokağın ortasından kendisine seslendi: «Oooo, Madam Lantiye, bu sabah erkencisiniz!» Jervez, eğildi: «Vay! Siz misiniz Madam Boş (Boche)?. Bugün bir yı-ğm işim var da!» — Öyle ya, doğru! İşler kendi kendine görülmüyor.» Pencere ile sokak arasında bir sohbet başladı. Madam Boş, zemin katında iki Başlı Dana Lokantası bulunan binanın kapıcısı idi. Jervez, Lantiye’yi yanı başında yemek yiyen o bir sürü erkek arasında yapyalnız, bir masada oturmamak için, birçok defa, onun kulübesinde beklemişti. Kapıcı kadın, iki adım ötedeki Şarbonye (Charbonniere) sokağına kadar gitmek istediğini söylüyordu. Orada, kocasının, onardığı bir elbise parasını elinden kurtaramadığı bir memuru daha yataktan çıkmadan yakalamak istiyordu. Sonra bir akşam önce eve bir kadınla beraber gelen ve sabahın üçüne kadar çevreye uyku uyutmayan bir kiracısından söz açtı.

Ama hem konuşuyor, hem genç kadını şiddetli bir merakla süzüyordu. Oraya gelip pencerenin altında durmasının, bir şeyler öğrenmek için olduğu belliydi. Birdenbire: «Mösyö Lantiye, hâlâ yatıyor mu?» diye sordu. Jervez, elinde olmayarak kıpkırmızı kesildi: «Evet, uyuyor,» diye cevap verdi. Madam Boş, onun gözlerinin sulandığını görmüştü; ve her halde memnun; erkekleri, yaman tembel olmakla suçlayarak uzaklaşırken, geri döndü, seslendi: «Çamaşırhjaneye bu sabah gidiyorsunuz değil mi?. Ben de bir şeyler yıkayacağım, yanımda size yer ayırırım, konuşuruz.» Sonra birdenbire onun haline acımış gibi, devam etti: «Yavrucuğum, orada durmasanız daha iyi edersiniz, hasta olacaksınız… Yüzünüz mosmor.» Jervez, sekize kadar, pencerenin önünde iki acıklı saat daha inat edip oturdu. Dükkânlar açılmıştı. Yukarılardan inen gömlekliler kalabalığı bitmişti. Yalnız geç kalan birkaç kişi geniş adımlarla Kordon’dan içeri giriyorlardı. Şarapçı dükkânlarında, aynı adamlar, ayakta, hâlâ içiyorlar, öksürüyor, ve tü-kürüyorlardı. Erkek işçilerden sonra, işçi kadınlar, cilâcı kızlar, kadın şapkacıları, çiçekçiler, ince elbiselerine sıkı sıkı sarınmışlar, dış bulvarlar boyunca, tıpış tıpış yürüyerek geçmeye başlamışlardı. Üçer, dörder kişilik kafileler halinde yürüyorlar, hafif gülümsemelerle, hararetli hararetli konuşuyorlar; etraflarına şıldır şıldır bakıyorlardı. İçlerinden biri, tek başına, çiliz, soluk yüzlü ve ciddî; çöp birikintilerine basmamağa çalışarak, oktruva duvarı boyunca ilerliyordu.

Sonra, parmaklarına hohlayarak, yürürken on paralık ekmeklerini yiyerek, memurlar geçmişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir