Emre Kongar – Kizlarima Mektuplar

Sevgili kızlarım, Bir yıl önce Ebru’yu yolcu etmiştik. Biraz önce Elif de gitti. Aynen bir yıl önce Ebru’nun gittiği gibi. Yine annenizle birlikte. Anneniz onu, orada tutacakları eve yerleştirdikten sonra, geri dönecek. Aynen Ebru’yla gittiğinde olduğu gibi. İkiz babası olmanın garip cilveleri bunlar: Kimi olayları aynen, iki kez yaşıyorsunuz. Gökyüzünün de gözleri yaşlı. Aynen Ebru’nun gittiği gün olduğu gibi. Ben eve geldim ve Ebru gittiği gün yazmaya karar verdiğim mektupları, artık yazmaya başladım: Sizlerle birlikte geçirdiğim yirmi küsur yılı ve belki de bu arada tüm yaşamımı irdeleyen, kendimi sorgulayan ve vardığım sonuçları sizlerle de paylaşacak olduğum mektupları. Bu ilk mektup. *** Cici kızlarım, Yaşam ne garip. Bir baba için, en büyük mutluluk kaynağı, aynı zamanda çok büyük bir hüzün nedeni de olabiliyor: Her ikiniz de başarılı birer üniversite eğitimi yaptınız. Ebru Amerika’dan, Elif de buradan birer doktora bursu kazandı. Ama yine de bir toplumbilimci ve az çok yaşam deneyimi olan bir yazar olarak biliyorum ki, zaman, insanı da, insanın duygu ve düşüncelerini de değiştirir.


Bakalım siz zaman içinde nasıl bir değişme süreci yaşayacaksınız? Bu duygu ve düşünceleriniz oralarda pekişecek mi, ülkenize hizmet etme ideali artarak sürecek mi, yoksa zamanla bireysel rahatlık ve konfor öne çıkarak, daha üst bir teknolojik düzeydeki yaşama katılmak için oralarda kalmayı mı düşüneceksiniz? Hiç kuşkusuz, bu sorunun yanıtını ancak zaman verecek. *** Sevgili kızlarım, İnsan, çocuklarının yaşadığı veya yaşayabileceği sorunları gördükçe, ister istemez kendi yaşamındaki benzer sorunları ve onlarla nasıl başa çıkmaya çalıştığını anımsıyor. Ben de Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdikten sonra aldığım Birleşmiş Milletler bursuyla Amerika’ya giderken, aynı sorunlar kafamı meşgul ediyordu. Ama ben sizden daha şanslıydım, çünkü biz annenizle evlenip yola çıkmıştık. Bu nedenle oralarda gerçek anlamda hiç yalnız kalmadım. Bu arada oralarda yerleşmiş ve çok başarılı olan Türklerle tanışmış ve ülkeye dönmedikleri, birikimlerinden kendi halkını yararlandırmadıkları için onları eleştirmiştim. Şimdi bu konuda o denli katı değilim. Tam tersine, bazı alanlarda çok başarılı olan Türklerin dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar insanlığa hizmet ettiklerini, hatta, oralarda ülkelerini iyi ve güzel temsil ettikleri için, bir anlamda vatana da çok yararlı olduklarını düşünüyorum. Ama ben döndüm. Anneniz ve ben orada geçirdiğimiz her günü, her saati, vatan özlemiyle yaşamış ve bir an önce eğitimimizi tamamlayıp ülkemize dönme ateşiyle yanmıştık. Siz benim yaşamöykümü zaten genel çizgileriyle biliyorsunuz. Bu nedenle bir kez daha anlatıp başınızı ağrıtmak istemem. Ama ülkeye döndükten sonra, her zaman işlerimin iyi gitmediğini anımsarsınız size anlattıklarımdan. Zaten 12 Eylül darbesinden sonra askeri yönetimi protesto etmek için Hacettepe Üniversitesi’nden istifamı, çok sevdiğim öğretim üyeliğinden ve öğrencilerimden ayrılışımı, doğduğum kent olan İstanbul’a geri döndükten sonra yaşadığım zorlukları, birlikte geçirdiğimiz günlerde bir ölçüde paylaştınız. Bunları, kendime acımak ya da kendimi sizlere acındırmak için değil, insanın ne kadar istese de ülkesine hizmet etmesinin hiç kolay bir iş olmadığını belirtmek için yazıyorum.

Doktoralarınızı bitirip ülkenize döndüğünüzde kimse size, Hoş geldiniz, buyrun, demeyecektir büyük bir olasılıkla. Tam tersine, siz yurtdışında seçtiğiniz alanda uzmanlaşmaya çalışırken, burada kalarak, kendilerini yetiştirip ilişkilerini kuranlar, sizin de talip olabileceğiniz iş alanlarını, büyük bir olasıkla doldurmuş olacaklardır. Bu nedenle, döndüğünüzde hiç beklemediğiniz bazı zorluklarla karşılaşabilirsiniz. Ama bunların sizi yıldırmayacağını ve vermiş olduğunuz, ülkenize dönme kararınızı etkilemeyeceğini biliyorum. Sadece gelecekte oralarda yaşayacaklarınız, bu konudaki kararınızı değiştirmenize yol açabilir. Bunları da zamanla hep birlikte göreceğiz: Siz bizzat olayların içinde yaşayarak, ben de annenizle birlikte, buradan, uzaktan birer gözlemci olarak. *** Canım kızlarım, Şu anda ayrılığın taze acısı yüreğimi dağlarken, sizlere kötümser bir mektup yazmak istemiyorum. Tersine, önünüzdeki geniş ufukları belirtmek, ülkemiz için bizim yapamadıklarımızı sizin yapacağınıza ilişkin inancımı vurgulamak istiyorum. Bütün kalbimle, size inanıyorum ve bizim kuşakların ürettiği bu sorunlu, bu lekeli siyaset ve medya yapısı ile kirlenmiş toplumu, çok daha temiz çizgilerde, çok daha aydınlık geleceklere taşıyacağınıza güveniyorum. Bundan sonraki mektuplarım daha iyimser olacak hiç kuşkusuz. Sizi özledikçe, gündelik sorunlarla bunaldıkça, kaleme sarılacağım, içimi size dökeceğim. Kaleme sarılmak tabii lafın gelişi. Aslında bilgisayarımın başına oturacağım demek istiyorum. Şimdilik hoşça kalın ve kendinize iyi bakın. Yolunuz açık olsun! Sizi daha şimdiden çok özleyen babanız.

Her Genç Kız Bir Evrendir Sevgili kızlarım, sizi çok özlüyorum. Bu özlem beni ilginç bir biçimde, size kavuşacağım ilerdeki günlerin hayalinden çok geriye, geçmişe götürüyor. Sanıyorum bunun nedeni, geleceğin belirsizliği kadar, geçmişin belleğimdeki taze ve güzel anıları. Şu anda Ebru Amerika’ya hareket etmeden önce, birlikte geçirdiğimiz son geceyi anımsıyorum. Evin terasında oturmuş, İstanbul’un gece siluetine bakarak kahve içiyorduk. Hepimiz suskunduk. Hepimizin içinde, çok sevdiğimiz bir insanı, yabancı bir ülkedeki belirsizliklere yolcu etmenin sıkıntısı vardı. Bir yandan da yüreklerimizde Ebru’nun kazandığı doktora bursunun övüncünü hissediyorduk. O gün Elif’in de bir yıl sonra aynı biçimde yuvadan uçacağını bilmiyorduk henüz. Elif birdenbire, belki de bu hüzünlü suskunluğu ve hepimizi pençesine almış olan bunlu havayı dağıtmak için: “Şu İstanbul’un ışıklarına bakın,” dedi. “Her ışık bir aileyi gösteriyor. Kimbilir o evlerde şimdi neler oluyordur!” Ben de, “Her ev ayrı bir dünyadır ve kimbilir o dünyalarda ne sevinçler ne üzüntüler, ne tür olaylar ve duygular yaşanıyordur,” diye sürdürmüştüm konuşmayı. Daha sonra konu somut sorunlara, Ebru’nun gideceği yerdeki yaşama ilişkin problemlerini nasıl çözeceğine kaymıştı. Anneniz de onunla birlikte gidecek, yüreğimizin o güzel parçasını, bir eve yerleştirdikten sonra dönecekti. *** Evet her ev ayrı bir dünyadır.

Peki o dünyaların içindeki insanlar, özellikle de genç kızlar, kendi başlarına, birer evren değil miydiler? Her genç kız, uzayın sonsuzluklarındaki sırları kendi beyninde ve yüreğinde hissetmez mi? Hiç kuşkusuz genç kızlarımız, çocukluktan gençliğe, gençlikten erişkinliğe ve erişkinlikten yaşlılığa geçişin o kaçınılmaz sürecini, yani yaşamı, “analık” işlevini genlerinde taşıdıkları için, herkesten daha iyi fark ederler. Aslında insan, duyguları ve düşünceleriyle maddi çevresinden çok daha geniş bir alanı algılar. Zamanın ve evrenin sonsuzluğunu algılamaya çalışan zihin, ve ölümsüzlüğü arayan ruh, insanı, içinde yaşadığı dünyanın boyutlarının dışına taşımaz mı? Beynimiz ve yüreğimiz üç boyutlu dünyamıza, zamanın ve mekânın sonsuzluğunda, başka boyutlar eklemez mi? Düşünen ve hisseden insan, böylece içine sıkıştırılmış olduğu zamanı ve mekânı aşarak, sonsuz boyutlara ulaşmaz mı? Bu, onu evrenle bütünleştirmez mi? Kanımca, bireyin zamanın ve mekânın sonsuzluğundaki yalnızlığını, en iyi, genç kızlarımız algılar. Çünkü onlar hem bu evrensel düzenin, dünya denen küçük gezegenindeki yaşam biçimini, insanlığı sürdürmekte çok önemli bir işlev sahibi olduklarının bilincindedirler, hem de erkeklerden ve yetişkinlerden daha duyarlı olduklarından, içinde bulundukları evreni, bedenlerinin ve ruhlarının her zerresinde çok daha iyi algılarlar. *** Zaman sonsuzdur. Evren, uzay, yani içinde bulunduğumuz mekân da sonsuzdur. İnsan, birey olarak da “insanlık” olarak da, zamanın ve mekânın sonsuzluğunun kesiştiği herhangi bir noktada, bir hiç, bir sıfırdır. Bir insan ömrünü yüz yıl bile kabul etsek, zamanın sonsuzluğunda yüz yıl nedir ki? Bırakın yüz yılı, bin yıl, milyon yıl, milyar yıl nedir ki, sonsuzluk karşısında? Biliyorsunuz, matematiğin bir kuralına göre herhangi bir sayı sonsuza bölündüğünde çıkan sonuç sıfırdır. Bu, mantığa da uygundur. Çünkü her sonlu sayı, ne denli büyük olursa olsun, sonsuzluğun karşısında sıfırdan başka ne ifade edebilir ki? İşte bu yüzden sadece kendi yaşam sınırlarını bilen, onu gören ve algılayabilen tek bir birey değil, aynı zamanda, bir canlı türü olarak insanın evrendeki tüm serüveni bile, sonuçta sıfırdır. Sıfır, insanın ve insanlığın zamanın sonsuzluğu karşısındaki durumudur. Bir de işin mekân boyutu var. İnsan bedeninin kapladığı yeri, yani insanın evren içindeki mekânsal boyutunu hiç düşünmeyelim bile. İçinde yaşadığımız dünya dahi bir yana, dünyanın içinde bulunduğu güneş sistemi, güneş sisteminin de bir parçası olduğu samanyolu galaksisi, uzayın sonsuzluğu karşısında ne ifade edebilir ki? Sadece sıfır. Sadece zaman karşısında değil, uzay yani mekân karşısında da sıfırız.

Demek ki, zamanın ve mekânın sonsuzluğunda insanın değeri sıfır noktasında bir hiçtir. *** Sevgili kızlarım, Ama işte tam bu noktada, yani insanın, tek bir birey olarak da tüm insanlık olarak da, zamanın ve mekânın sonsuzluğunda sıfır noktasında bir hiç olduğunu algılaması, birden bire onu zamanın ve mekânın efendisi kılmıyor mu? Bu bilinç, hem birey olarak insana hem de tüm insanlığa sonsuzluk kavramları karşısında bir hiç, bir sıfır gibi görünen varlığı açısından bir anlam kazandırmıyor mu? Anneniz ve ben sizlere iyi bir yaşam ve iyi bir eğitim vermek için çılgınlar gibi çalışırken, bu sonsuzluk kavramlarını aşmıyor muyuz? Akşam yemeklerinde sofraya bir gül bırakan Elif, ya da salatanın üzerine çiçek biçimi bir domates koyan Ebru, kendi evrenlerinde sonsuzluğu yenen genç kızlar değiller mi? Ya duygular? Sevgi, aşk, güven, dostluk? Tabii öbür yanda, kin, nefret, öfke ve kıskançlık. Bütün bunlar ölümlü insanın, ölümsüz duyguları değil mi? İşte, o gece terasta, uzaktaki ışıklara bakarken bütün bunları da sizlerle paylaşmak istemiştim ama, zaten Ebru’nun gidişinden dolayı oluşan hüzünlü hava buna pek uygun değil diye, bu düşünceleri kendime saklamıştım. O da, bu sonsuzluklar karşısındaki tüm hiçliğine karşın, önündeki belirsizlik fırtınalarına göğüs gererek kendini yetiştirmek uğruna Amerika’ya gitmiyor muydu? *** Sevgili canlarım, güzel kızlarım, İlkokulu bitirip iyi bir ortaöğrenim almak üzere Anadolu Liseleri sınavlarına hazırlanırken gittiğiniz kurslarda, atomun yapısı ile güneş sisteminin yapısının aynı olduğunu keşfettiğinizde nasıl da heyecanlanmıştınız. Atom, ortada bir çekirdek, etrafında elektronlar dolaşan yapısıyla, güneş ve etrafında dolaşan gezegenlere, yani güneş sistemimize ne kadar benziyor değil mi? Ya da tam tersi, ortadaki güneşin etrafında dolaşan gezegenlerden oluşan güneş sistemimiz, bir çekirdeğin etrafında dolaşan elektronlardan oluşan atoma ne kadar benziyor. Atom, maddenin en küçük parçası. Güneş sistemi ise, dünyamızı da içine alan koskocaman bir varlık. Evde heyecan içinde birbiri ardına sorular sıralıyordunuz: Ya bu küçücük atomlar da birer güneş sistemi ise ve elektronların birinde aynen dünyamızdaki gibi canlılar yaşıyorsa? Üstelik uranyum gibi maddelerin atomları, radyasyon denilen bir nevi enerji de yayıyorlardı. Acaba bu enerji, onların içindeki yaşamın bir- belirtisi miydi? Bu gözle görülemeyecek denli küçücük güneş sistemlerinin İçinde dünyalar ve bu dünyalarda canlılar varsa bunların boyutları, yaşamları nasıldı? Kendileri neye benziyorlardı? Onlarla ilişki kurmak olanaklı mıydı? Ya da güneş sistemimiz acaba çok daha büyük bir maddenin içindeki atomlardan biri miydi? Eğer öyle ise, güneş sistemimizin küçücük bir atom gibi algılandığı maddenin içinde olduğu dünya ve bu dünyanın içinde bulunduğu evren ne muazzam boyutlarda, nasıl bir şeydi? Onun içinde de canlılar var mıydı? Varsa nasıl şeylerdi? Onlarla ilişki kurulabilir miydi? *** Küçücük kafalarınızın içindeki kocaman beyinlerinizin sordurduğu bu sorulara elimden geldiğince akıllı ve doğru yanıtlar vermeye çalışmıştım. Gerçeği ben de bilmiyordum ki, size anlatabileyim. Sadece size, bütün bu soruların yanıtlarının bilinmediğini ve bir gün belki insanoğlunun bu gizleri çözeceğini, o zamana kadar her şeyin olanaklı olduğunun düşünülebileceğini söylemiştim. Yaşamın, evrenin ve zamanın gizleriyle gözleriniz kamaşmış bir biçimde, günlerce bu konuları konuşmuştuk sizlerle. Daha sonra, evdeki bilimkurgu kitaplarını okumaya başladığınızda, evrendeki öteki canlılar üzerinde konuşmaya başlamıştık lise yıllarınızda. Hele birlikte seyrettiğimiz bilimkurgu filmlerinden sonraki sohbetlerimizi hiç unutamıyorum. Özellikle Jodie Foster’ın başrolünü oynadığı bir filmin üzerinde ne kadar çok konuşmuştuk, acaba gerçekten uzayda bizden başka canlılar var mı diye.

Zamanın ve mekânın sonsuzluğu içinde, evrende bizden başka canlıların da var olmuş olduğu, var olduğu ya da var olacağı hiç kuşkusuz. Lucas’ın Yıldız Savaşları filmleri de bu anlayışa göre, uzayda milyonlarca yıl önce geçen olayların üzerine kurulmuş öykülere dayalı değil midir? Peki insanoğlu bir gün başka zeki canlılarla karşılaşacak mı? Karşılaşırsa, bu, dostça mı düşmanca mı olacak? Onlardan daha ileri bir teknolojiyle biz mi onlara gideceğiz, yoksa onlar mı bize ulaşacaklar, bizden daha gelişmiş uygarlıklarıyla? Sevgili kızlarım, bütün bu soruların sorulabilmesi bile, birey olarak insanın da, tüm insanlığın da sonsuzluğu aşma yeteneği değil de nedir? Ayrıca unutmayın ki, insanoğlu, sürüp giden sonsuz zaman içinde dünyanın hareketlerine göre bir takvim oluşturmuş ve o sonsuz zamanı ölçmeye başlamıştır bile. *** İşte mikrokozmos, yani atom. İşte makrokozmos, yani evren. İnsan bu biri çok küçük, biri çok büyük iki evrenin ortasında bir yerde, hem mikrokozmosun hem de makrokozmosun sırlarını çözmeye çalışarak ilerliyor, gelişiyor. Şimdi dönelim, neden her genç kız bir evrendir, dediğime. İnsan, bilinci yani öğrenme ve algılama gücüyle, içinde yaşadığı dünyanın ve o dünyanın bir parçası olduğu evrenin sırlarını çözdükçe kendini de tanımakta, kendini tanıdıkça, evrenin sırlarını çözmeye daha da yaklaşmaktadır. Genetik mühendisliği, bir yandan insanın gizlerini keşfetmekte, öte yandan bu gizleri keşfettikçe evrenin sırlarını çözmeye daha da yaklaşmaktadır. İşte genç kızlarımız bir yandan bu evrenin insanoğluna verdiği en önemli yeteneği, yani akıllarını, öte yandan en güzel armağanı, yani duygularını en iyi kullanabilen varlıklardır. Tüm evren, insanın zihninde ve ruhunda ortaya çıkar. Çünkü insan onu hem düşünceyle, hem duyguyla algılamaktadır. Üstelik genç kızlarımız, insanoğlunun bu evrendeki varlığının devamı için gerekli olan doğurma yeteneğine sahiptirler.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir