Enver Ziya Karal – Tanzimatı Hayriye

Mahmut II’nin ölümü üzerine tahta, oğlu Abdülmecit Efendi geçti. Yeni padişah henüz on sekiz yaşında idi. Bilgisi ve tecrübesi imparatorluğun geçirmekte olduğu büyük buhranı çözmek için yetersizdi. Babasından miras kalan iki pürüzlü problem, devamlı ve anlayışlı bir çalışma istiyordu. Problemlerden biri, Mısır paşası Mehmet Ali ile yapılmakta olan harp, diğeri de Osmanlı Devleti’ne yeni bir düzen vermek için ilânı kararlaştırılmış bulunan ”Tanzimat” idi. Abdülmecit, padişahlığının ilk günlerinde Mısır kuvvetlerinin Osmanlı ordusunu Nizip’te yendiklerini öğrendi. Birkaç gün sonra da, Kaptan-ı derya Firarî Ahmet Paşanın Osmanlı donanmasını Đskenderiye’ye götürerek Mehmet Ali Paşaya teslim ettiğini haber aldı. Osmanlı Devleti, artık ordusuz ve donanmasız kalmış bulunuyordu. Yeni padişah, devletin tecrübeli ve iş bilir sayılan adamlarından Hüsrev Paşayı sadrazam, Damat Halil Paşayı serasker, Rauf Paşayı ahkâm-ı adliye başkanı yapmıştı. Fakat mevcut duruma karşı koymak için bu adamlardan çok Londra elçiliğinde bulunan Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit Paşaya güveniyordu. Mustafa Reşit Paşa, Osmanlı Devleti ile Mısır arasındaki anlaşmazlığın çözülmesi için çalışmış olan heyetlerde vazife görmüş ve Paris ile Londra elçiliklerinde bulunmuştu. Bu sebeple Mısır probleminin karakterini ve bu problem hakkında yabancı devletlerin özel düşüncelerini biliyordu. Bundan başka paşa, Paris ve Londra elçiliklerinde bulunduğu sıralarda, Fransa ile Đngiltere’nin hükûmet şekillerini incelemeye ve devrin siyaset adamlarıyla Osmanlı Đmparatorluğu’nun yapısı hakkında görüşmeler yapmaya fırsat bulmuştu. Mustafa Reşit Paşa, Avrupa’da bulunduğu sıralarda, Fransa 1830 Đhtilâli ile mutlak devlet rejiminden meşrutiyet rejimine geçmişti. Đngiltere ise yüzyıllardan beri meşrutiyet ile idare olunmakta idi.


Fransa ve Đngiltere Avrupa’da liberal devletler blokunu kuruyorlardı. Avusturya, Prusya ve Rusya ise hâlâ Tanrı hakları sistemine bağlı idiler. Osmanlı Đmparatorluğu, esasta liberal bir yapısı olduğu hâlde, şekilde Tanrı hakları sisteminde görünüyordu. Hâlbuki bu si stemin içine giren devletler, Osmanlı Đmparatorluğu’nun eskiden beri düşmanı bulunuyorlardı. Osmanlı Devleti, varlığını kendi kuvvetiyle koruyamayacak dereceye düşmüş olduğundan, Avrupa siyasetinde geçen muvazene prensibinden faydalanması gerekli idi. Bunun için de Osmanlı Đmparatorluğu’nun toprak tamlığına taraftar olan Đngiltere ile Fransa’ya yanaşması akla yakındı. Bu ise Osmanlı Devleti’nin kuvvetlenmesini sağlayacak, devlet kurumlarında onların güvenliğini çekecek bir düzenin kurulmasıyla mümkündü. Mustafa Reşit Paşa, böyle bir düzenin ”Tanzi- mat-ı Hayriye” ile sağlanacağına inanmakta idi. Tanzimat-ı Hayriye, 18’inci yüzyılın başlarından beri devam edegelen ıslahatın da tamamlanması olacaktı. ”Tanzimat-ı Hayriye” bir hatt-ı hümâyun şeklinde ilân edildi. Hatt-ı hümâyunu, Mustafa Reşit Paşa yüksek bir kürsüden okudu. Dinleyiciler arasında padişah, bütün bakanlar, ulema, devletin asker ve sivil büyük memurları, Rum ve Ermeni patrikleri, Yahudi hahamı, esnaf teşkilâtı temsilcileri ve elçiler vardı. Đçine aldığı başlıca düşünceler bakımından Gülhane hatt-ı hümâyununu beş bölüme ayırmak mümkündür: Birinci bölümde, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren Kur’an’ın hükümlerine ve şeriatın kanunlarına saygı gösterildiğinden, devletin kuvvetli ve halkın refahlı bir hâle geldiği belirtilmektedir. Đkinci bölümde, yüz elli yıldan beri türlü gaileler ve türlü sebeplerle ne şeriata, ne de faydalı kanunlara saygı gösterildiği, bu yüzden de devletin eski kuvvet ve refahı yerine zayıflığın ve fakirliğin geçmiş olduğu anlatılmaktadır. Üçüncü bölümde, bu itibarla Allah’ın inayeti ve Peygamber’in yardımıyla devletin iyi idaresini sağlamak için bazı yeni kanunların konulması gerektiğine işaret edilmektedir.

Dördüncü bölümde de, yeni kanunların dayandırılacağı genel prensipler gösterilmektedir: a) Müslüman ve Hristiyan bütün tebaanın ırz, namus, can ve mal güvenliğinin sağlanması, b) Verginin düzenli usule göre ayarlanması ve toplanması, c) Askerlik ödevinin düzenli bir usule bağlanması. Beşinci bölümde, yeni kanunların dayandırılacağı genel prensiplerin gereği belirtilmektedir. Padişah, hatt-ı hümâyuna ve ona dayanılarak ileride yapılacak kanunlara saygı göstereceğine dair ant içti. Bundan sonra hatt-ı hümâyun, kutsal önemi olan Hırka-i Şerif dairesine kondu. Gülhane hattının ilânında yapılan törenle Tanzimat devri başladı. ”Tanzimat” terimi, Gülhane hattında geçen genel prensiplere dayanan düzeni anlatır. Tanzimat devrinin ilk merhalesi, 1856’da son bulur ve ikinci merhalesi aynı tarihte ilân edilen Islahat Fermanı (hatt-ı şerif) ile başlar. Gülhane hattı, ilân edildikten sonra prensiplerinin belirtilmesine ve yürütülmesine geçildi. Reşit Paşa, Đstanbul’da okunan hattın Rumeli’de ve Anadolu’da anlaşılmasını sağlamak için, halk yanında saygı gören ulema sınıfından iki kişiyi ödevlendirdi. Bunlar eyaletleri dolaşarak ödevlerini yaptılar. Gülhane hattı prensiplerinin en güç yürütülecek karakterde olanı, Đslâm ve Hristiyan tebaanın kanun önünde eşitlik manasına geleni idi. Padişah ve sadrazam, fırsat buldukça, nutuklarıyla bu eşitliği belirtmeye çalıştılar. Nitekim Mustafa Reşit Paşadan sonra sadrazam olan Rıza Paşa, Đzmir, Sakız, Kavala’dan gelen Rum, Ermeni ve Yahudi cemaatleri başkanlarına şu sözlerle Gülhane hattının zihniyetini anlattı: ”Müslüman, Hristiyan, Musevî hepiniz bir hükümdarın tebaası, bir pederin evlâdısınız. Padişah efendimiz bilcümle, tebaasının, ırz, namus, can ve malını taht-ı temine alan kavaninine memalik-i şahanelerinin her tarafında harfiyyen riayet edilmesi azm-i kat’îsinde bulundukları için, içinizden düçar-ı zulm ve gadr olan kimseler varsa hemen meydana çıksunlar; lâzime-i adaletin icrasını talep etsünler, Müslüman ve Hristiyan, zengin veya fakir, memurîn-i askeriye, mülkiye veya ruhaniye, elhasıl bütün tebaa-i Osmaniye mir’at-ı adâleti herkes için suret-i mütesaviyede istimal eden padişahın âmal-i hayriyesinden tamamen emin olmalıdırlar.” Gülhane hattının getirdiği yeni prensiplerin açıklanması için yeter tedbirler alındığı sıralarda, bu zihniyete uygun kanunları yapacak kurumların da yaratılmasına çalışıldı.

Đlkin Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye alındı. Mahmut II. devrinde kurulmuş olan bu meclis, bugünkü danıştay ve yargıtay kurullarının yetkilerini kendisinde toplamakta idi. Bir başkan ile dokuz üye ve iki sekreteri vardı. Kanun projelerini hazırlamak başlıca ödevleri arasında idi. Bu kanun projeleri padişahın hatt-ı hümâyun ve şeyhülislâmın fetvasıyla kanun haline gelirdi. 1839’dan sonra Gülhane hatt-ı hümâyununun içine aldığı genel prensiplere uygun kanun projelerinin de hazırlanması yine bu meclise verildi. Meclis, bundan başka, Tanzimat’a dokunan bütün problemleri incelemek ve karar vermek durumunda idi. Bu suretle bir dereceye kadar Tanzimat meclisi haline geldi. Çalışma usulleri, meşrutiyet ile idare edilen memleketlerin meclislerinde geçen usullerin aynı oldu. Projelerin, görüşmelerine başlanmazdan önce üyelere dağıtılması, kendisinden sual sorulan nazırın meclis önünde gerekli bilgiyi vermesi, reylerin eşitliği durumunda son kararın padişaha ait bulunması, kesinleşen kararların yasak olması gibi esaslar kabul edildi. Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye’den seçilen bir komisyon, Hristiyan tebaanın önceleri patrikhane ve vasıtasıyla Bâb-ı âlî’ye bildirdikleri şikâyetlerini incelemeye memur edildi. Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye’nin çalışmaları, Tanzimat programının yürütülmesinde büyük bir rol oynadı. Tanzimat programının başlıca maddeleri şunlardı: Haklar, mal, askerlik, maarif ve idare alanlarında Gülhane hattındaki genel prensiplere göre bir düzen kurmak. Tanzimatın çeşitli cepheleri arasında en önemlisi, haklar cephesidir.

Gülhane hattının prensipleri, Osmanlı Devleti’nin haklar bakımından gelişmesinde bir dönüm noktasıdır. Osmanlı Devleti, Tanrı hakları sistemi üzerinde kurulmuştur. Bu sistemde din ve devlet birdi. Devletin haklar kaynağı şeriattır. Devletin haklar teşkilâtı piramidinde en yüksek yargıç Tanrı’dır. Bu sistem, kutsal karakteri itibarıyla, hiçbir değişikliğe uğramadan 1839’a kadar sürdü. Gülhane Hatt-ı hümâyunu, Tanrı hakları sistemine son vermedi. Fakat Batı devletlerince kabul edilmiş olan bazı hak prensiplerini aldı. Bu suretle Osmanlı Devleti’nde Tanrı hakları sistemi yanında, Batı’nın lâik sistemi değer kazanmaya başladı. Evvelce birbirini inkâr etmiş olan bu iki haklar sistemi, Tanzimat devrinde yan yana yaşamaya başladılar. Birbirlerine bağışladıkları tavizlerle sözde bağdaşır göründüler. Hâlbuki yapıları itibarıyla aralarında herhangi bir kaynaşma mümkün değildi. Batı’nın haklar sistemi, yüzyılların ihtiyaçlarına göre değişen ve değişerek olgunlaşan, olgunlaştıkça da evrensel karakter alan bir sistemdi. Osmanlı haklar sistemi ise Ortaçağ şekil ve mahiyetini yüzyılar boyunca muhafaza ettiği için, ihtiyaçları karşılamaz bir duruma girmişti. Tanzimat devri adamları, Doğu ile Batı’nın haklar sistemini bağdaştırmak için büyük gayretler sarf ettiler.

Bu gayretleri, kanunlaştırma hareketlerinde olduğu kadar adalet makinesine vermek istedikleri yeni şekilde de göze çarpmaktadır. Gülhane hatt-ı hümâyunundan altı ay sonra gibi kısa bir zaman içinde bir ceza kanununun ortaya konması, Tanzimatın modern haklar bakımından manasını belirtecek bir harekettir. Fransızcadan kısmen tercüme suretiyle düzenlenmiş olan bu kanun, tebaaya padişah tarafından verilmiş hakların bir garantisi olarak alınabildiği gibi, tebaanın kanun önünde eşitliğinin bir sembolü olarak da kabul edilebilir. 1846’da memurların ödev, yetki ve sorumluluğunu göstermek için tertiplenen idare kanununda memurların işleyecekleri suçlara karşılık tutan cezalar belirtildi. Bu kanunların yapıları incelendiği ve muasır devletlerin kanunları ile karşılaştırıldığı vakit birçok hata görmek mümkündür. Fakat kanunlar yürürlüğe girmelerinden önceki devir ile karşılaştırılırsa, taşıdıkları büyük önem anlaşılır. Tanzimat öncesi devirde, valiler ve mütesellimler, şehir ve kasabalarda türlü bahanelerle adam öldürme, sürgüne gönderme, mala el koyma âdetlerini edinmişlerdi. Rüşvete gelince, yüzyıllardan beri imparatorluğun her tarafında, en küçüğünden en büyüğüne kadar, bütün memurlar arasında geçer akçe olmuştu. Memuriyet ve rütbe sahipleri, tekel ve devlet için siparişler verebilecek yerlerde olan büyük memurlar yahut onlar üzerinde söz geçirenler rüşvete o kadar kapılmışlardı ki, ”Mirî malı deniz, yemeyen domuz” diye bir atalar sözü çıkmıştı. Gülhane hattının ilânından sonra birçok paşa, yeni prensip ve kanunları bilmemezlikten gelmek istedi. Bir aralık sadrazamlıkta bulunmuş olan Hüsrev Paşa, rüşvet suçundan Meclis-i Vâlây-ı Ahkâm-ı Adliye önünde yargılanarak kürek cezası hükmünü giydi. Valiliklerde bulunmuş olan Tahir, Akif, Nafiz, Hasip paşalar gibi kodamanlar da, Tanzimat kanunlarına aykırı hareketlerinden dolayı yargılanarak cezalara çarpıldılar. Ceza kanunnamesinden sonra, kısmen Fransızcadan çevrilen ticaret kanunu çıkarıldı. Tanzimat devrinde, kanunlaştırma hareketleriyle Osmanlı Đmparatorluğu’na girdiğini gördüğümüz Batı’nın haklar sistemi, adalet makinesinde dereceli bir değişmeyi gerektirdi. Tanzimat devrine gelinceye kadar Osmanlı Đmparatorluğu’nda adaletin sağlanması yolunda dört tip mahkeme vardı: 1.

Şeriat mahkemeleri: Bu mahkemeler, Müslüman tebaa arasındaki medenî anlaşmazlıklardan başka, Müslüman tebaa ile Hristiyan tebaa arasındaki anlaşmazlıkları çözmek ve din farkı gözetilmeksizin cinayet davalarını görmekle ödevli idi. 2. Cemaat mahkemeleri: Hristiyan tebaanın bağlı bulunduğu cemaatin mahkemesidir. Aynı cemaate bağlı kişilerin medenî davaları, patrikleri veya hahamları önünde görülürdü. Ayrı cemaate bağlı kişiler arasında çıkan davalar ise, ilgili başkanları tarafından hâkimlik yolu ile çözülmediği takdirde, şeriat mahkemeleri önünde görülürdü. 3. Kapitülâsyonlardan faydalanan devletlerin mahkemeleri: Osmanlı Đmparatorluğu’nda ticaret maksadıyla veyahut siyasî vazifeler görmek için gelmiş olan yabancıların arasındaki anlaşmazlıklar, kapitülâsyonların tanımış olduğu imtiyazlara göre elçiliklerde görülürdü. Tanzimatta bu mahkemelere iki yenisi eklendi. Bunlardan biri, ticaret karma mahkemesi, diğeri de asliye karma mahkemesi idi. Ticaret karma mahkemesi, yabancı devlet tebaası ile Osmanlı tebaası arasında ticaret münasebetleri ile çıkan durumu, asliye mahkemesi ise aynı tebaalar arasında yer alan cinayet suçlarını görmek için kuruldu (1846). Đlkin Đstanbul’da çalışmaya başlayan mahkemeler, sonraları imparatorluğun büyük vilâyetlerinde de kuruldu. Karma mahkemeleri kuran üyelerin yarısı yabancı, yarısı da Osmanlı tebaası idi. Dinin ve kapitülâsyonların adalet birliğini sağlamaya mâni durumları yüzünden kurulan bu mahkemeler, devletin hükümranlık haklarına bir saldırganlıktı. Bununla beraber, mahkemelere Batılı usuller alınması, Hristiyan tebaanın şahitliğinin kabul edilmesi, sözlü delil yanında vesikanın da delil olarak kabul edilmesi, Batılı hukuk sisteminin Türkiye’ye sızmaya başlayan tesirlerindendir. Haklar alanında yer alan bu değişmeler yanında zenci esaretinin yasak edilmesi, bir mezhepten diğerine geçmeyi yasak eden 1834 tarihli bir kanunun kaldırılması, insan hakları ile vicdan hürlüğü bakımından işaret edilmesi gereken önemli hareketlerdir.

Gülhane hatt-ı hümâyununda verginin ayarlanması ve düzenli bir şekilde toplanması gereğine şu satırlarla işaret edilmişti: ”Bir devletin toprak bütünlüğünün korunması için asker ve daha başka gereçler için gider yapmak gereklidir. Bu ise akçe ile olur. Akçeye gelince, tebaanın vergisiyle sağlandığı için verginin düzenli bir şekle konulması çok önemlidir. ”Eskiden gelir olarak kabul edilmiş olan yed-i vâhid usulünden memleketimiz bundan önce kurtulmuş ise de yıkıcı bir alet karakterini taşıdığı için hiçbir faydası görülmeyen iltizamat usulü hâlâ yürürlüktedir. Bu ise bir memleketin siyasî ve malî işlerini bir adamın isteğine ve insafına bırakmak demektir ki, eğer o adam iyi değil ise, daima kendi çıkarına bakar. Böyle bir adamın hareketleri ve düşünceleri de ezicilik ve haksızlıktan başka bir şey olamayacağına göre, bundan böyle her kişinin varlık derecesine uygun bir vergi bağlanacak ve bu vergiden başka kendisinden hiçbir suretle fazla bir şey istenmeyecektir.” Gülhane hattında işaret edilen bu durumu, Mahmut II de görmüş ve maliye nazırlığını kurarak devletin gelirleriyle giderlerini düzenlemek istemişti. Mahmut II devrinin sonunda ve Tanzimat devrinin başlarında devletin başlıca gelir kaynakları şunlardı: a- Âşar Haslar, mirî mukataalar, zeamet, ticaret, malikâne mukataaları, yurtluk, ocaklık ve evkafa ait toprak ürünlerinden aynî olarak alınan vergi idi. Hasların âşarı darphane-i âmire tarafından, mirî mukataaların âşarı ise hazine tarafından mültezimler vasıtasıyla sağlanırdı. Diğer kaynakların âşarı ise ya sahipleri tarafından bizzat alınır, yahut mültezimler vasıtasıyla toplanırdı. b- Vergi Devlete varlık sahiplerinin verdikleri para idi. Menkul, gayrimenkul ve ticaret eşyası üzerinden her yıl devletin hazinesine verilecek değer, şehir ve kasaba belediyeleri tarafından sağlanırdı. c- Cizye Hristiyan reayadan devletin aldığı para idi. Mahmut II devrinde 1834 tarihli bir hat ile Hristiyan varlık sahipleri, cizye bakımından âlâ, evsat, edna olmak üzere üç bölüme ayrılmışlardı. Edna bölüm 15, evsat 30, âlâ 60 kuruş cizye vermekle ödevli idi.

Bu esaslı gelir kaynaklarına gümrük, maden ve posta gelirlerini de eklemek gereklidir. Tanzimatın birinci ve ikinci yıllarında, Gülhane hattında işaret edilen, iltizam ve âşar toplama usulü kaldırıldı. Bunun yerine eminlikler kuruldu ve maliye memurları vasıtasıyla âşarı toplama yolu kabul edildi. Hristiyanların devlete veregeldikleri cizyelerin de, yukarıda gösterildiği gibi, bölümlere göre ayarlanması bırakılarak patrikhanelerin aracılığı ile ayarlanması ve toplanması cihetine gidildi. Fakat gerek âşarın, gerekse cizyenin toplanmasında kabul edilen usuller, beklenilen faydaları sağlamadığı için tekrar eski usullere dönüldü. Bununla beraber halkın eskiden olduğu gibi haksızlıklara uğramasına yer verilmemek için bazı tedbirler alındı. Bu tedbirler arasında başlıcaları şunlardır: 1- Valilerin yetkilerinden olan malî işlerin, üzerlerinden alınarak defterdarlara verilmesi, 2- Vergilerin toplanmasından sorumlu maliye memurlarının ve tahsildarların atanması, 3- Vergilerin ayarlanmasında ve toplanmasında yetkileri olan belediye meclislerinin yetkilerinin genişletilmesi ve vilâyet meclislerinin kurulması, 4- Devlet memurlarından mültezimlik yapmak hakkının alınması, Bu malî tedbirler, Gülhane hattının mal alanındaki amacını gerçekleştirmekten uzaktı. Mustafa Reşit Paşa, etraflı bir mal düzeni programına sahip bulunmuyordu. O, Fransa’da olduğu gibi Türkiye’de de defterdarlıklar ve tahsildarlıklar kurulmasıyla mevcut fenalıkları, mümkün olduğu kadar önlemeyi düşünmüştü. Daha sonra kâğıt para çıkaracak bir bankanın kurulmasını da amaç edindi ise de arkadaşları, ”Yabancı devletlerin pek karışık olan yol ve düzenlerini zorla halka kabul ettirmeye çalışırsanız, bu memleketin çöküşüne sebep olacaksınız” diye karşı geldiler. Reşit Paşa düzen hakkındaki düşüncelerinden fedakârlık yapmak zorunda kaldı. Fakat kâğıt para, Türkiye’de ilk defa olarak onun teşebbüsüyle bastırıldı. Hiçbir karşılık gösterilmeden çıkarılan kâğıt para, bir müddet sonra değerden düştü. Bâb-ı âlî böyle meselelerde tecrübesizdi. Avrupa hükûmetlerine başvurarak kâğıt paraların “halis sikke” gibi sayılmasının sağlanması yolunda tebaalarına emir verilmesini istedi.

Avrupa devletleri, mal meselelerinde zorla kredi sağlanmasının mümkün olamayacağını karşılık olarak bildirdiler. Bunun üzerine uzmanların tavsiyesiyle, eski maden paralardan bir kısmı piyasadan kaldırılarak bunların yerine ayarı Avrupa paralarının ayarına denk ”mecidiye” basılmasına karar verildi. Yabancı paraların geçimi yasak edildi. Bu tedbirler birkaç yıl sonra kurulacak olan millî bankanın ilk hazırlıkları sayılabilir. Sözün kısası, mal alanında ortaya konulmak istenen düzen, devletin bu alandaki güçlükleri yenmesine yardım edecek karakterde değildi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir