Emmanuel Decaux – Agik

1 Ağustos 1975’te, -iki Büyüklerin yanısıra bütün Avrupa ülkelerini temsil eden- otuz beş devlet, hükümet ya da parti başkanı Helsinki’de Avrupa Güvenlik ve Đşbirliği Konferansı (AGÎK) Sonuç Belgesi’ni törenle imzaladığında, savaş sonrasının askerî ve siyasî statükosu, Sovyetler’in arzularına uygun biçimde kesin olarak benimsenmiş görünüyordu. Bununla birlikte, aynı metin, 1956’da Budapeşte’nin, 1968’de Prag’ın ve 1981’de Varşova’nın ezilmesinden sonra, 1989’un büyük devrimci dalgası içinde, Berlin Duvarı’nm ve “Brejnev doktrini”nin kalıntıları üzerinde özgürlüklerine yeniden kavuşan “halk demokrasileri” halkları için de başvuru kaynağı olacaktı. Artık “bütün ve özgür” olan bir Avrupa’nın temelleri hemen, 21 Kasım 1990’da, Avrupa Güvenlik ve işbirliği Konferansı’nın devlet başkanlarının ikinci zirvesinde imzalanan Yeni Bir Avrupa için Paris Şartı’nda atıldı. Son zamanlarda ortaya çıkan bu hızlanma apaçık ortadadır: iki Almanya’nın birleşmesi sonucu Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nin ortadan kalkmasının ardından 1990’da otuz dört, daha sonra sürecin başlangıcında kendi içine kapalı kalan Arnavutluk’un katılmasıyla otuz beş olan katılımcı devletlerin sayısı, üç Baltık cumhuriyetinin kabul edilmesiyle 10 Eylül 1991’den bu yana artık otuz sekiz -belki yarın daha da artacak… Dolayısıyla AGIK, oluşum halindeki bir Avrupa’nın dönüşümlerinin en geniş çerçevesi haline gelmiştir. AGIK’in, soğuk savaştan barış içinde birarada yaşamaya, daha sonra da özgürleşmiş bir Avrupa’da yepyeni bir işbirliğine geçişi sağlayan karmaşık Avrupa güvenliği süreci içindeki rolü hala iyi bilinmemektedir. “Avrupa Güvenlik ve işbirliği Konferansı” adı gibi AGIK kısaltması da imgelemlerin ilgisini çekmeye hiç elverişli değildir. Konsensüs arayışı içinde bitmek bilmeyen görüşmeleri ve siyasî propagandaya yönelik alışılmış bir “donuk diT’le kaleme alınan belgeleriyle AGIK’in çalışma yöntemleri de daha fazla coşku uyandı-ramamaktadır. AGIK artık benimsendiği sırada yeniden adlandırılama-dığı için, en azından onun bütün özgünlüğünü göstermek yerinde olacaktır. Gerçekten de, sözkonusu olan, kıtamızın tarihi içinde önceline rastlanmayan, 1899 ve 1907 Lahey Barış Konferansları’nın ya da yirmili yılların başında Milletler Cemiyeti’nin kurucularının düşlerini canlandıran diplomatik bir maceradır. Bu yüzyıl içinde üçüncü kez, totalitarizmlerin bozgununun ardından, Avrupa’da ortak güvenlik temelinde bir barış düzeni, hala varolan belirsizliklere karşın, mümkün görünmektedir. AGIK’in başlıca kozlarından biri esnekliğidir, bu esneklik, ona, engelleyici bir kurumsal çerçeveye hapsolmadan derin bir evrim geçirme olanağı sağlamıştır. Bu durum, konferansın takvimi ya da amacı kadar, bileşimi konusunda da ortaya çıkmaktadır. Konferans herşeyden önce bir “devlet işi”dir. Avrupa güvenliğiyle ilgili bütün devletlerin, mikro-devletler gibi büyük güçlerin de temsilcilerini eşitlik temelinde biraraya getirmektedir. “AGIK coğrafyası”na ilişkin belli bir belirsizlik yaratmakla birlikte, Atlantik Ittifakı’nın Avrupalı olmayan iki üyesinin -Birleşik Devletler ve Kanada’nın- katılımı, kendini derhal kabul ettirmiştir.


‘ Blokları aşma isteği, siyasî yakınlıkları bulunan (like-minded) ülkeler arasında resmi olmayan bir uyuşumu dışlamamaktadır. Uzun bir süre boyunca, üç grubun varlığı, konferans çalışmalarının eklemlenmesini sağladı; “tarafsız ve bağlantısızlar” Atlantik ittifakı ve Varşova Paktı’ndan oluşan iki karşıt kamp arasında aracı rolü oynadı. 1989’dan itibaren, komünist blokun çökmesi, görüşmeleri çok daha açık kıldı. Buna koşut olarak, Avrupa Topluluğu’nun Oni-kiler’i arasındaki sürekli uyuşum ile yeni bir “görüşme kutbu” ortaya çıktı. AGIK’in takvimi, uzun süre, katılımcılar arasında hüküm sürebilecek olan güvensizliği gösteren katı kurallara bağlı kaldı. Batılılar, konferansın kurumsallaştırılmasmı reddederken, aynı zamanda 1975 Helsinki Sonuç Belgesi’-nde verilen sözlere uyulup uyulmadığını denetlemek için “izleme konferansları”nm yapılmasını istiyorlardı. Bu temel toplantıların üçü Belgrad (1977-1978), Madrid (1980-1983) ve özellikle Viyana’da (1986-1989) yapıldı. Gelecek “temel izleme toplantısı”nm Mart 1992’den itibaren Helsinki’de yapılması gerekiyor.* Uzun dönemli olarak öngörülen bu düzenin yanısıra, 1990 zirvesi, kuraldışı bir biçimde, “Yeni Bir Avrupa Đçin Paris Şartı”nı kabul etmek ve AGIK’in yapılarının kurumsallaştırılmasmı benimsemek üzere düzenlenmişti. Böylece, sürekli organların hayata geçirilmesiyle, -bunlar her tür bürokratik türevden kaçınmak için bilerek zayıf bıraküsalar da- temel şemaya yeni bir mantık girdi. Buna koşut olarak, Paris Şartı, 1992 Helsinki toplantısı dolayısıyla öngörülen yeni bir zirveyle, gelecek için yeni bir toplantı sürekliliği oluşturdu. Öte yandan, Dışişleri Bakanları yılda en az bir kez “konsey olarak” toplanıyorlar, bir “Yüksek Bürokratlar Komitesi” ise artık “AGĐK süreci çerçevesindeki siyasî görüşmelerin merkez alanını” oluşturmaktadır. Süreçteki bu yoğunlaşma, AGIK’in hedefinde bile bir genişleme olduğunu göstermektedir. Başlangıçta, Konferans, “güvenlik ve işbirliği” arasında bir denge arayışını temsil ediyordu. Đlişkilerini düzenlemesi gereken siyasî ilkelerin on ilkesini saptadıktan sonra, devletler ortak çıkarın, ilerlemeleri karşılıklı olarak birbirini gerektiren üç temel alanını, görüşmelerin “üç sepet”ini belirlemişti.

Avrupa’da silahsızlanmaya ilişkin görüşmelerin hızla ilerlemesi ve Varşova Paktı’nm dağılması, aynı şekilde liberal demokrasiyi ve hukuk devletini oluşturan “evrensel değerler”in tanınması, görüşmeleri ilerletmenin yolu olarak üç sepet arasında kurulan sıkı bağı daha az gerekli kıldı. Gerçekten de, sürekli bir görüşme süreci içinde, işbirliği bütüncüUeşti ve çeşitlilik kazandı. Böylece, verilmek istenen ad ne olursa olsun; ister Mihail Gorbaçov’un “ortak ev”i, ister Francois Mitterrand’ın tasarladığı “Avrupa Konfederasyonu” ya da James Baker’m Vancouver’den Vladivostok’a uzanan “Avrupa-Atlantik Topluluğu”, AGĐK Avrupa’nın “yeni mimarisF’nin genel bir çerçevesi haline gelmeye yöneldi. Bu yeni tablo karşısında AGÎK bazı açık üstünlüklere ve boşluklara sahiptir: Birleşik Devletler’i Avrupa’nın kaderine bağlayarak, Atlantik Paktı ve OECD gibi Batılı, ya da Avrupa Konseyi hatta Avrupa Topluluğu gibi tamamen Avrupalı olsa da, varolan örgütlerle görev çakışması göstermeyen dengeli ve esnek bir PanAvrupa çerçevesi sağlamaktadır. x Bu esnekliğin karşılığı ise, konsensüs, yani “en küçük ortak bölen” arayışı üzerine kurulu esas olarak siyasî bir sürecin hukuksal belirsizliğidir. Üstelik, tek bir katılan devlette ani bir geri dönüş ve üstlenimlerin sorgulanması sürecin tamamını tehdit etmeye yeterlidir. O andan itibaren, normatif açıdan olduğu kadar işlevsel açıdan da felç ya da kriz riski açıkça ortadadır. Bu nedenle, AGIK’in siyasî bir zorlama ve diplomatik eşgüdüm rolünü geliştirmesinin en iyi yolu, yeni ortak güvencelerden ve etkili denetim usullerinden geçmektedir. Dolayısıyla, 1975’te başlatılan süreçten her düzeyde “yeni bir AGĐK” doğmaktadır. Kısaca betimlenen bu gizilgüç-leri ölçmek için, sırasıyla, “Aşamalar” (I. Bölüm), “AGIK’in Yöntemleri” (II. Bölüm) olarak sistemin işleyişini, daha sonra da “Üstlenimler” (III. Bölüm) ve “AGÎK Prosedürleri” (IV. Bölüm) olarak bilançosunu incelemek uygun olacaktır. BĐRĐNCĐ BÖLÜM AGĐK’IN AŞAMALARI AGÎK’in tarihi, savaş sonrasından beri Avrupa güvenliğinin tarihiyle içice geçmiştir.

Almanya ile 1945’in dört galibi arasında resmî bir barış anlaşmasının bulunmaması nedeniyle, Avrupa’nın kaderi, 1990’daki Paris zirvesinde “yeni bir Avrupa”nm temellerini atan genel bir düzenlemeye kadar çözüme bağlanmamış olarak kaldı. Dolayısıyla, AGÎK, 1815’teki Viyana Kongresi’nin ya da 1919’daki Paris Barış Konferansı’nm çizgisini izleyen bu Avrupa konferansına zemin oluşturdu. Kimi zaman AGIK’in kökeni Şubat 1954’te yapılan Dörtlü Berlin Konferansı’na ve “Avrupa Ortak Güvenlik Paktı”na ilişkin Sovyet önerisine dayandırılır. Bu öneride herşeyden önce Almanya’nın yeniden silahlanmasını önleme ve Atlantik Ittifakı’na katılmasını engelleme manevrası yatıyordu. 1955’te Varşova Paktı’nm kurulması bu ilk girişi-. min başarısızlığını ortaya koydu. Ama özellikle altmışlı yıllara damgasını vuran Doğu-Batı arasında “yumuşama”nın ardından, bir Avrupa konferansı toplanması düşüncesi belli bir itibar kazanmaya başladı. îlk dönemde, AGÎK, Şansölye Brandt’ın Ostpolitik’i ile iki-ta-raflı bir temelde girişilen, daha sonra 1971’de Berlin hakkındaki dörtlü anlaşmayla belirlenen ülkesel statükonun tanınması politikasını taçlandırdı. Bununla birlikte, Sovyetler’in bu diplomatik başarısının, Avrupa devletleri arasındaki ilişkileri düzenlemesi gereken bir iyi hal yasasını kabul etme biçiminde bir karşılığı da vardı. Ve sonuçta, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin 1989’da doruğa varan “barışçı devrim”ine izin veren, 1975’te Helsinki Sonuç Belgesi tarafından konan bu ilkelerdi. Berlin Duvarı’nın çöküşü, daha sonra da “dört artı iki andlaşması” ile çerçevesi çizilen Alman birleşmesi böylece savaşsonrasının sona erdiğini ortaya koydu. Eski savaşan tarafların tamamı arasında resmî bir barış andlaşmasının bulunmaması nedeniyle, kartların Avrapa’daki bu yeni dağılımını topluca benimsemek ve yeni bir bölgesel güvenlik kavramına yolu açmak Paris Şartı’na düştü. Şu halde, AGÎK’in gelişimine, umutları ve düşkırıklıkla-rını birbiri ardına getiren üç büyük aşama ritm kazandırmıştır: 1975’te Helsinki Sonuç Belgesi’nin imzalanmasıyla yumuşamanın zaferini gösteren birinci aşama (I); seksenli yılların ortalarına kadar, üstlenimlerin çiğnenmesiyle sürecin felce uğramasının karakterize ettiği bir belirsizlik dönemi (II); nihayet, bu tarihten beri, 1990’da Paris Şartı’yla benimsenen yeni bir Avrupa düzeninin arayışıyla açılan aşamalı bir bloksuzlaşma (III). I. Yumuşamanın Zaferi /.

Sovyet Girişimleri – Altmışlı yılların sonlarından başlayarak, Sovyetler Birliği, Avrupa güvenliğine ilişkin bir konferans toplanmasına yönelik önerilerini artırarak sürdürmekten vazgeçmedi. 1966 Temmuzu’nda, -Andrey Gromi-ko’nun Nisan aymda Roma’ya yaptığı bir ziyaret sırasında Đtalyan yetkililer nezdindeki ilk girişiminin ardından- Varşova Paktı, Bükreş’te, Almanya’nın bölünüşünü kabul etmeye yönelik bir “Avrupa’da Barış ve Güvenliğin Güçlendirilmesi Bildirisi” benimseyerek iki askerî ittifakı dağıtma ve bunların yerini ABD’yi dışarıda bırakacak yeni bir Avrupa güvenlik sistemiyle doldurma çağrısında bulundu. Sovyetler’in Çekoslovakya’ya müdahalesinin ertesinde, Varşova Paktı, 17 Mart 1969’da kabul edilen Budapeşte bildirisinde böyle bir konferans toplanmasmı resmî olarak yeniden önerdi. Bununla birlikte, Sovyetler Birliği Beyaz Saray’da ABD’nin konferansa katılmasını kabul edeceğini ve ittifakların dağıtılması koşulunu ileri sürmekten vazgeçeceğini ilk kez hissettirdi. Birleşik Devletler ise, Berlin sorununun somut bir düzenlemeye bağlanmasını önkoşul olarak ortaya koydu. Henry Kissinger, Büyükelçi Dobrinin’in bu konudaki girişimlerini şöyle aktarmaktadır: “[Önerilerine göre] Avrupa güvenliği konferansı 1970’in ilk yarısında gündeminde iki konuyla toplanmalıydı: Avrupa devletleri arasındaki ilişkilerde kuvvet kullanmanın ve kuvvet kullanma tehdidine başvurmanın reddedilmesi; Avrupa devletleri arasında ticari, ekonomik, teknik ve bilimsel değişimin yoğunlaştırılması”. “Hem saptanan tarihe hem de gündeme itiraz ettim” diye eklemektedir; “diğer görüşmeler, özellikle de Berlin üzerindeki görüşmeler ilerlemeden tarih kabul edemezdik. Bunun gibi, Sovyetler’in, Bonn’un Ostpolitik’inin sonuçları yeterince belirginleşmeden Avrupa’da statükonun kabul edilmesinde direnmesine izin veremezdik: Almanya’nın bölünmesini kabul etmenin sorumluluğunu üstlenmek bize değil Bonn’a düşerdi. Üstelik, gerilim sürdükçe ticari ve teknik değişimleri geliştirmek saçma olurdu.”1 Öte yandan, Finlandiya, 5 Mayıs 1969’dan beri, konferansın kendi başkentinde, Helsinki’de toplanmasını kabul etmeye hazır olduğunu bildiriyordu. Bu sırada, Amerikalıların bu konudaki kapalı tutumlarına karşın, Batılı ülkeler böyle bir konferansın toplanmasına giderek daha yatkın görünüyorlardı. NATO çerçevesinde, Nisan ve Aralık 1969’da, daha sonra Mayıs 1970’te Roma’-da, Sovyet girişimine yanıt vermek üzere, insancıl ve askeri sorunlar üzerinde duran ortak bir strateji kabul edildi. Fransa, kendi adına, statükonun kabul edilmesini ve blokların mantığını aşan bir diyalogu salık veriyordu: Dışişleri Bakanı Maurice Schumann, “Bu konferansın amacı, eğer, daha sonra Avrupa ülkelerinin tamamına -BM üyelerinin BM Andlaşması’m imzalayarak vazgeçtikleri- kuvvet kullanmanın reddini kararlaştırma ya da -doğrusunu söylemek gerekirse, konferansa ve yakınlaşmaya gerek kalmadan yapabilecekleri ve zaten yaptıkları- ticari değişimlerini artırmaya yönelik yolların incelenmesini sağlamak için Do10 ğu Almanya ile Federal Almanya Cumhuriyeti’ni eşitlik koşullarında aynı masaya oturtmaktan ibaretse, o zaman bu girişim statükoyu kabul etmekten başka bir yere götürmez. Ama aksine, eğer amacı, blokları ya da karşı karşıya olan bloklara göre yer alan hükümetleri değil de ülkeleri yüz yüze getirmekse, ve eğer bu ülkeler konferansta hemen, ya da yavaş yavaş ve adım adım, ulusal kişiliklerini doğrulama fırsatını bulurlarsa, o zaman bu girişim yumuşamanın benimsenmesine götürebilir” diyordu.2 Batılıların ilkelere sıkı sıkıya bağlı bu önkoşullarının karşısında, Sovyetler Birliği, kendini, belirli bir takvimi elde etmek için verdiği ödünleri çoğaltan talip durumunda buldu.

Batılıların yeşil ışığı ancak 26 Mayıs 1972’de imzalanan stratejik silahların sınırlandırılması hakkındaki SALT Anlaşma-ları’nın sonuçlandırılmasından sonra, 30-31 Mayıs 1972’de bir NATO toplantısı sırasında, her iki ittifak bünyesinde konvansiyonel silahlara ilişkin MBFR (Mutual and Balanced Force Reductions) görüşmelerinin Viyana’da açılışına paralel olarak “Avrupa’da güvenlik ve işbirliği hakkında bir konferans hazırlamak amacıyla çok-taraflı görüşmeler”e başlamak üzere elde edilebildi. 2. Hazırlık Çalışmaları – Konferansın “çok-taraflı hazırlık” aşaması Helsinki’de 22 Kasım 1972’den 8 Temmuz 1973’e dek devam etti. “Avrupa Güvenlik ve Đşbirliği Konferansı Sorunu Üzerinde Helsinki Danışmaları” adıyla bira-raya gelen Avrupa devletlerinin temsilcileri, gelecek konferansın usule ilişkin çerçevesini, “Helsinki Danışmalarının Son Tavsiyeleri” başlıklı bir belgede saptadılar. Konferansın gündemini dört altbölüme ayrılmış olan bu belge belirlemiştir: on ilkenin sıralanışı ve güvenlik alanında güven önlemlerinin anımsatılması ile “Avrupa’da güvenliğe ilişkin sorunlar”; “ekonomi, bilim ve teknik, ve çevre alanlarında işbirliği”; kişiler arasında temaslara, bilgiye, kültür ve aynı zamanda eğitim alanında işbirliği ve değişimlere yönelik “insancıl ve diğer alanlarda işbirliği”; nihayet, dördüncü bir bölüm “gerçekleştirilen ilerlemeler temelinde” “konferansın izlemelerini” anımsatmakla sınırlı kalmaktadır. 11- Tavsiyeler aynı sakınımla konferansın gerçekleştirilmesini üç aşamalı olarak öngörmektedir: Konferansı açmak üzere Dışişleri Bakanlan’mn bir toplantısıyla belirlenen bir ilk aşama; bir “eşgüdüm komitesi”nin sonuçlan belirli aralarla değerlendireceği komisyon ve alt-komisyonların çalışma aşaması; nihayet düzey ve tarihinin daha sonra saptanacağı “törensel bir oturum”la “Konferans’ın sonuç belgelerini kabul etmek üzere üçüncü bir aşama. AGIK’in ilk aşaması, Dışişleri Bakanları düzeyinde 3-7 Temmuz tarihleri arasında bu temeller üzerinde gerçekleşti. Dönemin Fransa Dışişleri Bakanı, Michel Jobert, bu çalışmayı sert biçimde betimledi: “Bu buluşmanın hazırlanışı, her ülkenin en iyi ve en kötüyü, coşku ve sakinimi, hareketsizlik ve manevra isteğini, uzakgörüşleri ve tepkiselliği, hukukçunun yersiz ayrıntıları gibi diplomatın da şaşkınlığını ortaya döktüğü ve güvenlik ve işbirliğine giden çizginin nereden geçtiğini ancak uzmanların -eğer hala zevki ve yeteneği kalmışsa- açıklayabileceği öylesine çok oturum saati ve öylesine çok kağıtlarıyla -hiçkimsenin gizleyemeyeceği- olağanüstü bir gevezelik oldu.” Söylev bir uyarıyla devam ediyordu: “Diyordum ki, kamuoyunun, böylesine prestijli, böylesine beklenen bir konferansın, -isteklerinin tersine- sahte güvencelerle zihinleri yanıltabileceğini bilmesi gerek. Böyle olmaması için, her ulusun barışını, güvenliğini savunma kararlılığı vazgeçilmez bir önem taşımaktadır…”3 Cenevre’de 18 Eylül’1973’ten 21 Temmuz 1975’e kadar süren ikinci aşama, Sonuç Belgesi’nin temel başlıklarını oluşturacak olan çeşitli “sepef’lerin görüşülmesine olanak verdi. Batılıların kesin tutumu, verilen sözlerle gerçekler arasında tam bir ayrılığı gösterse de, insancıl sorunlara ilişkin “üçüncü sepet” üzerinde önemli ödünlerle sonuçlanmasını sağladı. Ama Sovyetler Birliği, Giscard d’Estaing’in belirttiği gibi, “Batı kamuoyunu harekete geçirmeye yönelik barışa davet stratejisi”ni izlemeyi iyi biliyordu: “Cenevre’de uzun ve son bir toplantı başlamıştı. Bu toplantıyı, Aralık ayının başında Rambouillet’ye ziya12 reti sırasında Leonid Brejnev’e, bunların bizim için bir anlaşmanın vazgeçilmez koşulları olduğunu belirterek hazırlamıştım. Bu buluşma, yazdan beri tıkanan görüşmelerin çözülmesini sağlamıştı. Birbiri ardına gelen başarısızlık homurtuları ve Sovyet diplomatlarının karşıtlarının direnişini sınamakta uzman oldukları oyalama manevralarından sonra, mucize ürünü gibi görünen ama gerçekleşen bir anlaşmaya varıldı.

”4 3. Sonuç Belgesi’nin Đmzalanması – Bu anlaşma, üç günlük bir zirvenin sonunda,AGÎK’in otuz beş devlet, hükümet ve parti başkanı tarafından, Birleşmiş Milletler Genel Sekrete-ri’nin önünde, 1 Ağustos 1975’te resmen imzalandı. Helsinki zirvesi, uluslararası sahneye yeni çıkmış bir Gerald Ford karşısında, komşu Finlandiya’nın başkentine trenle gelen Leonid Brejnev için kişisel bir zaferi göstermektedir. Titiz görüşmelerden sonra, resmî söylevlerin bitmek bilmeyen bıktırıcı sözleri ve ikili görüşmelerin sürekli yer ve durum değiştirmesiyle halka açık diplomasiye sıra geldi. “Kimsenin kendini dışlanmış hissetmek istemediği ve herkesin, medyaların gözünde kendi heyetinin etkisini yükseltmeye çabaladığı bir buluşma burgacının içine girilmişti. Büyükler diğerlerini kabul etmek için kendilerine yalvartıyorlar, küçüklerse kendilerine yol açmaya çalışıyordu” diyordu Giscard d’Estaing, genel oturumda Fransa’nın durumunu hatırlattıktan sonra. “Herkes için aynı olan kurallara hep birlikte bağlanarak, yumuşamanın ölçü ayarını tanımlıyoruz. Manevî ve siyasî olarak, eylemlerimizi bir iyi hal yasasına uygun kılmayı üstleniyoruz. Aynı zamanda artık hepimiz için ortak olan ölçütler temelinde kendimizi diğer devletlerin yargısına sunmayı da kabul ediyoruz.”5 Sonuç Belgesi basında sönük karşılandı. Le Monde’da, Andre Fontaine, “Sözcükler ve Şeyler” başlığı altında, metnin zayıflıklarını belirtmekten zevk alıyordu: “Bu saçma sözlerin Fransızca versiyonundaki zarafeti, yalnızca uzun zaman Avrupa’nın dili olmuş bir dilin çöküşünü göstermiyor, aynı zamanda bütün zamanların diplomatlarının kusurlarından birini, kimsenin kendini değiştirebilecek güçte his13 setmediği ama razı olmakta güçlük çektiği gerçekleri kofluklarının göze çarpmaması olanaksız sözcüklerle yumuşatma çabasını günışığma çıkarıyor (…) Gerçeklerin, sırf anlaşma imzalandığı için bugünden yarma değişeceğine inanmak gözünü yummaktır. Ama diyelim ki, en azmdan bir süre boyunca, yapılması daha zor şeyler olacaktır… Topu topu, daha ilk ihlalden itibaren, uyulması gerektiğini hatırlatmaya kararlı olmak için imzalanacak olan vaadleri yeterince ciddiye almaktır.”6 II. Üstlenimlerin Çiğnenmesi Konferansın kendinde bir amaç -Avrupa güvenliğinin ilerlemesine bağlı devam eden bir süreç olarak değil, sonuna gelmiş bir çalışma- olarak görülmemesi nedeniyle, AGIK’in yakın geleceği çelişkili tutumlara yol açtı: Sovyetler, “Avrupa işleri” üzerinde sürekli bir gözetim hakkına sahip olmanın yolu olarak AGÎK’in kurumsallaştırılmasını sağlamaya çalışıyordu. Batılılar Sonuç Belgesi’nde kabul edilen üstlenimlerin uygulanmasının denetimini, ağır yapılar altına da girmeden, yerleştirmek istiyordu.

Bu konuda, önceden belirli bir takvime bağlanmadan daha sonraki aşamaların çalışmaların iyi gitmesine bağlı olduğu süreli izleme toplantılarının öngörülmesinde uzlaşıldı. Böylece Konferans, yumuşamanın “barometresi” olarak hizmet edecekti. Sırasıyla Belgrad, Madrid ve Viyana’da yapılan üç temel izleme toplantısının durumu buydu. 1. Belgrad Konferansı – Helsinki Sonuç Belgesi’nin kendisi, 15 Haziran 1977’de Belgrad’da “yeni bir Konferans olasılığını” gözden geçirmek amacıyla bir hazırlık toplantısının açılmasını öngörerek ilk randevunun tarihini saptıyordu. Konferans, uluslararası iklimin yeni gerilimlerle yüklenmeye başladığı bir dönemde, 4 Ekim 1977 ile 9 Mart 1978 arasında yapıldı. Başkan Carter tarafından 1977’de ortaya atılan insan hakları diplomasisinin karşısında, Sovyet yaşlılar iktidarı (gerontocratie) ideolojik kapanışını ve askerî gü14 cünü ortaya koydu. Konsensüse varılamaması nedeniyle Konferans başarısızlığm saptanmasıyla sonuçlandı. Kapanış Belgesi bunu, özellikle de insan haklarına ilişkin çıkmazı belirtmekle yetindi: “Toplantıya sunulan çeşitli öneriler üzerinde konsensüs sağlanamamıştır”… Sonuçta, Sovyet-ler’in “karışmama” ilkesini, Batılıların ise Sonuç Belgesi’ne tamamıyla uymayı savunmasıyla herkes kendi anlayışım kesin olarak ortaya koymuş oldu. Bu başarısızlığa karşın, dakik konulara ilişkin üç uzmanlar toplantısının ve bir izleme toplantısının yeni bir randevusuyla süreç devam etti. Bununla birlikte, -alınan yolu iyi ölçebilmek için- sahte bir “ideolojik yumuşama” adına, Sonuç Belgesi’ne karşı Fransa’da o dönemde gösterilen salanıma değinilebilir. Ortak bir tutumu salık veren bir parlamenterin sorusuna verdiği yanıtta, Dışişleri Bakanı, “Helsinki Sonuç Belgesi’nin uygulanmasının denetiminden söz edildiğinde, bu belgenin manevî ve siyasî bir üstlenim değeri bulunduğunu, ama uyulmaması uluslararası hukukun ihlali olarak değerlendirilebilecek bir andlaşma olmadığını akılda tutmak doğru olacaktır. Zaten, durum böyle olsaydı bile, saygıdeğer parlamenterin salık verdiği gibi bir denetim mekanizmasının kurulması, siyasî ve hukuksal sorunların ortaya çıkması tehlikesini doğururdu; AGIK’e katılan ülkelerin küçük bir bölümünün konferansın diğer üyelerinin tutumu için ortak bir mahkeme olarak ortaya çıkması olgusu, bu üyeler bakımından ters tepkiler uyandıracak ve istenen sonuçlan kolaylaştırmaktan çok tehlikeye düşürecek niteliktedir.” diyordu.7 2.

Madrid Konferansı – Đkinci izleme toplantısı da daha iyi koşullarda gerçekleşmedi. 9 Eylül 1980’den başlayarak yapılan bir hazırlık toplantısının ardından, Konferans, 11 Kasım 1980’den 9 Eylül 1983’e kadar, bu yolla sembolik olarak Avrupa uyumuna yeniden kabul edilen Đspanya’nın başkentinde yapıldı. Konferans, hem “Avrupa füzeleri” kriziyle, hem Doğu’nun birçok ülkesinde insan haklarının ihlaliyle, hem de Polonya’da 13 Aralık 1981’de savaş hali ilan edilerek sağlanan bastırmayla kendini gösteren soğuk savaşın geri dönüşünün etkisi altındaydı. Kızılordu’nun 1979′- 15 dan beri Afganistan’a müdahalesi ya da Kore Havayolları’-na ait Boeing’in Sovyet avcı uçakları tarafından 31 Ağustos 1983’te, -konferansın kapanışının arifesinde- düşürülmesi gibi diğer krizler resmî olarak “alandışı” idiyse de, onlar da çalışmaların iklimini ağırlaştırmaktan geri durmadılar. Fransa temsilcisinin Madrid Konferansı’ndaki açış konuşması bu kaygıları yansıtmaktadır: “Gerçekte umut etmek boşunadır ve Avrupa’da yumuşamanın, dünya dengesi için hassas olan bölgelerde gerçekleşen çatışmalardan bağımsız olarak gelişebileceği de hiçbir zaman hayal edilmemiştir. Avrupa, görmezden gelebileceği bir evrendeki bir vaha değildir. Onun bütünleyici bir parçasıdır. Zaten bunun için Sonuç Belgesi’nin imzacıları bağlandıkları ilkelere evrensel değer vermede anlaştılar, istediler ki kendi kendilerine dayattıkları yükümlülükler yalnızca karşılıklı ilişkilerinde değil, başka devletlerle ilişkilerinde de açıkça geçerli olsun. Đşte Afganistan’a müdahalenin ülkelerimizin herbirinde bu denli derinden hissedilmesi bu yüzdendir. Kendi başına da kabul edilemez olan bu müdahale, bir aşamasını toplantımızın oluşturması gereken her türlü girişimi derinden tehdit etmektedir ve eğer çaresi bulunmazsa, yalnızca bir sondan ibaret olabilecektir. Ancak aynı şekilde Avrupa’da olup biten de kaygı doğurmaktadır, insanlar yalnızca bugün adına toplandığımız Helsinki Sonuç Belgesi’ni ileri sürdükleri için izlendiler, işkence gördüler, mahkum edildiler (…) Burada sözkonusu olan, Batı ve Doğu’nun ideolojilerinin karşılıklı değeri üzerine eski ve kısır tartışmayı yeniden açmak değildir. Biraz önce anımsattığım ihlaller, saldırılar, sınırlamalar, ideoloji farklılıklarının ve siyasî sistemlerin dışında yer almaktadır. Bunlar, Helsinki’de üzerinde özgürce ve bilerek anlaştığımız en temel ve en tartışılmaz insan haklarına dokunmaktadır.”8 Olayların bu sürekli baskısı, özellikle Polonya krizinin ardından, konferansı kopma noktasına kadar götürdü: artık kimsenin inanmadığı bir yumuşama döneminden kalma bir ritüeli sürdürmek mi gerekiyordu, yoksa başarısızlığını kabul ederek AGĐK sürecine bir son vermek mi? Bunda, Helsinki üstlenimleriyle gerçekler arasındaki sürekli bir karşılaştırmaya taraftar olanların uslamlamaları ağır bastı. Sonuç Belgesi’nin “geçersizliğini ilan etmek” -hukuksal bir yorum yanlışlığının sözkonusu olmasının ötesinde- Sovyetler Birliği’ni her türlü nirengi noktasından ve her türlü alıkon-inadan kurtarmaktan başka bir anlam taşımayacaktı.

Her-şeye karşın, konferansın, uzun sürelerle askıya alınması pahasına, belli bir ilerlemeyi ortaya koyan bir kapanış belgesiyle sonuçlanması için bağlantı korundu. “Çalışanların özgürce sendika kurma hakkı”na -Polonya bağlamında fazla sembolik de olsa- ve din özgürlüğüne değinildi; Stockholm’de güven ve güvenlik artırıcı önlemlere ilişkin bir konferansın toplanması ve insan hakları ile kişiler arasında temaslar çerçevesinde ele alınan konuları genişleten beş yeni uzmanlar toplantısı yapılması öngörüldü. Varılan bu sonuçta, herkesin bu üstlenimleri kendine göre yorumladığı “ikili dil”in zaferi, ya da aksine, Oscar Wil-de’ın deyişiyle, “ikiyüzlülük, kötülükten erdeme bir sungu” olsa da, önemli bir ilkesel onaylama görmek mümkündür. 3. Viyana Konferansı – Madrid Kapanış Belgesi, 23 Eylül 1986’yı bir dahaki hazırlık toplantısının, 4 Kasım 1986’yı da Viyana’da yapılacak olan üçüncü izleme toplantısının tarihi olarak saptamıştı. Konferans, Kremlin’deki kuşak değişimi sayesinde, yeni bir iklim içinde açıldı. Ekim 1986’da, Reykjavik’teki Reagan-Gorbaçov zirvesi iki büyükler arasındaki diyalogun sakınımh biçimde yeniden başladığını gösteriyordu; öte yandan,Andrey Saharov, Aralık ayında, 1980’den beri gözetim altında tutulduğu Gorki’deki sürgünden ayrı-labildi, bu da Komünist Parti’nin yeni genel sekreterinin ortaya attığı “glasnost” politikasına ilk inandırıcılığını kazandırıyordu. Bununla birlikte, başlangıçtaki saptama, Fransız bakanın, JeanBernard Raymond’un açış konuşmasında vurguladığı gibi, hala suçlayıcıydı: “Đkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından, Dresden ya da Bratislava’da doğmuş olan bir genç, yumuşama olarak adlandırılan bir dönemde, Avrupa’nın “ortak ev”i olarak tanımlanan bir alan içinde, hala bir ülkeden diğerine geçmesinin, haberleşmesi17 16 nin,1 özgürce düşünce alışverişinde bulunmasının mümkün olmadığını nasıl anlayacak ve a fortiori kabul edecektir? Bu durumda Helsinki’nin kazanımlarını meşru olarak sorgula-yamayacak mıdır? Ve gerçekte, 1986’da, hala, Avrupa’nın bazı bölgelerinde, 18. yüzyıl düşünürlerinin şu sözlerinin tamamen uygun düştüğü bir durum vardır: “Söz çoğunlukla bir ayaklanma ve özgünlük bir başkaldırı olarak değerlendirilmektedir.” Böylesine karmaşık bir konuda böylesine uzun dönemden beri çabalayıp duran delege kuşaklarının elde ettiği sonuçlan alaya alanların kuşkuculuğu böylece besleniyor ve bir ölçüde doğrulanıyor. Bununla birlikte, Sonuç Belgesi’nin getirdiklerini oluşturanlardan hiçbiri bugün aşılmış ya da kadük olarak değerlendirilemez…”9 Yine de, konferansın sonunda, 15 Ocak 1989’da kabul edilen kapanış belgesi, sürecin bütünü içinde yeni bir hare- i ket noktası oluşturuyordu. Gorbaçov diplomasisinin adım-| lan arasında, Sovyet bloku, gerçekten de uluslararası sahnede bölünmeye başladı ve AGÎK bünyesinde görüşmelerin ilerlemesini kolaylaştırdı; ama aynı zamanda AGÎK de Macaristan ve daha sonra Polonya ile reform kampının güçlen-i meşine ve Sovyet “ağabey”inin desteğinden yoksun son Sta-linci rejimlerin yalnız bırakılmasına katkıda bulundu. Böylece Romanya, kapanış belgesinin kabulü sırasında, yandaşlarının derhal itiraz ettiği bir yorum bildiriminde bulunarak savunma durumuna geçti. Esasa ilişkin kazanımların, özellikle de din özgürlüğünün yanısıra, Viyana belgesi, son diktatörlükler yavaş yavaş yıkılırken, 1989 yılı boyunca daha çok bir güç sınaması olacak olan çok yoğun bir konferans ve toplantı takvimi de kabul etti. III.

Yeni Bir Avrupa Düzenine Doğru Görünüşte henüz hiçbirşey elde edilememişti, çünkt AGÎK sürecindeki bütün kararlar konsensüsle alınıyordu Dolayısıyla tek bir devlet herhangi bir zamanda bütün diğej katılan devletler arasındaki ortaklığı bozabilirdi. Bununla 18 birlikte, görüşmeler sırasında blok sisteminin ortadan kaybolması, AGÎK’in çalışma yöntemlerim değiştirecekti. Böylece, Viyana Kapanış Belgesi’nin yeni atılımından başlayarak, 1991’deki doğruluk sınamasından önce, 1989’da artçı muharebelerle, daha sonra Paris zirvesinin toplanmasıyla siyasî yarma harekatıyla, çalışmaların aşamalı olarak dengelenmesinden söz edilebilir. 1. Artçı Muharebeler – Viyana Belgesi ile öngörülen ilk uzman toplantıları görünürde önemli herhangi bir sonuç almamadan tamamlandı: Fransız devriminin yüzüncü yılında, Haziran 1989’da Paris’te toplanan AGÎK însani Boyut Konferansı’nm ilk toplantısının sonunda hiçbir metin kabul edilemedi. Konferans boyunca sürekli olarak yalnız bırakılan Romanya her tür konsensüsü engelledi. Başkan Çavu-şesku rejiminin diplomatik “karantina” altına alınmasını hiçbir şey Romanya Dışişleri Bakanının açış konuşmasınm, diğerlerininki kimi zaman coşkulu -Şevardnadze’de olduğu gibi- ya da en azından kibar alkışlarla karşılanırken, kurşun sessizliğiyle karşılanması kadar iyi simgeleyemezdi. Bununla birlikte, Romanya’nın, Viyana’da benimsenen mekanizmayı kabul edilemez bir müdahale olarak reddetmesine ve çeşitli fırsatlarla Batılı devletler ama aynı zamanda Macaristan tarafından da açıkça suçlanmış olmasına karşın, bütün konferans boyunca katılımcı kalması, umutsuz durumdaki bir rejim için bile, AGÎK çerçevesinin sahip olmaya devam ettiği önemi göstermektedir. Sofya’da, Ekim 1989’da düzenlenen çevrenin korunması toplantısı bu yalnız bırakma mantığını sonuna kadar götürecekti: Romanya’nın bir sonuç bildirisi üzerindeki her türlü konsensüsü önleyen engellemesi karşısında, diğer otuz dört katılımcı, toplantının “belge”sini oluşturmasa da, çalışmaların altında yatan güçler dengesini gözler önüne seren ortak bir öneriyi destekleyeceklerdi. Sofya toplantısı iç planda da önemli bir etki doğurdu, çünkü ilk kez, “resmî” olmayan gruplar, özellikle çevreci hareketler, Batılı hükü-metlerdışı örgütlerin sözcülüğüyle, kamuoyu önünde kendilerini gösterebildiler. AGÎK’in bu etkisi, komünist rejimin 19 bünyesindeki iç rekabeti körükledi, denetlenemeyen “gösteriler” nedeniyle gözden düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalan Dışişleri Bakanı Mladenov, 10 Kasım 1989’da Jiv-kov’u düşürerek daha önce davrandı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir