Emmanuel Robles – Norma

Beatrice’le her şey bir kasım günü başladı. Yazgısının insana oynadığı oyunları, onun gizemlerini uzun uzadıya anlatmak için söylemiyorum bunu. Amacım yalnızca bi-raz geriye gidip o sabahki ruh halimi daha iyi açıklamak. Öncelikle şunu söyleyeyim ki sisli ve soğuk Paris sabahlarında çoğu kez dışarı çıkmak, yürümek gelir içimden; Montparnasse Garı’nın arkasına düşen, renkli ve canlı, fakat telâşsız mahallemdeki yaşamı çevremde duyumsamak isterim. Her şey gözüme yeni, durmaksızın yeniden yaratı-lıyormuş gibi görünür ve yaşam bir bakıma sonsuzluk görüntüsü yansıtır. O sabah da deri pantolonumu giymiş, kaşkolümü boynuma sarmış, geceki fırtınadan sonra hâlâ varlığım sürdüren o gri ve ıslak havayı solumak için aşağı inmiştim. Bir bara girdim, aslında hep aynı bara gidiyordum: Bekârlık alışkanlıklarımdan biri. Patron beni tanıyordu, merhaba dedi, bir kahve verip şeker kavanozuyla çörek s e-petini önüme sürdü. O anda, dünya bir topluiğnenin ucunda dengesini bulmuştu ve çevremdekiler, işçiler, komiler benim gibi mutluluğa çok yakınmış izlenimi veriyorlardı. Dışarı çıktığımda, Paris göğünde iri iri bulutlar geçip gidiyordu; yüzeyleri düz olmayan, kaymak tutmuş sütün-ki gibi pürüzlü bulutlar. Kafam uyuşmuştu, gecenin geç saatlerine kadar, Rodolfo Reyes’in, İnka Seramiklerinde Erotizm’ adlı uzun bir yazısının çevirisiyle uğraşmıştım. Bu arada şunu da açıklamalıyım: Otuzunu geçmiştim ve yaşamımda bir yara açacak o olayın meydana gelmesinden önce özgür, tutkulardan ve pişmanlıklardan oldukça uzak bir yaşamım vardı. Sabah saatlerine özgü bu uğultu, bu gürültü bana yabancı değildir, hatta onlara o kadar aşi-nayımdır ki, uyandığımda kente bir veba sessizliğinin çöktüğünü fark edersem, o günün bir pazar olduğunu hemen anlarım. Gezintimi, hesabımın bulunduğu banka şubesinin açıldığı saate kadar uzattım. Hesabımdaki para miktarı düzensizlikler gösterdiği için, bir gün önce, özel bir dershanede verdiğim İspanyolca dersleri karşılığında aldığım çeki yatırmak istiyordum.


Bankada, genç ve taze bir hanım memura yanaşarak gerekli işlemi yaptırtıp çeki uzattım. Bir yerlerden bir daktilo makinesinin tıkırtısı geliyordu. Caddeye bakan iki büyük boşluğun ince tüllerle örtülü olduğu bu dekoru çok net ve açık olarak biliyordum. Bankadaki işlem çabuk bitince, evde beni bekleyen Unesco çevirisinin başına dönmek için acele ettim. Gişede sıramı, koyu renk manto giymiş, başında tüylü, kenarsız bir şapka olan bir kadına verdim. Tavırlarında tuhaf bir alçakgönüllülük ve kendini beğenmişlik karışımı olan genç bir tazeydi. Biraz geri çekilmiştim, ama yine de iki adım ötede durmuş, giysilerinin altındaki bedenini düşünüyordum. Hafifçe açılmış mantosunun altından göründüğü kadarıyla amazon gibi kalçaları olmalıydı, giysisinin altında istek uyandıran kıvrımları belli oluyordu. Eldivenini çıkardığında, ince ve güzel elini gördüm. Böylece, bende uyandırdığı uygunsuz isteğe karşı ko-yamayarak onu incelemeye başladım; bunun o da farkındaydı, ama bana bakmaya cesaret edemiyordu, bundan emindim. Kasadaki genç kız, paraları profesyonel bir alışkanlıkla sayıp ona uzattı. Yabancı kadın para tomarını çabuk bir hareketle alıp beni unutarak ya da unutmuş görünerek arkasını döndü. Sonra, mesafeli tavrını hiç bozmadan, paralan koymak için bej rengi güzel deri çantasını açtı. Kenarsız şapkasından taşan siyah saçları ensesine düşüyor, mat teniyle, koyu renk gözleriyle güzel bir uyum sağlıyordu. İçimde uyanan hayranlık ve istekle büyülenmiş gi- bi kaldığım birkaç saniye içinde, bankadan onunla aynı anda çıkmaya, böylelikle onu izleme fırsatını yakalamaya karar verdim; kimbilir, belki de yanaşıp konuşurdum onunla! İşte tam o anda, anlayamadığım bir nedenle birden yüzünün bütün kanı çekildi, kireç gibi oldu; ağzı bir kanş açıldı, gözlerini korku bürüdü.

Mezar sessizliğine gömülen bankanın içinde bir erkek sesi, kaba, sabırsız, pek de tehditkâr olmayan bir ses yükseldi: “Herkes duvara yapışsın!” Üç adam girişi tutmuştu; yüzlerine geçirdikleri çoraplar burunlarını ezmiş, saçlarını bastırarak kafalarının yuvarlaklığını ortaya çıkarmıştı; ellerinde, memurlara ve bankanın önündeki birkaç sabah müşterisine doğrulttuklan tabancalar olmasaydı, bu halleriyle oradakileri korkutacakları yerde, herkesi kendilerine güldürebilirlerdi. Şaşkınlığımdan, orta yerde çakılmış gibi duruyor, söylenen şeyi yapmak aklıma gelmiyordu ki baskını yapanlardan biri, üzerinde benimki gibi denizci mavisi kazak olan bir adam bana: “Hey, sen, acele et, anladın mı?” diye bağırdı. Sırtıma öyle bir vurdu ki olduğum yerde döndüm, sonra hep aynı eliyle—öteki elindeki silâhı enseme dayamıştı— yanımda şaşkm duran güzel yabancının hâlâ elinde tuttuğu paraları kaptı. Arkamda, öteki iki adamın hareket ettiklerini, insanları itip kaktıklarını, alçak sesle, kısa ifadeler kullanarak anlamadığım bir-şeyler, belki anahtarlan, belki de kasayı açmalannı istediklerini duydum. Herkes hiç beklenmeyen bir sakinlik içindeydi; sağımda duran ve köpek yavrusu gibi kesik kesik uluyan yaşlı bir adamın dışında. Solumdaki genç kadının da yüzü duvara dönüktü, dokunacak kadar yakındı bana, dudaklan, duyduğu büyük heyecanı belirten ve hâkim olamadığı bir tikle oynayıp duruyordu. Cesaret verecek bir söz fısıldadım. Mavi kazaklı adam beni duydu—kulak-lan çok keskindi ya da duyduğu heyecan yüzünden keskin hale gelmişti— ve çenemi kapamamı buyurdu. Bankanın içinde çıt çıkmıyor, buna karşın dışannın gürültüsü içeri geliyordu, buysa, yaşadığımız olaya o kadar olağandışı, denetim dışı, yapay bir hava veriyordu ki gülünç, bütünüyle saçma, ama tehlikeli bir oyunun kurbanları olduğumuz düşünülebilirdi. Dışarıda herhangi bir şey olup da bizim ‘kukuletalıların tepesi atarsa, durum bayağı tehlikeli olabilirdi. Dışarıdan gelip geçenlerin hiçbir şeyden kuşkulanmadan, kayıtsız adımlarla yürüdükleri duyuluyordu. Hareketli gölgeleri, tül perdelerden içeri, bankanın taş döşemeleri üstüne çok yakın fakat ulaşılması olanaksız bir dünyaya ait hayaletler olarak düşüyordu. Birden kaba bir ses, kısa, kırbaç gibi saklayan bir uyarma duyuldu. İçimizden biri kıpırdanmıştı kuşkusuz. Soygunu yapmak için önceden çok iyi hazırlanmış da olsalar, akıp giden dakikalar gibi, bütünüyle hareketsiz kalmamız da bizim gangsterler için büyük önem taşıyordu.

Zorlukla soluk aldığını duyduğum genç kadına acıyordum. En küçük hareket bile yapmamız yasak olduğu halde, duvara dayadığı elini elimin içine aldım, sıktım; elini çekmedi, arkamızdaki silâhlı adam da bir tepki göstermedi. Bu hareketimle belki de onun, sinirlerine hâkim olamayarak bir hareket yapmasını önlemiş oluyordum. Bilemiyorum, fakat biraz sonra, allak bullak olmuş yüzünü yavaşça bana döndürdü, ona gülümsemeye zorladım kendimi. Bir an sonra bir alarm zili çalmaya başladı, çılgınca giden bir lokomotifin düdüğünü andırıyor, kulak zarlarını tırmalıyor, sinir bozuyordu; ardından aceleyle kaçan ayak sesleri duyduk. Dışarıda bir motor çalışmıştı. Adamlardan biri de herhalde dışarıda, bankanın önünde, içerdekileri kaçırmak için hazır bekliyordu. Hiçbirimiz en küçük bir hareket yapmıyorduk hâlâ. Saflıktan mı, yoksa geri gelirler, diye korkumuzdan mı bilemiyorum. Memurlardan biri bağırdı: “Bitti!” Hepimiz yine de şaşkınlık içinde, olduğumuz gibi kalmayı sürdürüyorduk. Her şey o kadar çabuk, o kadar kısa sürede olup bitmişti ki birbirimize inanmaz gözlerle bakıyorduk. Yaşlı adam ellerini dua eder gibi yukarı kaldırdı; ne uzun kolları vardı! Ben, genç kadını yumuşak bir hareketle kendime çekmek için fırsattan yararlanmıştım. Bir tür bitkinlik içinde karşı koymamış, omzuma dayanmıştı. Saçları yanağıma değiyor, tatlı bir kendini bırakmışlık içinde olduğunu duyum-suyordum ki birden gösterdiği bu zayıflıktan utanarak kendini çekti ve doğal bir hareketle elimi aldı ve ne kadar hızlı çarptığını göstermek için kalbinin üstüne koydu. Hâlâ küt küt atan o kalbi, memesinin yuvarlaklığının hemen altında, avucumun içinde duyumsamak beni heyecanlandırdı.

Polis arabalarının sirenleri duyulmaya başlamıştı bile. Bir anda büyük bir gürültü patırtı içinde bankanın içini üniformalı polislerle polis müfettişleri doldurdu, öyle bir hareket yarattılar ki herkes artık kurtulduğunu anladı. Memurlardan biri sevinçle: “Hiçbir şey götüremediler,” dedi. “Amatör bunlar,” diye karşılık verdi bir başka ses. Kimliklerimizi sordular. Genç kadınla hâlâ yan yana duruyorduk, kimliğini ilk o uzattı. Polis müfettişinin sırtında, düğmeleri açık, geniş bir yağmurluk vardı. Tombul bir adamdı, keskin gözleriyle bizi süzüyordu. Yanımdaki kadın, sorduğu bir iki soruyu yanıtladı. Adını duydum: Beatrice Lecuyer ya da Leveille ya da ona benzer bir şey. Heyecanı hâlâ sürdüğünden, sesi kısık kısık çıkıyordu. Çaldırdığı paranın miktarını ve nasıl çaldırdığını anlattı. Sesini sevdim, sakinleştikçe daha berrak bir tını kazanıyordu. Benim sıram geldiğinde, o sahneden aklımda tuttuklarımı anlattım. Edindiği alışkanlıkla polis müfettişi iyi düşünmemi, soruşturma için kendisine yararı olacak bazı ayrıntıları anımsamamı istedi; bana bakmıyor, ilgisini daha fazla çekecek bir yüz arıyordu.

Sonunda, beni tekrar arayacağını, adının Pivert1 olduğunu, evet, bir kuş adı, hatırda kalmasının kolay olduğunu söyledi. Fakat o tatlı ad, adamın lapacı bedenine pek uymuyordu. Aslında, oradan çık1. Pivert: Yeşilağaçkakan kuşu. (Çev.) mak, Beatrice’le yalnız kalmak için acele ediyordum. Ayrıca gazeteciler ve fotoğrafçılar boy göstermeye başlamışlardı ve günlük bir olay yüzünden, üstelik dramatik olmaktan çok, gülünç bir olay yüzünden gazetelere geçmek hiç de hoşuma gitmezdi doğrusu. Dışarıda toplanmış olan meraklılar, bizi süzerek yol açtılar. İçlerinden birinin: “Hayır, ölü yok,” dediğini ve bunu sanki üzülmüş gibi söylediğini duydum. Ölü yoktu, kan akmamıştı, dolayısıyla da başımıza gelen bu olayın, basit kafalarda eşsiz ve karanlık bir korkuya yol açan büyük tragedyaların uyandırdığı etkiyi uyandırmaması doğaldı. Beatrice’e, yakındaki bir birahanede biraz nefes almayı önerdim—nedenini Tanrı bilir, kullandığım deyim buydu—ve ne mutlu ki bu önerimi bir baş işaretiyle, bana bakmadan kabul etti; bir eliyle mantosunun yakasını bastırıyordu; bunu, önünü kapatmaktan çok, hâlâ boğazında takılı duran heyecanını bastırmak için yapıyordu sanırım. Bu zarif eşliğin bende, paylaşılmış bir dertten sonra biraz hoş, tatlı bir duygu uyandırdığını da itiraf etmeliyim. Yanımda sessizce yürürken ben de adımlarımı, giydiği dar etek yüzünden fazla açamadığı adımlarına uydurmaya çalışıyordum. Sabahın tazeliğindeyüzüne renk geliyordu; incelikle ağırbaşlılığın birbirine karıştığı bu yüz sevimliliğini, ona bir ölçüde egzotik görünüş kazandıran güzel dudaklardan ve hafif koyu kirpiklerden alıyordu. O saatte, birahanenin büyük salonu neredeyse boştu ki bu hoşuma gitti.

Salonun dibindeki bir masayı seçip banklara karşılıklı oturduktan sonra, kendimi beğendirme isteğim uyandı ve tatlı, neredeyse onu sırdaş kabul eden bir ses tonuyla kendimi tanıtıp aramızda duygusal bir ortaklığın kurulması için elimden geleni yaptım. O da bana duygusallıktan uzak bir tonla, adının Beatrice Lecuyer olduğunu söyledikten sonra, gülümsemeden, adını hiç sevmediğini ekledi. Ona Dante’den söz edecektim ki, bu küçük züppeliğin gereksiz olduğunu düşünerek kendimi tuttum. Garsona bir kahve ısmarladı, ben de kendime bir madensuyu söyledim. Gariptir, bankada olup bitenler içimi kurutmuş-. tu, boğazım susuzluktan yanıyordu, çölün ortasında kaybolmuş bir kervancıdan farkım yoktu. Başlangıçta konuşmamızda bir kesiklik, tutukluk, sahte bir ilgisizlik vardı, ama bana göre, dakikalar ilerledikçe merakımız karşılıklı uyanıyordu. Parmağında yüzük yoktu ki; bu pek de bir şey ifade etmiyordu. Evet, onun bir kocaya ya da bir âşığa bağlı olabileceği düşüncesi, damarlarımdaki yarı İspanyol kanını kaynatmaya başlıyordu. Bu arada, konuşmalarımıza hâkim olan sıradanlık, her ikimizin de henüz maskesini çıkarmadığının bir kanıtıydı. İyi, ama ona yaşamımı, onun çelişkilerini, tutarsızlıklarını, yarım kalmışlıklarını anlatmayı gerçekten istiyor muydum? Onun gözünde bir değeri olabilecek bir şey yoktu anlatabileceğim. Ama onu konuşmaya yüreklendirmek için—benimle konuşmasını istiyordum—İspanyol dili üstüne lisans yaptığımı, özel bir dershanede İspanyolca dersleri verdiğimi ve Unesco için çeviriler de yaptığımı kısaca anlattım. Rodolfo Reyes’le çalıştığımdan hiç söz etmedim. Anlatması uzun sürerdi. Nasıl olsa böylesi itiraflar onun bana hayran olmasını sağlamayacaktı.

Zaten Beatrice de bu anlattıklarıma bir tepki göstermedi. O da kendi hesabına, biraz tekdüze, biraz sıkkın bir ses tonuyla—ki bu, onun da kendisiyle ilgili fazla bir şey açıklamaya niyetli olmadığını, bunu bir saygı kuralına biraz da gönülsüzce uymak için yaptığını sezdiriyordu—yaşlı bir adamın sekreteri olarak çalıştığını, bu adamın eski bir levazım subayı olduğunu, vaktiyle ateşli bir direnişçi olduğundan bir toplama kampına atıldığını, oradan, bir Sovyet birliğinin saldırısı sayesinde son anda perişan bir durumda kurtulduğunu, öyle ki onu ölü sandıklarını anlattı. Oradan kurtulmuştu, ama bundan böyle de bir tekerlekli iskemleye çakılıp kalmıştı; şimdiyse, birçok belgeden ve kendi tuttuğu notlardan yararlanarak anılarını yazmakla uğraşıyordu. O güne kadar üç kalın cilt yazılmıştı. Bunları kim basacaktı? Bu konuya şimdilik kafasını takmıyordu ve ölmeden önce her şeyi söylemek, her şeyi saptamak için olanca gücüyle çalışıyordu. Beatrice Lecuyer’e göre, yaşadığı o korkunç deneyimden bir iz bırakabilmek, henüz alt edilememiş ve görünüşe göre, mikroplarını dünyaya yeniden saçabilecek bir kötülüğü gözler önüne serebilmek için, sona ermekte olan yaşamının sayılı günlerinde girişmiş olduğu bu savaşım çok heyecan vericiydi. Yaptığı araştırmalar, düzeltmeler ve temize çekmeler karşılığında aldığı aylığın oldukça düşük olduğunu da sözlerine ekledi. Özellikle Alman belgelerini didiklemesi gerektiğinde—evet, Almanca biliyordu—örneğin arşivleri, gazeteleri taraması gerektiğinde işini daha zevkle yapıyordu. Ve o konuşurken, işi küstahlığa vardırmadan, ama istekle inceliyordum onu. Oldukça çıkık ve yuvarlak olan elmacık kemiklerine doğru gerilmiş, ince gözenekli bir cilde sahip bu genç yüzdeki dolgun ağız, o ağza düş kırıklığına uğramış havası veren kıvrım ve koyu renk iri gözler beni oldukça çekiyordu; o gözler kimi zaman istekli, kimi zaman hülyalı, garip bir kişiliği gizliyordu sanki. Bir süre sonra, fazla gelen mantosunu çıkarmak istedi—salon sıcaktı—ona yardım ederken, kazağının içinde bedeninin benim zevkime göre biraz zayıf olduğunu fark ettim; boynu bir çocuğunki kadar kısaydı, bu beni belli belirsiz düş kırıklığına uğrattı. Benden daha uzun süre konuşmuş olmasından, bana alışmaya ve farklı bir güven duymaya başladığını düşünüyordum. Zeki olmaktan çok, güçlü önseziye sahip, değişken yapılı, belki de hüzünlü bir insan olduğunu düşünüyordum. Yine de, çok iyi gizlenmiş de olsa, bir düşüncenin arkasında ne olabileceğini sezecek kadar zeki görünüyordu bana. Bankada başımızdan geçen o tatsız olaydan söz açmak için fırsat kolladığımdan korkar gibi bir hali vardı, gerçekten de, eğer isterse, çaldırdığı para konusunda onun için tanıklık yapabileceğimi söyledim.

Zarara uğrayanlara sigorta şirketleri ya da banka ödeme yapacaktı, bu kesindi; zaten müfettiş Pivert de, soyguncu tarafından el konulan paramn miktarını not almıştı, bu miktar ayrıca kasadan da kontrol edilebilirdi. Yanında yeteri kadar para yoksa, ona yardım edebilirdim. Açıkça söylemek gerekirse, bu cömertçe davranışımın kesin bir amacı vardı: Onu yakında yeniden görebilmek için aramızda bir bağ kurmak. Kabul etmedi, gülümseyerek teşekkür etti, ama bana öyle geldi ki bu davranışım onun gizli bir yerine dokunmuş, biraz da üzmüştü. Kafamın içinden geçirdiğim şeyi sezinlemiş iniydi? Ya da ben bu davranış hakkındaki yorumumu çok mu zorluyordum? Oysa o, hiç ara vermeden, beni şaşırtan şu sözlerle konuşmasını sürdürdü: s — Sizi gördüm, korkmadınız hiç. — Düş gücünden yoksunumdur ben. Üstelik, hepsi amatördü. — Ellerinde gerçek silâhlar olan amatörler. Ve o amatörler her an soğukkanlılıklarını kaybedebilirlerdi. Demek ki benim yaşamımın, soyguncuların kafalarındaki oldukça basit bir mekanizmanın harekete geçmesine bağlı olduğunu düşünmüştü; en olmadık bir şey bu mekanizmayı harekete geçirebilirdi! Aynı zamanda, yüzü çoraplı adam silâhını enseme doğrulttuğunda kapıldığı dehşeti de itiraf etti. Bu hoşuma gitti. Mutluydum, evet, benim için korkmuş olmasından mutluydum ve o hava içinde, bir akşam birlikte yemek yemeyi önerdim ona. Hiç duraksamadan kabul etti. Buluşma tarihini hemen saptadım; bir sonraki cuma günü yakındaki bir lokantada buluşacaktık. “Tamam,” dedi ve kalkarken başındaki şapkayı düzeltip cesurca yana eğdi.

Mantosunu giymesine yardım ettim, çünkü birden, sanki birileri onu bekliyormuş gibi telâşa kapılmıştı. Dışarıda, aceleyle elimi sıkıp yeniden teşekkür ederek ayrıldı. İçim biraz buruk, caddeyi tırmanışını, bir metro istasyonunun ağzında kayboluşunu izledim, sanki bir daha görünmemek üzere yerin altında kaybolduğu duygusuna kapıldım. Garip davranmıştım! Onunla istasyona kadar—en fazla yirmi metre uzaktaydı— gitmediğime pişman olmuştum ve kendi kendime, iki gün sonra buluşmaya gerçekten gelip gelmeyeceğini soruyordum. Akşama doğru Rodolfo Reyes’i bulmaya gittim. Neu-illy’de büyük bir dairede kalıyor; dairenin sahipleri, kış mevsimi Cöte d’Azur’de, Menton yakınında geçiren varlıklı bir çift. Hatta hizmetinin görülmesi için ona hizmetçilerini, dairenin arkasındaki eklenti bölümlerinde kalan Vuil-lard’lan bırakmışlar. Reyes’i yaklaşık bir yıl önce, sürgünde yaşayan bir grup insanın Paris’te yaptığı bir toplantı dolayısıyla tanıdım. Bugün için bildiğim, onun Arjantin’deki askeri düzenin etkin bir .karşıtı olduğu ve son aylarda Buenos Aires’te siyasal polis tarafından arandığı için yeraltı yaşamı sürdürmek zorunda kalmış olması. Bir sürü uğraş içinde olan bu adamın gerçek kimliğini kimse merak etmiyordu; tabii sahte belgeler taşıyordu, yüzünü makyajla değiştirmiş, bıyıklarını kesmiş ve saçlarını boyamıştı. Ayrıca zorunlu olarak füme gözlük takıyordu. Gerçekten de gözlerinde ciddi bir rahatsızlık olduğundan, acil müdahale gerektiği için bir göz kliniğine yatmaya hazırlanıyordu. O işi savsaklayacak olursa gözlerini kaybetme tehlikesi vardı. Üzerinde pratisyen hekimin yazdığı bir notu bulmuşlardı.

Söz-konusu hekim durumu doğrulamıştı. Güvenlik servisinde görevli, kara subayı Yüzbaşı Bartolomeo Sarocchi, onu sorguya çektikten sonra serbest bıraktı. Geçici bir özgürlüktü bu; Yüzbaşı durumdan kuşkulanmıştı, bu kesindi. Dostlan Reyes’e Paris’e kalkan bir uçakta bilet bularak havaalanına götürdüler, buraya gelir gelmez de tedavisine başlandı. Hizmetçilerden öğrendiğime göre, daire sahipleri Re^ yes’i ve karısı Norma’yı, Güney Amerika’ya yaptıkları bir yolculuk sırasında tanımışlardı. Başka bir bilgi yoktu. Özellikle de Reyes’in bana hiç sözünü etmediği Norma hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Bu arada onunla ilgili bir anıştırma yaptığını anımsıyorum. Dostlarının tanıdığı bir ressamın evindeki bir akşam toplantısından söz ederken, Norma’yı daha öğrenciyken tanımış olduğunu ağzından kaçırmıştı. Ben de bu güvenden yararlanarak sormuştum: — Onu Buenos Aires’te mi bıraktın? -Öyle. Bu yanıttaki kuru ton, hiç kuşku yok, bu kısa itirafı ağzından kaçırdığına pişman’olduğunu gösteriyordu. Daha fazla üstelemeye olanak yoktu. Reyes’i çok iyi tanıyordum ve hoşuna gitmeyen bir durum karşısında sert tepki verebileceğini, hatta işi hakarete kadar vardırabileceğini biliyordum. Ne var ki o andan başlayarak ve daha sonraki günlerde Norma aklıma takıldı kaldı. Reyes gibi bir adamı baştan çıkaran bu kadın nasıl biriydi? Dış görünüşü nasıldı? Karakterini nasıl öğrenebilirdim? Davranış biçimini kafamda nasıl canlandırabilirdim? Ahlakı nasıldı? Sevgisini nasıl gösteriyordu? Son olarak da, kocasına sürgünde neden eşlik etmemişti? Aslında, hiç tanımadığım bu kadının giderek varlığını bana karmaşık bir çekicilikle—ki bunda merak ve düş gücü belirli bir süreklilikle, belirli bir tembellikle işe karışıyordu—kabul ettirmesinin nedenlerini açık seçik söyleyemem.

Reyes beni her zamanki gibi içtenlikle karşılayarak büyük salona aldı; uzun tüylü halılarla kaplı bu salonda derin koltuklar, içinde çanak çömlek, yeşimtaşından, doğal camdan yapılmış eşyalar, Peru’dan, Meksika’dan, Guatemala’dan gelme, pişmiş topraktan yapılmış küçük fi gürler bulunan vitrinler vardı ki, bunlar Reyes’le evsahipleri arasındaki dostluğu kısmen açıklıyordu sanırım. Reyes, gerçekten, Amerika yerlilerinin uygarlıkları konusunda uzman sayılırdı, ama gerçek ya da sahte bir alçakgönüllülükle kendini uzmandan saymıyordu. ‘ Geniş, sert, çok beyaz tenli; kaşlarının üstüne dimdik inen bir alnı var. Bütün zekâsı yüzünün üst bölümüne toplanmış; koyu renk gözlüklerinin oluşturduğu çizginin al tında kalan bölümde, iki derin çizginin arasında kalan çok hareketli ağzı alay, küçümseme, kuşkuculuk ve zaman za man, dudaklarının ucunu titreten, zor zaptettiği bir sinirli lik ifade ediyor. Uzun boylu ve zayıf, ama herhalde gençli ğinde oldukça yakışıklıydı; kendine özgü incelik, soyluluk, cömertlik ve yüreklilik karışımıyla kadınları kendine çeki yordu. Genelde, havasında belirli bir inceliği yansıtmak is teyenlere özgü, özenle seçilmiş giysiler giyer. Kırkını he nüz geçmiş olmasına karşın, arkaya yatırarak taradığı saç ları seyrelmeye, şakaklarına ak düşmeye başlamış. Özellik le, tombul olmayan, sinekkaydı tıraşlı yanakları, kemikli burnu, hareket halinde olmadığı zamanlarda, gözlerinin görünmemesi yüzünden yüzünün aldığı sert ifadeyi daha dasertleştiriyor. Gülümsediğinde, yüzünün çizgileri sertli ğini kaybediyor ve ifadesi, konuştuğu kimseye onu yaklaş tıran, mesafeyi yok eden bir delikanlı sevimliliğini kazanı yor. Sevimli görünmeye çalıştığı için değil, çünkü edepsiz, sert, kinci yanını da her an gösterebilir; bu değişkenlikleri ne karşın onun yanında kendimi hiç rahatsız hissetmiyo rum; en öfkeli olduğu anlarda bile. Kimi zaman Herkül gi bi, bir vuruşta bütün başlanm bedeninden ayıracağı, alev püskürten bir kara ya da deniz ejderhası yakalamak için pusuda bekliyormuş gibi davranıyor. Onu kör etme riski oldukça fazla olan bu krizlerin nedenlerini anlıyorum. Ço16 ğu zaman, sanki zayıf boynunu çevirmekte güçlük çekiyormuş gibi, başını hep aynı yönde tutmayı ısrarla sürdürüyor. Siyah ve yansıtıcı gözlükleri, kimsenin anlamadığı derin bir düşünceye dalarak olduğu yerde çakılıp kalmış dev bir böceğin gözlerini andınyor. Paris’te daha uzun süre kalacak; ülkesine döndüğünde kendisini bekleyen tehlikeden korktuğu için değil, Parisli göz doktoruna belirli aralıklarla bir süre daha gözükmek zorunda olduğu için.

Gözlerine dikkat etmesi gerektiğinden, bazı mektuplar dışında, bir şey okumuyor. Elindeki arşivleri Buenos Aires’ten gönderdiler, bunlann arasında, Amerika’nın yerli halkla-nnın sanatıyla ve inanışlanyla ilgili bir sürü belge var. Benim onun yanındaki görevim, metinleri okuyup çözmek; bu metinlerin çoğu kendi eliyle tuttuğu notlar. Söyleyeceklerini teybe okuyor, bantlan bana veriyor. Bunlan eve getirip ya doğrudan yazıyor ya da aldığım talimata göre çeviriyorum. Yalnızlığa pek dayanamadığını, fazlasıyla klasik müzik dinlediğini, geceleri karanlık bastırmış olduğu için gözlüklerini çıkarabildiğinden, herkesin birbiriyle iç içe olduğu, hatta karanlık işlerin döndüğü ışıksız barlarda kadın aradığını biliyorum. O kadınları dairesine getirdiğini de biliyorum; ama bunu hafta sonlarında, hizmetçiler izinli gittiklerinde yapıyor. Bana Carlos, diyor (adımın İspanyolca karşılığı). Bir koltuğa dimdik oturuyor, dumanıyla beni boğan sigarillolar içiyor (ben sigara içmem) ve kendisine okuduklarımı büyük bir dikkatle dinliyor. Gözlüklerinin siyah camları, sehpanın ve vitrinin üstünde duran abajurların ışığını yansıtıyor; gündüzleri bile perdeler kapalı oturuyor, pencereleri de açmıyor. Yaşlı, becerikli ve sessiz bir hizmetçi olan Madam Vu-illard, eve girip çıkmaya başladığımdan beri âdet haline geldiği üzere, koyu renk giysisi ve beyaz önlüğüyle bize kahve servisini yapıyor. Reyes onunla Fransızca konuşuyor. Fransızcayı oldukça iyi konuşuyor, ama o kadar iyi yazamıyor. Telefonda—çok telefon ediyor—Germanik kökenNorma 17/2 li, ağzımızda yuvarlamadan söylediğimiz rlerle «’lan doğru telâffuz etmek için çok dikkat ediyor. Arjantin’deki siyasal etkinlikleri, General Videla’nm diktatörlüğü sırasında Buenos Aires Üniversitesinden atılmasına neden olmuş.

Onunki gibi büyük bir ulusun, dar kafalı ve yozlaşmış askerlerin çizmeleri altında ezilmesine gönlünün razı olmadığını ve bu yüzden başkaldırdığını söylüyor. Bir gün bana Saint-Just’un, Ren ordularının denetiminden döndükten sonra Konvansiyon Meclisine yerdiği bir raporda yazdıklarını anımsattı: “O generallerin hepsi yeteneksiz ve üçkâğıtçı.” Yan görmez durumda olması ve bu durumun onun üstünde yarattığı bunalımın, askerlerin ülkesinin yönetimine el koymuş olmalarını eleştirmeye giriştiğinde, ateşliliğinden hiçbir şey eksiltmemiş olduğu görülüyor; bu eleştiriler bazan acı bir alaycılığa da dönüşüyor. Karşılığında bilgisizlik ve ilgisizlik de görmüş olsa, Fransa’ya hayran. Fransızların gözünde Arjantin’in yalnızca tango ve futbol ülkesi olduğunu söylüyor. Adam kaçırmalar, keyfi tutuklamalar, ortadan kaybolan insanlar: Bunlar bizim ülkemize özgü basit folklor olayları, Jiva-ros’ların kelle kesmeleri gibi. Başkanlık Sarayı önünde, Plaza de Mayo’da1 beyazlara bürünmüş kadınların ellerinde pankartlarla oğullarının, babalarının, kocalarının hesabını sorduklarından arasıra söz edildiği oluyor, bu doğru. “Mayıs çılgınları.” Pitoresk! Ve gülüyor, kısa bir gülüş; bu gülüşü, dudaklarının tuhaf biçimde bükülmesiyle tamamlanıyor. Bugünkü Kolombiya ve Peru topraklan üstünde İ.Ö. yaklaşık altıncı ve üçüncü yüzyıllar arasında yaşamış İnka öncesi kültürlere ait seramikler üstüne yazdığı metnin çevirisini okuyorum ona. Bu yazıyı, Paris’te yayınlanan bir tarih dergisi için hazırlamış. Ele alınan küçük figürler ya 1. Plaza de Mayo: Mayıs Alanı.

(Çev.) da çömlekler, birbirlerine erotik biçimde sanlmış çiftleri büyük bir gerçeklikle gösteriyor. Bu doğallığı Reyes, 16. yüzyıldan başlayarak Avrupa yazınını bütünüyle sarmış olan ve giderek gerileyen, günümüzde de ifadesini ‘pembe dizi’ adı verilen bayağılıkta bulan, aşkın kutsallaştırmasının karşısına koymaktan keyifleniyor. —Carlos, insanlar artık aşk yüzünden yaşamlarını yi-tirmiyor ve bu gülünçlük, gün gelip oltadan kalkacak, tıpkı dinozorların ortadan kalktığı gibi. Ve bana Mohica çanak çömleklerinin üstündeki resimleri gösterdi; bunlarda, yazısını resimlendirmek için kullanacağı bazı sahneler canlandınlıyordu; bu sahnelerde, erkeğin cinsel organını öpen kadınlar, otuzbir çeken erkekler ve daha başka durumlar görülüyordu. Yine bu resimlerden birinde, güçlü bir erkeğin üstüne ata biner gibi çömelmiş bir kadın görülüyordu, erkeğin başı bacaklarının arasındaydı, kadının gözleriyse, çok 2evk aldığını gösteren bir ifadeyle iri iri açılmıştı. Ayrılacağımız sırada Reyes bana, aynı derg

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir