Engin Geçtan – Kuru Su

Fırtına. Tipiyle birlikte giderek şiddetleneo poyraz bir süredir tekneyi zorlamaktayken motoru da stop edince kıyıya ulaşmasına az kala açık denize doğru sürüklenmeye başladı. On dokuz kişiydiler. Kaptan, yol ücretini toplayan genç ve on yedi yolcu. Şiddetle sallanan teknede dengelerini koruyabilmek için arada bir yaptıklan hareketler dışında gözleri boşluğa bakar halde yerlerinde oturan on yedi yolcu sonu olmayan bir yola girdiklerini sezmişçesine donakalmış ve sessiz. Geçmişteki kendileri şimdi onlara yabancı, yeni kimlikleri bu gecenin televizyon haberi ya da yarınki gazetelerin manşeti. İçlerinden biri yaklaşan felaketi algılayabilecek halde değil, varlığının tümü bir süredir idrar kesesine odaklanmış halde. İşporta malı lacivert montunun yakasıyla sarmalanmış soluk yüzü arada bir kasılıp gevşiyor, ellerini dizlerinin arasına sıkıştırmış, bedeni hafifçe öne doğru eğilip doğruluyor. Yirmili yaşların başında, masum bakışlannın ardında acılı bir hikaye kendini anlatmak ister gibi. Bir şey olmalı diye umuyor için için, onu başkalarının önünde küçük düşmekten kurtaracak bir şey, ama hala sürükleniliyor bir sona ulaşılamadan. 9 Şef garson kolundaki saate baktıktan sonra canı sıkkın bir halde kaşlarını kaldırıp kır saçlı, orta yaşlı garsona baktı: “Yeni gelen çocuk haHi yok Osman.” Osman başını filozofça salladı: “O çocuk habersiz kaybolacak birine benzemiyor şef, eğitimli, stajını iyi yerlerde yapmış, daha önce iyi bir yerde çalışmış, burdaki işinde de iyi, uzaktan geliyorsa tipiye takılmış olabilir.” Şef garson ikna olmamıştı: “Telefonu yok mu?” “Hayır, eline para geçtiğinde bir cep alacağını söylemişti.” “Neyse biraz bekleyelim. Gelmezse onun bakacağı masalara Hidayet’le ikiniz bakın … Nereli bu çocuk?” Kır saçlı garson bu soruyu yadırgadığı belli bir ifadeyle karşılık verdi: “Bilmiyorum.


Fazla konuşan biri değil… Belki müdür biliyordur.” Şef garson yine kaşlarını kaldırdı: “Neyse, bekleyip görelim … Neydi çocuğun adı?” “Ulaş.” Lacivert montlu figür en arka sıradaki yerinden kalkıp kabin çıkışına doğru sendeleyerek ilerlerken yolculardan birkaçı gözlerinin ucuyla ona baktı, dönüşünün olamayacağını bilmenin yasıyla. Basamakları çıkıp kabin kapısını açtığında yüzüne çarpan tipinin saldırısıyla bir an geriledikten sonra kendini dışarı itti. Yüzünü döven kar tanelerinin acısıyla gözlerini kırpıştırarak dar güvertede tutunacak tek yer olan beyaz boyalı demir merdivenin trabzanını sımsıkı kavradı. Serbest kalan elini pantolonunun fermuarına götürmeye çalışırken midesinden bir anda yükseliveren kitle ağzına ulaşıp boşluğa fışkırdı, öğürmeden, sessizce. Aynı anda bacaklarından aşağıya inen sıçak ıslaklığı hissetti, malıcup bir ferahlamayla. Sonra karşısında kara bir duvar belirdi, kulağı sağır eden bir çatırtı ve ardından mutlak karanlık. Kusmuğa bulanmış montu, çiş kokan paçalarıyla yolcuların lO arasına dönmesi gerekmeyecek, dalgalar her şeyi alıp götürecek, tertemiz. “Saat on yedi sıralannda Üsküdar’dan kalkan yolcu motoru yakalandığı tipi sonucu Marmara’ya doğru sürüklenirken Kamboçya bandıralı bir şileple çarpışarak hattı. Yolculardan kurtulan olup olmadığı henüz bilinmiyor. Hava muhalefeti nedeniyle arama kurtarma çalışmaları güçlükle sürdürülebiliyoL” Kumanda aletine uzanan eliyle televizyon ekranını karartan yaşlı kadın odaya birden çöken sessizlikte başını koltuğun arkasına yasiayıp gözlerini kapadı. C ahi tl Haberi yirmi birinci doğum gününe bir gün kala ailesinin Moda’ daki evinde, üzerine vişne reçel(sürülmüş tereyağlı ekmek dilimini ısırmak üzereyken duymuştu, radyodaki hakim sesli erkek spikerden. Sabah yedi sıralarında Haydarpaşa’dan kalkan yolcu motorunun yoğun sis nedeniyle yabancı bandıralı bir şileple çarpışıp battığını bildiriyordu. Yolculardan bazılarının cesedine ulaşılmış, kimlikleri tespit edilenlerin adları bir bir okunuyordu.

Onunki baştan üçüncüydü. Yarım asır öncesinin o sisli kış sabahında Haydarpaşa’da ne aradığı sorusu cevabı olmayan bir soru olarak kaldı, çevresinden kimseyi tanımıyordu, öğrenemedi. Tipide Sanyer sırtlarında yol almaya çalışan arabanın direksiyonundaki genç kadın endişeli gözlerle önünü görmeye çalışıyor. Üzerinde yakası kürklü siyah manto, saçı günün sansı, burnu seri imalat ürünü de olsa kişilikli bir yüz. Telefonda bir erkek sesi: “Ner’desin?” Genç kadın gergin cevap veriyor: “Yan yola girmeme az kaldı Memo.” “Allahın cezası tanıtıma katılman şart mıydı?” Kadın bu hırçın soruya karşılık vermiyor, cevabı sessiz: “Kes sesini!” Adam duymuyor kadının duyulmayan sesini: “Azra cevap ver, ner’desin?” Silecekler tipiyle baş edemiyor, telefon tekrar _çalıyor. Koordinatların yilirildiği anın hemen ardından duyulan ı ı tok bir darbe sesi ve şangırtı. Genç kadın kendinden geçiyor, derininden gelen sessiz çığlıkla. Şef garson canı sıkkın başını salladı. “Şimdiden altı masa iptal oldu.” Kır saçlı garson başını salladı. “Kar fena bastırdı, eve nasıl döneceğimi düşünmeye başladım.” “Senin yolun kolay, bu havada bizim yokuşa hiçbir vesait çıkmaz.” “Hanımefendi telefon, Ferit bey arıyor.” Kapalı gözlerini aralayıp emektar Seher’e baktı dalgın, karartılmış ekranın karşısında ne kadar zamandır oturmuş olduğunu bilemeden.

Kırk sekiz yıl önce o kış sabahı şehrin üzerine çöken yoğun sisin hayatında bıraktığı izi düşünürken bunu başka anılar izlemişti art arda. Seher’in sesi onu geçmişindeki gezintiden kopardığındıı, nerede olduğunu bilemez halde etrafına bakındı bir süre. Uzatılan telefonu kulağına götürürken hatıriayabildi randevularını. “Ben de seni arayacaktım, dalıp gitmiş im.” “Dışarıya bakmadım, ama tipinin şiddetlendiğini televizyonda duydum. Beşiktaş’a giden bir yolcu motoru batmış.” “Tabii canım, gelebilsen bile bir de dönüşü var … ” “Bir başka akşam gelirsin … Havanın müsait olduğu ilk fırsatta … Senin bir şeye canın sıkkın gibi.” “Buluşmamızın iptaliyle ilgili olduğunu sanmıyorum, bu başka bir şeyin sesi. Neyse, sen bana aldırma.” “Sana da iyi geceler.” Adı Aliye, başının arkasına topladığı gümüş rengi saçları, koyu kahve gözlerinin acılı derini ve altmış dokuz yıllık yaşanmışlığın kokusuyla ilk bakışta etkileyici bir abide. Abidenin görüntüsünün ardındaki dünya ise aslında bir muamma. Geçmişin silik ve kavruk genç kızının nasıl olup da böyle bir dönüşümden geçebil12 diğinin hikayesi inişli çıkışlı bir serüven, anlatması uzun. Seher’in hazırladığı çorba ve salatanın ardından bir başka tekbaşınalık gecesine hazırlanıyor şimdi. Kır saçlı adam pencerenin önünde donuk bir yüzle hızla savrolan kar tanelerine baktı, ama onları göremez halde.

Öğleden sonra biyopsi raporu açıklandığında sonucu biliyor sayılırdı, önceki bulgulardan teşhisin ne olduğu zaten belliydi ama, dayanaksız bir umut kınntısıyla nihai hükmünü bugüne saklamıştı. Melun hastalığın bu türünün şans tanımadığını biliyordu, üstelik çok geç fark edilmişti, kalan ömrünün yaşam kalitesini rabatiatacak önerileri dinlernemiştİ bile. Hümeyra’ya ve çocuklara bir şey söylememişti. Onun doğasıydı bu, zorlukları yalnızlığında yaşamak. Haberi duyduğunda Hümeyra’nın sergileyeceği bezeyanlara katlanamayacağını hissediyordu, teslim olmamalıydı, ama nasıl? Adı Hasan, ama çoğu kez holdinginin adı olan soyadıyla anılır, çünkü yarattığı imparatorlukla özdeştir. Onunla karşılaşan herkes bakışında ve duruşunda bir dev in ezici ağırlığını hisseder, kulisindeki kimsesiz kınlganlığı göz ardı etmeye zorlanarak. Ş u anda soyadını taşıyan gösterişli binanın on altıncı katının penceresinden bakarken, aşağıda hareket eden arabaların, otobüslerin yolcuları, yolda yürürken tipiyle savaşanlar, birkaç gün öncesine kadar kendisinin de ait olduğu bir başka dünyada kalmışlardı artık. Pencerenin önünden ayrılıp çalışma masasının sağ üst çekmecesini açtı, otuz sekizlik tabancasını çıkarıp masasının üzerine koydu. gözlerini ondan ayırmadan orada öylece durdu kaldı, hareketsiz. Şef garson başını salladı, canı sıkkın. “Son masa da iptal edildi, müdür kimse gelmese de on buçuktan önce kapatmayacağımızı söyledi, prestij meselesi dedi.” Garson Osman’ın bakışları dalıp gitti. “Dokuz yüz seksen altıda da böyle olmuştu, yoksa seksen yedi miydi? Boğaz’daki lokantada kornil ik yaparken. Hepimiz geceyi orda geçirmiştik, ertesi gece de eve üç saatte gidebilmiştim.” 13 Şef garson cevap vermedi, yardımcısının anılarından bıkmıştı, ama geçmişinden başka söyleyecek sözü olmadığını bildiğinden onun bu haline tahammül etmeyi öğrenmişti.

Birkaç dakika sonra beklenmedik bir şey oldu ve restoranın girişinde iki kişi göründü. Üstü başı kara bulanmış spor kıyafetli genç bir çift. Genç garsonlardan biri şef garsona döndü. “Bunların Azize’de ne işi var?” Şef garson ona ters bir bakış gönderdi. “Senin burda ne işin var diye sorsam?” Genç garson bocaladı, şef garson tekrar sordu. “Ne kadar zamandır buradasın?” “Bir hafta oldu efendim.” “Şunu iyi öğren delikanlı, burası her çeşit insanın kaynaştığı bir yer. Seçkini de gelir sıradam da. Üstelik bu kuraklık günlerinde her yerde bulamadıklan şeyleri burada uygun fiyata bulabiliyorlar. B uranın bu kadar müşteri çekmesinin nedeni de bu. Senin işin de gelen kim olursa olsun aynı hizmeti vermek. Şimdi git ve siparişlerini sen al, isteklerini sor.” “Özür dilerim efendim, hemen gidiyorum.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir