Erdal Öz – Havada Kar Sesi Var

Varlık Yayınları arasında çıkması dileğiyle İstanbul’da kendi elimle götürüp bıraktığım öykülerimin basılmayacağım anlayınca oturup bir mektup döşenmişim Yaşar Nabi’ye Ankara’dan; öykülerimi, küstah bir dille, geri istemişim. O da, eksik olmasın, elyazısıyla —evet, hem de elyazısıyla— sarı bir defterde topladığım o öyküleri hemen adıma postalamış. Ardından da Varlık dergisinde, adımı bile anmadan, bir başyazı döşenmiş bana: Genç Bir Sanatçıya Açık Mektup. (1.8.1957). O yazıyı okuyunca nasıl şaşırmıştım. Hiç beklemiyordum çünkü. Adımı anmıyor, ama bana ve benim gibi edebiyata burnunu sokan nice yeniyetmeye incelikle de olsa veryansın ediyordu Yaşar Nabi. Çok öfkelenmiştim, ama gizli bir sevinç de vardı bu öfkenin içinde. Ne de olsa, koskoca bir Yaşar Nabi, koskoca Varlık dergisinde, adımı anmasa, güzel şeyler söylemese de, benden sözediyordu; evet o uzun başyazı, bana verilmiş bir yanıttı ve yazının konusu bendim. Ben eserinize bir eleştirmeci gözüyle bakarsam onu beğenebilirim. Ama bana kitap halinde yayınlanmak üzere bir eser teklif ettiğiniz zaman ona bir editör gözüyle bakmak zorundayım… Firmama güvenerek aldığı kitaptan sıkılarak daha ilk sayfalarında onu ellerinden atacakların sayısını hesaplamak zorundayım. Onlara sanat adına, burnunuzu sıkıp bunu hintyağı gibi için, faydasını sonra görürsünüz, diyemem.» 7 Yaşar Nabi, yayımladığı açık mektubun bir yerinde bunları söylüyordu.


Neler vardı o sarı defterde, daha bir yazı makinesi bile edinemediğim için elyazısıyla temize- çekilmiş öykülerim hangileriydi, bilemem şimdi. Ama Yaşar Nabi’nin hintyağma benzettiği o öykülerin yazılı olduğu sarı defteri kaldırıp atamamış, onlann arasından seçtiğim iki üç tanesini, o tarihten ancak üç yıl sonra çıkarabildiğim ilk kitabım Yorgunlar’a da almıştım. (Şubat 1960). Öykülerimi geri isterken, «Bir daha Varlık dergisine tek satır bile yazmamak» kararımı da açıklamışım. Yirmi iki yaşındaki yeniyetmenin öfkesine bakın. Oysa üç yıl sonra, 1960’da Odalarda adlı ilk romanımı, hem de kapak arkasına yazdığı büyük bir övgüyle yayımlayan, yine Yaşar Nabi olmuştu. a dergisipi çıkarmaya başlamıştık. (15.1.1956). Yazdığımız şiirlerin, öykülerin pek azını dergilere kabul ettirebiliyorduk. Verdiğimiz yazıların çoğu geri çevriliyordu. Hele yazdıklarımızın kitaplaşmasını isteyince, yayıncılar haklı olarak deliye dönüyorlardı. a dergisinin çıkışı da, bir ölçüde böyle bir öfkeye dayanır. İlk kitaplarımızı da, a Dergisi Yayınları olarak kendi paramızla bastırdık.

Yorgunlar da böyle çıkmıştı. a dergisi çevresinde bir topluluk gibiydik. Ya İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinin kantininde, ya Beyazıt Camisi’nin yanındaki OsmanlI’dan kalma ulu çınarın altında, ya Lâleli’de bir uzun kahvede, ya da sonradan Yenikapı’da bir çay bahçesinde toplanırdık: Onat Kutlar, Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Doğan Hızlan, Konur Ertop, Ülkü Tamer, Hilmi Yavuz, Demir Özlü, Ercüment Uçan, Ergin Ertem, Önay Sözer, Ergin Günce, Yılmaz Pütün (Güney) ve sonraları yazmaktan vazgeçen birkaç arkadaş daha. Özellikle Adnan, Kemal ve ben, ayn bir üçlü gi8 biydik. Pek ayrılmazdık birbirimizden. Kemal o zamanlar öyküler de yazardı. Üçümüzün gözünde de yazar, işini iyi bilen bir yazı ustasıydı, bir tür zanaatkardı; oturup bir kompozisyon ödevini yazıyormuşçasma öyküler de yazabilmeliydi. Bize göre yazar, bir konuyu, kendi yazarlık yeteneği içinde, kendi düş gücüne dayanarak öyküleştirebilen kişiydi. Yazar dediğin böyle olmalıydı. Ve biz de bir süre böyle olmaya çalıştık. Hiç unutmam birgün yine üçümüz yolda gidiyorduk. Tam ünlü Çemberlitaş turşucusunun önünde, karnı burnunda bir kadının bize doğru geldiğini gördük. Kadın, bütün görkemiyle geçti gitti yanımızdan; gebeliğiyle dünyaya meydan okuyor gibiydi. O kalabalıkta, onca insanın içinde nedense üçümüzün de dikkati o kadının üzerinde yoğunlaşmıştı. Kadın geçip gittikten sonra bakıştık ve öykülerimizin ortak konusunu saptayıverdik: O gebe kadındı öykülerimize yön verecek olan özne.

Ertesi gün sözleştiğimiz saatte buluştuğumuz çayevinin bir köşesinde hem çaylarımızı yudumluyor, hem de bütün bir gece oturup yazdığımız o gebe kadının çevresinde dönenip gelişen öykülerimizi okuyorduk birbirimize. Yine birbiriyle hiç ilgisi olmayan üç değişik öykü çıkmıştı ortaya. Sonra da kalkıp büyük bir keyif ve anlaşılmaz bir güvenle Yenilik dergisine gitmiştik. Doğruca dergiyi çıkaran Naim Tirali’nin odasına girdik. İçeride Behçet Necatigil ile Salâh Birsel de vardı. Öykülerimizi ellerine tutuşturduk. Hiç işleri yokmuş gibi, başlarmda durup öykülerimizi okuttuk. Her biri eline bir öyküyü alıp sonuna kadar okudu yada okuyormuş gibi yaptı. Dergi adına bir sunuş yazısı hazırlanarak bu üç öykünün birlikte Yenilik dergisindeyayımlanmasını istedik; hem de hiç aşağıdan almadan. Sonra da öykülerimizi orada bırakıp umutla çıktık. 9 İyi ki yayımlanmadı o öyküler. Nezihe Meriç, o zamanlar Kadıköy’de, anasıyla babasıyla birlikte otururdu. O küçücük iki katlı küçük ev, babasının yaptığı yağlıboya tablolarla doluydu. Nezihe Meriç, teyze kızımın çocukluk arkadaşıydı. Ona gitmeye başlamıştım.

Öykülerimi götürüp bırakıyor, ondan eleştiriler alıyordum. Sonra da ilk öyküm, Seçilmiş Hikâyeler dergisinde onun aracılığıyla yayımlanmıştı. Çok etkilemiştir beni ‘Nezim’. Bir de Orhan Kemal. Bayılırdık ona. Tutkunduk. Üstelik arkadaş gibiydi bizlerle. Yazıp götürdüklerimizi hiç üşenmeden oturur okurdu İkbal Kahvesinde. Konuşurduk. Güç verirdi bize. Kendisiyle yapılan bir konuşmada beğendiği genç öykücüler arasında bizlerin de adını anmıştı bir keresinde. İlk kitaplarımızı yayımladığımızda, öykülerimiz de artık dergilerde yayımlanır olmuştu. Bunca yıl sonra bir daha göz atınca gördüm ki: Yorgunlar ilk kitap olmanın bütün özelliklerini taşıyor. O öykülerden dördünü iyi ki yazmışım, diyorum; altlarına bugün de hiç çekinmeden adımı koyabiliyorum. Ama bir kitap yapmayı keşke biraz daha geciktirseydim de, geri kalan o hintyağı gibi öyküleri yırtıp atacak vaktim kalsaydı, diye düşünüyorum şimdi; tıpkı sevgili Yaşar Nabi gibi.

Havada Kar Sesi Var, ilk kitabım Yorgunlar’dan seçtiğim dört öyküyle sonradan yazdığım başka öykülerden Oluşuyor. Baktım da, o öyküleri yazdığım yıllar düşünülecek olursa, gerek benim açımdan, gerekse öykülerde beliren tipler açısından, ister istemez, Yorgunlar’dan aldığım öykülerde ‘sivilceli dönem’ diyebileceğim ergenlik dönemi, öbür öykülerdeyse, ‘ilk gençlik dönemi’ dile getiriliyor. Biraraya getirirken bu öyküleri yenibaştan elden geçirdiğimi de belirtmeliyim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir