Eoin Colfer, Neil Gaiman – Doctor Who – 11 Doktor 11 Oyku

Doktor yeni, yarı-biyonik elinden hiç memnun değildi. “Saçmalık! Üstelik doğru düzgün bir el bile değil, ” diye hayıflandı Aldridge’e. “Sadece iki parmağı var ve bu insansı varlıkların gerektirdiği parmak sayısından bir hayli az!” Aldridge ise Zaman Lordu olsa bile kimsenin derdini tasasını çekecek adam değildi. “O zaman geri ver. Al diye zorlayan mı var?” Doktor kaşlarını çattı. Aldridge’in takas yöntemini çok iyi biliyordu. Xingli cerrah genellikle pazarlığın bu kısmındayken, müşterinin dikkatini dağıtacak bir konuyu öne sürerdi. “Gallifrey’deki kliniğimi neden kapattığımı bilmek ister misin?” diye sordu Aldridge. Doktor’un beklediği dikkat dağıtıcı konu ortaya çıkmıştı. Doktor ne zaman Aldrige’in yardımını istemek için gelse bu hikâyeyi dinliyordu. “Unvanımız yüzünden mi acaba?” diye masumca sordıı Doktor. ‘Kesinlikle, ” dedi Aldridge. “Zaman Lorduymuş… Şu kibre bak! Daha önce birileri Vakit İmparatorlarını önermişti değil mi? Yazık olmuş, Vakitçiler diye kısaltabilirdiniz.” Vakit çiler, diye düşündü Doktor. Aslında ilginç.


ilginçti çünkü İç Mimar olarak bilinen bir Zaman Lordu daha önce bu unvanı önermiş ve kuantum günlerinin kalanını Kötü Vakitçi lakabıyla geçirmişti. Ancak Doktor yüzünde en ufak bir nostaljik gülümsemenin görünmesine izin veremezdi. Bunun bir sebebi, gülümsemelerin o uzun yüzünde ölümcül bir yara gibi görünmesiydi. Diğer neden ise, Aldridge’in böyle bir gülümsemeyi fiyatı artırmak için kullanacak olmasıydı. “Beş parmak, Aldridge, ” diye ısrar etti Doktor. “Sabahları gömleğimi giyebilmem için eksiksiz bir ele ihtiyacım var. İnsanlar fermuar diye bir icadın farkında olsalar da, saçma sapan yerlere düğmeler koyuyorlar.” Doktor cep saatine şöyle bir baktı. “Fermuarların icadına henüz bir yarım yüzyıl daha var aslında.” Aldridge kıvrılmış, seramik parmaklarından birine neşterle dokundu. “Mekanik iskeletin iki parmağı olduğu konusunda haklısın Doktor, ama başparmakla birlikle eldivende mekanik iskeletin sinyalleriyle yönetilen beş tane parmak var. Tam bir yarı-biyonik teknolojisi mucizesi.” Doktor bundan etkilenmişti, ama bunu belli etmeyecekti elbette. “Senin için sorun olmayacaksa tam biyonik bir mucizeyi tercih ederim. Ve çok zamanım da yok.

” “Beş gün sonra yine gel, ” dedi Aldridge. “O zamana kadar et ve kemikten oluşan elin hazır olur. Bir örneğe ihtiyacım var, o kadar.” Aldridge, Doktor’un yüzüne bir örnek kavanozu uzattı. “Tükürmen yeter.” Doktor karşı çıkmadı. Hatta Aldridge’in ondan istediği şeyin az bir tükürük olmasından dolayı rahatlamıştı. Bir süre önce, şu Esrarengiz ikiz krizinden sonra, oldukça nadir bulunan iki litre ZL pozitif kandan plazma yapmak için vazgeçmek zorunda kalmıştı. “Beş gün mü? İşi biraz daha acil bitiremez misin?” Aldridge omuzlarını silkti. “Üzgünüm. Arkada bir dolu amfibik adam var, hepsi de kuyruk ektirmek için tıslayıp duruyorlar. Hepsini ıslak tutmak için kiraladığım itfaiye arabası bir servete mal oldu.” Doktor, Xingli cerrah pes edene kadar sertçe baktı. “Tamam tamam. İki gün olsun ama fiyatı da ona göre artar.

” Tabii ki, diye düşündü Doktor, kendini kötü habere hazırlayarak. “Ne kadarlık bir artıştan söz ediyoruz acaba?” Aslında ne kadar diye sormak pek de doğru değildi, çünkü Aldridge para birimleriyle değil, işine yarayacak başka şeylerle ticaret yapardı. Cerrah çenesini bir kirpinin dikenleri gibi saran kılları kaşıdı. Viktoryen dönem Londrası’nm onursuzları, serserileri ve yankesicileri, Strand boyunca ellerinde parlayan saatlerle kaçabilme umuduyla Aldrige’in Saat Tamir ve Yenileme Dükkânı’na girerlerse kötü bir sürprizle karşılaşırlardı. Çünkü Aldridge yanaklarını şişirip Borneo’nun yağmur ormanlarında yaşayan yerlilerden eksik kalmayan bir hız ve isabetle yüzündeki zehir dolu kılları fırlatabiliyordu. Hırsız kişi kendisini, altı saat sonra Newgate Hapishanesi’nin demirliklerine, önceki üç-dört günü tam olarak hatırlayamayarak bağlı bulurdu. Hapishane gardiyanları kapılarına bırakılan bu tiplere ‘Leylek Bebekleri’ demeye başlamıştı. Doktor, Aldridge’in çenesini işaret etti. “Beni korkutmaya mı çalışıyorsun Aldridge? Tehdit mi ediyorsun?” Aldridge güldü ve sakalları dalgalandı. “Hadi ama Doktor. İşin asıl zevki burada zaten. Pazarlık falan. Bizim oyunumuz da bu değil mi?” Doktorun yüzünden ne düşündüğü anlaşılmıyordu. “Ellerimden birini kaybetmemiş olsam bile aptal gibi gülümsemezdim. Gülmem.

Oyunlar oynamam. Ciddi bir görevim var.” “Eskiden gülerdin, ” dedi Aldridge. “Şu katil toprak solucanlarını hatırlıyor musun? Komik değiller miydi?” “O toprak solucanları, azot oksidi dışkılıyorlardı, ” dedi Doktor. “Gülme gazı diye bilinir. Yani irademin dışında gülüyordum. Yoksa böyle eğlencelere asla katılmam. Kainat oldukça ciddi bir yer ve torunumu eve bakması için geride bıraktım.” Aldridge ellerini masaya dayadı. “Pekâlâ, bu teklifi sadece muhteşem Susan’ın hatırına yapıyorum. Yarı-biyonik elin kirası ve yeni bir elin sihirli fıçımda büyümesinin karşılığında…” Aldridge bir an durakladı, çünkü o bile az sonra söyleyeceği şeyin mizah duygusuna sahip olmayan bir Zaman Lordu tarafından rahatça kabul edilmeyeceğini biliyordu. “…senin bir haftanı istiyorum.” Doktor bir an anlayamamıştı. “Bir haftam mı?” Jeton da tam o anda düştü. “Yardımcın olmamı istiyorsun?” “Sadece bir haftalığına.

” “Yedi gün? Yedi tam gün boyunca yardımcın olmamı istiyorsun?” “Sen bana zamanım verirsin, ben de sana bir el… Bir işi halletmesi gereken çok önemli ve düzenli bir müşterim var. Senin gibi zeki birinin yanımda bulunması iyi olur.” Doktor sağlam eliyle alnına dokundu, “imkânsız. Benim zamanım fazlasıyla değerli.” “İstediğin zaman rejenere olabiliyorsun. Belki bir sonrakinin mizah algısı ve moda bilgisi seninkinden iyi olur.” Doktor da öfkelenmişti ama Aldridge kadar gösterişli değildi. “Üzerimdekiler, bilgisayar tarafından yerlilerin arasına daha kolay karışabilmem için seçildi. Modanın bu konuyla hiçbir alakası yok. Hatta saçma ve dikkat dağıtıcı bir özellik olan bu mantıksız moda takıntısı insanların…” Doktor cümlesini tamamlayamadı, cerrah da söze devam etmedi. Oysa ikisi de cümlenin ölümüne sebep oluyor, diye devam edeceğini biliyorlardı. Doktor kelimeyi söylemenin bile ölümün kendisini çağırabileceğinden korkuyormuş gibi cümlesine devam etmemişti. Doktor’un hayatında çok ölüm vardı. Aldridge de bunu bildiği için anlayışlı davrandı. “Peki Doktor.

Dört gününe karşılık senin için bir el yapacağım. Bundan da aşağıya inemem ve inmeyeceğim.” Doktor sıkıntılı olsa da sakinleşti. “Dört gün diyorsun demek. Bu gezegende senin gibi bir ziyaretçi olarak, sözüne güvenebilir miyim?” “Xingli bir cerrah olarak sözüme güvenebilirsin. İstersen eli TARDIS’ine bırakabilirim. Nereye park ettin?” “Hyde Park’ın üzerinde.” “O dumanlı havada burnunun ucunu görebiliyor musun? Aslında, daha az dikkat çekici bir burun arıyorsan, elimde birkaç burun da var.” Bu konuşma gittikçe havadan sudan bir muhabbete doğru ilerliyordu ve Doktor böyle şeylerden hiç hoşlanmazdı. Dedikodu ve gevezelikten nefret ederdi. “Dört gün, ” diye tekrar etti Doktor ve eskiden sol elinin bulunduğu sol bileğini kaldırdı ve tek kelime etmeden yarı-biyonik, pençeye benzeyen parmaklarını Xingli cerrahın göğsüne bastırdı. Aldridge bu hareketi sessizlikle karşıladı ve kalın kaşlarını kaldırdı. Bir süre sonra Doktor konuşmak zorunda kaldı. “Geçici yarı-biyonik eli takabilir misin lütfen?” Aldridge sonik neşterini kemerinden çıkardı. “Dikkatli ol, ” dedi Doktor.

“Kendimizi kaybetmeye gerek yok.” Aldridge neşteri bir değnekmiş gibi salladı. “Tabii ki efendim. Benim ikinci adım Dikkatli’dir. Aslında ikinci ismim Sakar ama bu müşterileri biraz tedirgin ediyor ve beni filmler iyice yaygınlaştığında ünlü olacak cücelerden biriymişim gibi gösteriyor.” Doktor ne bir karşılık verdi ne de hareket etti. Çünkü Aldridge çoktan kol üzerinde çalışmaya başlamış, geçici eli Doktor’un bileğine takıyor ve yanmış et parçacıklarını kesip sinir uçlarını buluyordu. İnanılmaz, diye düşündü Doktor. Yaptığı işe dikkatini hiç yetmiyormuş gibi görünüyor ama hiçbir şey hissetmiyorum. Xing Tapmağı’nda eğitilen cerrahların en iyi bilinen özellikleri de buydu zaten, hızlı ve hatasızlardı. Doktor öğrencilerin kesilen ayak başparmaklarının acısıyla gecenin karanlığında uyandıklarına dair hikâyeler duymuştu. Sonrasında öğrencilerin diş ipi, üç kertenkele dişi ve bir kavanoz parlayan solucanla kendi parmaklarını ne kadar sürede geri diktikleri ölçülüyordu. Hogwarts’a pek benzemiyor, diye düşündü Doktor. Sonra bu göndermeyi neredeyse bir yüzyıl daha kimsenin anlamayacağını fark etti. Cerrah birkaç dakika sonra, düşünceye duyarlı plastik-deri eldivene dokundu ve yaptığı işe hayran hayran bakmak için geriye çekildi.

“Biraz oynat bakalım.” Doktor söyleneni yaptı ve o anda tırnaklarının boyalı olduğunu utanarak fark etti. “Bu bir hanımefendinin eli olabilir mi?” “Evet, ” diye itiraf etti Aldridge. “Ama iri bir hanımefendiydi. Senin gibi oldukça erkeksiydi. Gülmekten falan nefret ederdi. İyi anlaşırdınız.” Doktor yakut rengine boyanmış, uzun tırnaklı parmağını uzatıp, “İki gün, ” dedi. Aldridge, Doktor’a bastonunu uzattı. “Elini nasıl kaybettiğini söylemedin.” “Evet, ” dedi Doktor. “Söylemedim. İlla bilmek istiyorsan, bir Ruh Korsanı ile yaptığım düello sırasında ateşli bir bıçakla kesildi. Bıçak yarayı dağlamış olmasaydı şu an bambaşka bir Doktor’a bakıyor olabilirdin. Neyse ki acıyı konsantre olarak aklımda bastırmayı başardım.

” “Ruh Korsanları, ” dedi Aldridge öfkeyle. wO hayvanlara hiçbir şekilde hizmet sunmam. Prensip olarak hepsinin dükkâna girmesini yasakladım.” “Hımmmf, ” dedi Doktor ve askeri paltosunu boğazına çekti. Hah, saçmalık 1 da diyebilirdi aslında ama bu söz başka birine aitti. 2 Strand, sokak satıcıları, demirin mıknatısa çekildiği gibi zengin beyefendilerin peşine düşmek için her gün Londra’nın kenar mahallelerinden gelen yabani çocuklar ve Köpek ile Ördek adlı bardan sokağa çıkan yanakları kızarmış sarhoşlarla doluydu. Charing Cross’a doğru yürüyen huysuz ihtiyarı birileri fark etse de, bu beyefendiyle ilgili, ona bir şey söylüyormuş gibi sol eline bakması haricinde hiçbir tuhaflık olduğunu düşünmezlerdi. Yürüyüş şekline ve üzerindeki paltoya bakarak, emekli olmuş bir asker, diye düşünebilirdi insanlar. Rus şapkasını görenler, bir dünya gezgini olduğu çıkarımını yapabilirlerdi. Şapkasından fırlayan dağınık beyaz saçlarına ve cebinden dışarı çıkmış büyütecinin fildişi tutamağına bakanlarsa, tuhaf bir bilim insanı herhalde, diyebilirlerdi. Ancak hiçbiri o akşam aralarından bir Zaman Lordu’nun geçtiğini bilemezdi. Torunu Susan haricinde kimse tabii. Susan belki de bu evrende, sırf düşüncesiyle bile Doktor’u gülümsetebilen tek kişiydi. Doktor’u gülümsetmeyen birçok şey vardı: havadan sudan muhabbetler, acil durumlarda sorulan cevaplamak, sakin zamanlarda soru cevaplamak, Gallifreyli Temennicilerin resimleri (hepsi dolandırıcıydı Doktor’a göre), Dünyalıların Güveç diye bilinen yemekleri, kesinlikle saçmalıklarla dolu olan Blake’s 7 1 isimli dünyalı TV dizisi ve Viktoryen dönemi Londra’sının terli, pis kokulu kalabalığının sıkışıklığı. Londralılar iki parça kanalizasyon, bir parça kömür dumanı ve bir parça yıkanmamış vücut kokusundan oluşan, özel bir birleşime katlanmak zorundalardı.

Bu korkunç koku hiçbir efendi tanımıyor ve kraliçeden temizlikçi kadına kadar herkes tarafından hissediliyordu. Koku yaz sıcağı ya da rüzgârların yönüyle güçlenebiliyordu ve Doktor bütün kainat boyunca daha çok nefret ettiği bir koku olmadığını düşünüyordu. Charing Cross’a vardığında Doktor bu kokuya daha fazla dayanamadı ve at arabalarından birini durdurdu. Sürücünün yarım sandviç teklifini reddetti ve bir mendile saklanmış hava filtreli maskeyi yüzüne bastırıp, sürücüyü daha fazla soru sormaktan alıkoymak için koltuğuna eğilerek oturdu. Doktor, bir süt arabası ters dönüp bütün deposunu caddeye döktüğü için yol değiştirmeleri de dahil yaptıkları seyahati pek umursamıyordu. Bunun yerine birçok gece uykusunu ve kısa bir süre önce sol elini kaybettiren sorun üzerine düşündü. Ruh Korsanları evrenin insansı türlerinin ayaktakımından oluşan korkunç yaratıklardı. İnsanlarla iki ortak özellikleri vardı: bunlardan biri neredeyse görünümlerinin aynı olmasıydı, diğeri ise başkalarının hayatlarına zerre kadar değer vermemeleri. Ruh Korsanları oldukça özel bir modus operandiye 2 sahiplerdi: Hiperuzay yetenekleri gelişmemiş yerlilere sahip bir gezegen seçerler, bulutlar arasına gizlenip, uyku getiren bir kimyasalla bezenmiş anti-yerçekimi ışını kullanarak çocukların odasına sürücüler yollarlardı. Anti-yerçekimi ışını zekiceydi ama uyku getiren kimyasal dahiyaneydi. Çünkü kurbanlar uyansalar bile kimyasal beyinlerinin bir çeşit peri masalı üretmesini sağlıyordu ve bu sayede kurban karşı çıkmadan, kaçırılmasına izin veriyordu. Uçabildiklerine inanır ya da onları yukarı götüren ışın sürücülerini onların yardımına ihtiyacı olan maceraperestler olarak görürlerdi. Her halükârda, bir anlaşmazlık veya sıkıntı çıkmıyor, en önemlisi de mala zarar gelmiyordu. Kaçırılan çocuklar korsanların gemisine vardıklarında, ya motor odasına gönderiliyor ve beyin-yiyen miğferlere bağlanıyor ya da organ ve vücut parçaları için kesilip biçiliyorlardı. Bu organ ve parçalan korsanlar kendilerinde kullanıyorlardı.

Hiçbir şey, bir tırnak, bir elektron bile ziyan edilmiyordu. Bu haydutların lakabı da buradan geliyordu zaten: Ruh Korsanları. Doktor bu korsanları zaman ve mekân üzerinde korkusuzca kovalamıştı. Bu av, onun görevi, takıntısı olmuştu. Galaksi ağına göre, Doktor’un elini alan korsanlar Dünya üzerinde çalışan tek tayfaydı. Onlarla en son yine bu şehirde yüzleşmişti ve TARDIS onların antiyerçekimi ışınını tekrar burada saptamıştı. Korsanlar için Doktor’un sol elini kesmeleri üzerinden yirmi yıl geçmiş olmalıydı ama TARDIS’le zaman yolculuğu yaptığı için Zaman Lotdu’nun yarası henüz çok tazeydi. İşte buna Susan olayın çözüldüğü an derdi. Ruh Korsanlarının gemileri yüzyıllar boyunca, aşılması imkânsız kalkanları sayesinde takip edilmelerini zorlaştırarak yetkilileri atlatmayı başarmışlardı. Korumacı kalkanlarında bir arıza oldu sanırım, diye düşünmüştü Doktor. Ve bu da korsanlan kalkanı tamir edene dek birkaç dakikalığına görünür kıldı. TARDIS’in onları bulması için yeterli bir zaman. Aferin yaşlı kız. Ne yazık ki, korsan gemisinin izinin ortaya çıkmasını sağlayan kalkandaki boşluk kapatılmıştı ve Doktor korsanların hâlâ Hyde Park üzerinde, bulutlarda mı saklandıklarım ya da bir sonraki hedeflerine doğru yolculuk mu ettiklerini bilmiyordu. Genelde bir korsan tayfasının rasgele ziyaret ettiği yüzlerce sokak vardı.

Ancak korsanlar, iyi hasat bölgelerini tekrar ziyaret etme gibi bir alışkanlığa da sahiplerdi. Yani onları bulmak isteyen birinin ihtiyacı olan şeyler, kararlılık ve bolca zamandı. Ve ben ikisine de sahibim, diye düşündü Doktor. Üstelik akıllı bir torunum da var. Bazen fazlasıyla akıllı. Belki de Susan’ı bir görmeliydi. Torunu bazen Doktor’un emirlerine, sadece doğru olan buymuş gibi geldi diyerek karşı çıkıyordu. Torunu genelde ahlaki açıdan doğru şeyi yapsa da, yöntem açısından bakıldığında mantıklı davrandığı söylenemezdi. Doktor, Susan’ı aramayı düşündüğü sırada, torunu da onunla konuşmak istemiş olmalıydı çünkü Doktor’un bileğindeki iletişim aracı bir mesajın geldiğini göstererek titredi. Şaşırtıcı biçimde makine bir kere daha, sonra üçüncü kere titredi. Bunları acil olduğu belli olan birçok titreme takip etti. Doktor küçük ekrana baktığında aynı anda Susan’dan gelen mesajları gördü. Bu nasıl olabilirdi? Bu iletişim araçlarını kendisi tasarlamış ve yapmıştı. Gerekirse zaman içinden de birbirlerine ulaşabilirlerdi. O anda kafasına dank etti.

Aptal Aptal. Bunu nasıl öngöremezsin? Aldridge bu şehirde radar dışındaydı. Büyük ihtimalle bir dizi frekans bozucu çanak ayarlamıştı. Gezegeni tarayan hiçbir makine ne cerrahı görebilirdi, ne de aletlerinin izini. Susan bütün akşam boyunca ona ulaşmaya çalışıyor olmalıydı ama Doktor frekanslann erişemeyeceği bir bölgeydi. Doktor birkaç saniye önce gelmiş olan son mesaja doğru indi ve başlat’a bastı. “Büyükbaba, ” dedi Susan. Nefes nefeseydi ve Doktor torununun koşarken ayaklarının yerde çıkardığı sesi duyabiliyordu. “Daha fazla bekleyemeyeceğim. Tahmin ettiğin gibi ışın numara on dörde indi. Tekrar ediyorum, numara on dört. O çocuklara yardım etmeliyim büyükbaba. Başka kimse yok. Lütfen acele et. Lütfen büyükbaba, lütfen.

” Doktor bir ahmak gibi davrandığı için kendine lanet etti ve sürücüye biraz para fırlatıp adama Hyde Park’ın Ken-sington Bahçeleri tarafına doğru hızla gitmesi için bağırdı. Beni beklemesi gerekiyordu. Beklemesini söyledim. Neden hep böyle gözü kara davranıyor ki? Parkın sonundaki balkonlu evlere doğru yaklaşırken Doktor, torunu ve diğer çocukları kurtarmasına yardımcı olabilecek bir bilgi bulma umuduyla Susan’ın mesajlarının kalanını da dinledi. Anlayabildiği kadarıyla Susan parkta üç çocukla arkadaş olmuş ve ailelerinin, babalarının sinir sorunları nedeniyle İsviçre’deki yenilikçi bir spaya gittiklerini öğrenmişti. Lanetten korkan aileleri, Kraliçe’nin kendi birliğinden olan Yüzbaşı Douglas’ı çocukların başında bırakmışlardı. Lanet. Bu aile de, pek çok başka aile gibi çocukların bir lanetten dolayı kaybolduğuna inanıyordu. Doktor, korsanlara özgü sarıya kaçan turuncu ışının eve girdiğini görebiliyordu. At arabasından atladı ve gaz lambalarının ateşböceklerini andıran ışıklarıyla sarılmış bir yoldan, on dört numaralı eve doğru koşmaya başladı. Kapı tam da Viktoryen döneme uygundu: Omuz atarak kırılamayacak kadar sağlamdı. Yarı-biyonik elim olmaz mı, diye düşündü Doktor ve Aldridge’in teknolojisini denemeye karar verdi. Bir an bile beklemeden kapıya sol eliyle bir yumruk attı. Orta parmağı pirinç kaplı anahtar deliğine çarptı ve Doktor içinde bulunduğu duruma rağmen metal kilidin etrafını saran tahtanın parçalara bölündüğünü görünce bir anlığına keyiflendi. Sahte, eldiven parmaklarından birisi, fazla pişirilmiş bir sosis gibi ikiye ayrılmıştı ama Doktor, Aldridge’in buna anlayış göstereceğini düşünüyordu.

Susan’m hayatı tehlikedeydi sonuçta. Doktor hole daldı ve sağma soluna bakmadan merdivenlerden yukarı çıktı. Korsanlar en üst kata, doğrudan yatak odasına geleceklerdi. Doktor hangi yatak odasına girmesi gerektiğini, kapının altından sızan ışıltıyla anladı. Uzaklardan gelen bir vızıltı duydu. Rahatsız olmuş bir arı kovanı gibiydi ses. Anti-yerçekimi ışını. Çok geç kaldım. Ah, Susan, canım benim. Doktor neredeyse hayvani bir bağırışla, sahte başparmağını parçalayarak yatak odası kapısını açtı. İçeri girdiğinde gördükleri neredeyse Zaman Lordu kalplerinin ikisini de durduruyordu. Yatak odası, Kensingtoıı üst sınıf evlerinden beklenebilecek bir tipteydi: desenli kadife duvar kâğıdı, duvarlarda çerçevelenmiş resimler ve pencereden dışarıya ürkmüş bir yılan gibi geri çekilen, turuncu renkteki ışın. Doktor’un dünyası dışında bu turuncu ışın daha tuhaf kabul edilirdi belki de. Susan havadaydı, pencereden dışarıya doğru süzülüyordu. O güzel, gencecik yüzünde mutlu bir gülümseme vardı.

“Büyükbaba, ” diye seslendi Doktor’a. Hareketleri su altındaymış gibi yavaştı. “Annemi buldum. Şimdi onu görmeye gidiyorum. Hadi sen de gel benimle. Elimi tut büyükbaba.” Doktor neredeyse ona uzatılan eli tutacaktı ama bunu yapmak, tıpkı Susan’ın diğer çocuklara olan sevgisinin sebep olduğu gibi ışının içine girmek anlamına gelirdi ve bunu yapmak için daha çok erkendi. Çünkü Doktor ışının içinde bir nefes aldığı gibi uyutucu kimyasal onu da etkilerdi. Zaman Lordları da sadece bir yere kadar nefeslerini tutabilirlerdi. Doktor, Susan’ın ötesinde ışının içinde birkaç siluet daha gördü. Çocuklar ve onları koruyan yüzbaşı da kaçınlmış. Onları kurtarmalı ve buna bu gece bir şekilde son vermeliyim. Böylece Doktor, ne kadar kalbini kırsa da Susan’m sözlerini duymazdan gelerek ışının altından geçti. Yandaki diğer pencereden, bir Ruh Korsam’nm elinde büyük bir kılıçla, antiyerçekimi ışınıyla gemisine dönmek için beklediği çatıya tırmandı. Korsan iriydi ve beline kadar çıplaktı.

Derisi yaralarla ve eklenen derilerle doluydu. Fazla büyük olan kafası, başının üstünde ünlem işareti gibi dimdik duran örülmüş saç haricinde tamamen kazıtılmıştı. Mano-a-mano 3 diye düşündü Doktor karamsarlıkla. Ve bu korsan benden çok daha büyük bir mano.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir