Erdal Oz – Yaralisin

‘Bir ulus, destanı kadar ulustur’ sözünün üstünde önemle durmak gerek. Sanatı, kültürü, romanı kadardır ulus. Ulusların uygarlığıyla romanı arasında bir orantı kuruyorlar. Roman bazı düşünce adamlarına göre kültürü simgeliyor. Doğru yanlış, bugünlerde roman gittikçe önemini artırıyor. Tam, bazıları roman öldü derken, roman çağımızda gittikçe önemini artırıyor. Güney Amerika’da dövüşe ilkin roman başladı dersek yanlış söylemiş olmayız. Bizim tarihimizde hep şiir dövüşmüştür. Roman, çağımızda, daha doğrusu günümüzde işe yeni giriyor, şöyle uluslara, çağlara dönüp baktığımızda destan, şiir, türkü, roman çoğunlukla dövüşmüştür. Çağımıza gelince gerçekten bilinçli dövüşüyor. Ya sömürenin yanında, ya da yoksulların, ezilenlerin yanında. Dünyamızda insan mekanikleşiyor. Mekanikleş-tikçe de insanlıktan uzaklaşıyor. Belki bu epeyce sert bir sav. Bu savı bütün kesimler için kullanamayız.


Ama kullanabileceğimiz kesimler var. İnsanın bürokratlaşması, hele çağımızda, bir çeşit makine haline gelmesidir; yabancılaşması, daha da çok yozlaşmasıdır. Bürokrat, kullanılan adamdır, bir çeşit âlettir. Bürokrat da bunu böyle kabul ediyor. Kendisini bir dişli, âlet saydığından da, kendini böyle birisi olaraktan kabullendiğinden de, yaptığı işlerden dolayı kendini bağışlıyor. Erdal Öz bir roman yazdı. Romanın adı Yaralısın. Bu romanda bir hapisaneyi ve işkence mahallerinde işkence gören bir kişiyi anlatıyor. İşkence gören bu kişi siyasi. Bu romanda işkence yapan kişiler var. Erdal Öz bu işkence yapanları, gerçekten daha gerçek belki de, duyuruyor anlatıyor bize. Erdal Öz’ün işkencecileri bir makinenin dişlileri gibi hep birbirine benziyor. Birisi sarışın, birisi esmer, birisi dazlak, ama hepsi bir makinenin dişlileri gibi birbirinin aynı. Merhametlisi merhametsizi yok, onlar âletler… Bazı bazı birisinin azıcık insanlığı tutacak oluyor, ama ne kadar, ne kadarcık insanlığı. Erdal Öz, romanında bir kadını anlatıyor.

Ro’- man kişisini falakaya yatırdıktan sonra şişmiş, parçalanmış ayaklarının şişini indirmek için tuzlu su üstünde yürütüyorlar. Orada çalışan bir kadın var, kıpırtısız, duygusuz gibi. Mekanik bir biçimde yerdeki kanlan siliyor, süpürüyor, temizliyor, hiçbir kıpırtı, işaret yok yüzünde. Bu halktan bir kadın, öyle duruyor. Öyle duruyor ama, içi de kasmıyor. Erdal Öz, bu kadının içinin kaynadığını ne bir sözcükle, ne bir cümleyle söylüyor. Kadın, kanlan, yerleri siliyor, oracıkta da öylece duruyor. Peki onun içindeki fırtınayı nereden nasıl anlıyoruz? Ben mi yakıştırdım, bilmiyorum. Yakıştırdığımı da sanmıyorum. Belki de büyük sanat, büyük sanatın özelliği, bir şey söylemeden anlatmak. Büyük sevinçler, büyük öfkeler de öyledir. Konuşmazlar. Büyüklüklerini her kıpırtıda görürüz. Erdal Öz’ün romanının en sevdiğim tipi, öyle duran, ama içi fırtınalaşan, işkencecilere lanetler yağdıran, lanetlerini yüreğimize hançer gibi sokan o kadındır. Roman başkalarınca da okunduğunda bu etkiyi onlarda da gösteriyor mu, adam adam sormak isterim.

İşkenceciler kendilerini makine haline getirmişler ve kendilerini sorumluluktan kurtarmışlar. Biz makineyiz, diyorlar. İşte biz böyleyiz, bizi de böyle yaptılar, diyorlar. Kendi kendilerine de, bu hale düştüklerine de acıyorlar. Erdal Öz hiç konuşmuyor, li- san-ı hal ile anlatıyor. İşkence türlerini romanında Hsan-ı hal ile anlatıyor. Bazı kendilerini insandan sayanlar da var, işkenceciler arasında. Bu kendi dar çemberini aşıp azıcık acıyan, işkence görene yardım etmeye çalışan bir kişi. Ama o da işkenceci. Erdal Öz, merhamet duyduğu bu kişiden iğrendiriyor oku- ’ yucuyu. Bir de tam kişilik gösterenler var. Bunlar işkenceyi zevkle, tadla yapıyorlar. Makine olmaktan çıkıp işkence makinesi oluyorlar. Bu makine tepeden tırnağa öfkeye, öce, canavarlığa kesiyor: Erdal Öz’ün üstünde durduğu da hep bunlar. Bunlar, Erdal’a göre her şeyi bilinçli yapıyorlar.

İşkenceden murat işkence görenin kişüiğini öldürmek, insanlığını öldürmek. Erdal Öz romanında boyuna diyor ki, işkenceden, bu kadar aşağılanmadan sonra artık senin eski insan olmayacağım biliyorlar, biliyorlar da seni buncasına aşağılıyorlar. Doğru, işkence görmüş insan hiçbir zaman işkence görmemiş, aşağılanmamış insan gibi olamaz. Başka bir şey olur ama, aşağılanmayı tatmış insan, aşağılanmanın ne kadar aşağılık bir şey olduğunu bilir. İnsanoğlunun insanlığına kıymanın ne demek olduğunu bilir. İyi romanın yaşamdan daha gerçek olabileceğini Erdal Öz’ün romanını okuduktan sonra bir daha anladım. Roman, sanat, yaşamdan daha güçlüdür. Son günlerde işkenceye uğramışlar, inanılmayacak işkenceleri bir bir anlattılar. Bu işkenceler çağımızda, yurdumuzda yapılıyordu. Hepimiz, bütün ulus, bütün insanlık suçluydu. Hepimiz bu aşağılanmaların bata- ğmdaydık. İşkence görenlerin anlattıkları şiddetti. Bir küçülmenin, aşağılanmanın, alçaklığın şiddetiydi. İnsan, o işkencecilerle birlikte işkence görmediğinden utanıyordu. Erdal Öz’ün romanındaki işkenceler, yaşamdan, yaşamın bize anlattıklarından da şiddetli, etkili.

Ve insan bu romanı okurken de insanlığından, yaşamından, konuşmaktan, görmekten, soluk almaktan utanıyor. Bu romanı okuduktan sonra, savaşsa savaşa eyvallah, ölümse ölüme eyvallah, ama işkence!., Allah hiçbir insanı işkence yapabilecek kadar hasta etmesin, aşağılamasın. İşkence görenin çıkar yolu yok. Ya işkence eden, kendi elinden, insanlığın iğrencinden, çocukların iğrencinden, ulusunun iğrencinden nasıl kurtulur? Dostoyevski, Karamazov’larda Allah olmazsa ne oluru tartışır. Allah olmazsa her şey mübahtır, der tiplerinden birisi. Bu sonsuz umutsuzluktur. İnsanlar Allah’a inanmazlarsa, onları kötülük yapmaktan insanlık duygulan alıkoyar. Ya insanlık duygulan da iflâs etmişse… İşte bu kapkara umutsuzluktur. Bu işkenceci umutsuz bir insandır. Kendinden, insanlığından, dünyadan her şeyden umudunu kesmiştir. Bütün insanlık duygularının ardına düşmüştür. Bu da bir şey değil midir? Ben böyle birisini tanıyorum. Bir insan öldürüp içeri düşmüştü. Her haliyle kötülüğü, iğrençliği kabul etmişti.

Hasta birisiydi. Çıkınca dört kişiyi daha öldüreceğini söylüyordu. Durmadan hiçbir insanlık kaydına şartına bağlı olmadığını söylüyordu. Erdal Öz’ün romanındaki bazı işkenceciler de böyledir. İnsanlık kaydının şartının dışına çıkmışlardır. Kendilerinden, insanlıktan umudu kesmiş işkenceciler, bu umutsuzluklannı örtebilmek için, işkence . ettiklerini var güçleriyle suçluyorlar. Suçlamak bel ki de onları rahatlatıyor. İşkence ettiklerini suçlamak onlann içinde kalan azıcık insanca taraf. Bazıları öylesine bütün insanlık duygularından arınmışlar ki işkence ettiklerini suçlamak gereğini bile duymuyorlar. Bir de başka bir şey var bu romanda: İnsanın kendi kendini aşağılamadan kurtarması. Bu romandaki genç adam insanüstü bir çabayla direniyor. Bütün işkenceleri görüyor, işkencelerin en alçaklarına dayanıyor da ağzından çıt çıkmıyor. İnsana bu delikanlının direnişi olamaz gibi geliyor. Bu duyguyu romancı da veriyor bize.

Hepimiz böyle bir dayanma olamaz duygusuna kapılıyoruz. Oysa oluyor. Erdal Öz de görüyor ki oluyor. Romancıya karşın oluyor. Bu dayanma Erdal Öz’ün inanmadığı bir şey mi? İnanmasa neden yazsın, öyle ya. Belki de bilerek öyle yazıyor. Bir inanılmaza bizi inandırmak için… Oysa insanoğlu hiçbir işkencede konuşmayabilir. Yeter ki kendisini ona göre hazırlasın. Yeter ki ona karar versin. İnsanoğlu ölür de konuşmaz. Bir de bilsin ki işkencede yenildikten sonra insanlığından bir şeyler yitirir, konuşmaz. Konuşanları da kimse küçümseye- mez. Kendileri de içinde, çözülenleri kimse küçümsememeli. Onlar hazırlıksızdılar, bu bir. Bir de bedenin bir dayanma gücü vardır, bu iki.

Kendi beden gücünü bile hiçe sayanlar vardır, bu üç. Bu roman direnen adamın destanıdır. Kendi bedeninin güçsüzlüğünü yenen, aşağılanmayı yenen, iğrençliğini yenen, hastalıklarını yenen, gücün bile üstünde bir gücün destanıdır bu roman. Erdal Öz çapındaki bir romancıdan bir roman daha beklemeliyiz. O da yenilen adamın romanı. Yenilerek yenilmeyenlerin romanı. Dünyamız iki kapılıdır; birisi yen- giyse birisi de yenilgidir. Yenilerek aşağılanmış insanın romanım da yazmalı Erdal Öz. Onu da bu kadar güzel, bu kadar insanca, bu kadar yalm yazacaktır. Bu ustalıktaki bir yazarın yapamayacağı güzel şey yoktur. Başka bir şey daha katmalıyız romana, işkence gören, bir an için aşağılandığını sanıyor. Bir umut için, bir güzellik için, kardeşlik, eşitlik için aşağılanmak, aşağılanmak değildir. Öyledir ama diyeceksiniz, gel de sen bunu aşağılanana, işkence görene anlat. Her şey, herkese anlatılır. Hele Erdal Öz çapındaki usta bir yazar her şeyi herkese böylesine dostça, yalınca, insanca anlatabilir.

Dahası da, ötekiler bile anlatılır, o makine olmuşlar, kendilerinden, insanlıklarından umutlarını kesmişler bile anlatıla- bilir, üstelik insanları anlatır gibi, işkencecileri de an- latabiliriz. Hastalıkları, iğrençlikleri anlatmıyor muyuz? Nedense bu işkence, bu kötülük, bu direnç romanının üstünden bir umut yeli esiyor. Bunu duyurmak da büyük bir ustalık olsa gerek. Romancılığımızın Erdal Öz den öğreneceği epeyi şeyi olacak. Genellikle bizim yazarlarımızın dili epeyce kekeme, tutuk. Erdal’ın dili öyle değil, işlek, yalın. Anlatacağı şeyin gözüne gözüne gidiyor. Her sözcüğünü yerli yerince kullanıyor, hiçbir şeyi savurmuyor. Belki de Erdal’ın tek kusuru bazı yerlerde, yeri gelince dili savurmaması… Birazcık Erdal’ı, bu savurmaması, tekdüzeye düşürüyor. Erdal, insan bedeninin hallerini iyi tanıyor. Acıyı, nekahati, yorgunluğu, çözülmeyi, uyuşmayı, kofluğu, deliliği, makine olmayı, bıkkınlığı… Bir kişideki tekmil beden hallerini… Bedenin duygular üstündeki etkisini romanında çok iyi saptamış. Bir de Erdal Öz, iyi bir gözlemci. Hapisaneyi, ha- pisanedeki birbirlerine benzeyen Nuri’leri çok güzel anlatıyor. Erdal Öz’de lâf yok dersem şaşmamalıyız. Gerçekten yok.

O, her şeyi küçük ayrıntılarla veriyor. Bizim romanımızda ayrıntılar yoktur. Bu yüzden de çok eskiye bağlı bir romandır bizim romanımız. Bizim, hele son yıllardaki romanımız hiç biçim aramıyor. Yeni bir dünya getirmişsek, ister istemez yeni biçimler de getireceğiz. Neden öyleyse bizim romanımız körün değneğini bellediği gibi hep aynı yere vuruyor. Erdal romanında romanımızın bu kötü huyundan da vazgeçmiş. Küçük ayrıntıların romanı, büyük bir havanın romanı oluveriyor. Erdal Öz burada bir sihirbaz. Bu roman bir direncin, bir kahramanlığın, aşaf ğılanmaya karşı koymuş bir insanın romanı, dedim. Bu roman bir de insanlık adına bir utancın romanı. Bir şey daha söylemeliyim bu roman için, anlatılan ne kadar gerçekse, ya da gerçekten daha gerçek duygusunu veriyorsa, dil de o kadar güzel olur. Gerçeğin dili güzel oluyor. Erdal’ın dibe çökmüş, mayalanmış ustalığı burada. Erdal Öz’ün romanından bir parçayı söylemeden edemeyeceğim.

İçerde bir Nuri var. Bütün içeridekilerin adı Nuri ya. Sonunda işkence gören de Nuri oluyor ya. İşte bu Nuri’lerden birisi karısından mektup bekliyor. Karısının adı Gül. Kolunda da mavi bir dövme gül. O içeri düşünce Gül Almanya’ya gitmiş. Günler günü Nuri mektup bekler. Mektup günüdür. Nuri giyinmiş kuşanmış, iki dirhem bir çekirdek, aynı sevgili bekler gibi sevgilisinin mektubunu bekler. Sonunda mektup gelir… Gelir ama… Bence bu parça büyük ustalara has bir parçadır. Zaten Güvercin hikâyesi gibi büyüleyen bir hikâyeyi yazan usta bir yazardan böyle güçlü bir romanı beklemeliydik. Bu roman güçlü bir yazarın güçlü bir insanı anlattığı romandır. Yaralısın, romanımızın unutulmazları arasına girecektir. Türkiye başı belâda bir ülke.

Ortaya bir karamsarlık çökmüş ki olmaya gitsin. Ama Türkiye’de böyle romanlar yazılıyor. Bu roman ve romancısı tepeden tırnağa bir karşı koyma, bir protestodur. İnsanca, dostça, sevgi dolu… Kötülüğe bunlarla karşı koyan. Bizi yüreğimizden vuran, dostlukla, acımayla. Türkiye bu karmaşıklık içinde belki de en güzel çağını yaşıyor. Neden ki derseniz, işte bir Erdal Öz, işte son yılların yeni genç romancıları… Bir ulus destanı kadar ulustur sözü gerçekse eğer. Bir ulus romanı kadar uygardır sözü gerçekse… YAŞAR KEMAL ************************************************** YARALISIN Nurilerle doluydu koğuş. Az önce silindiği belli, kurumaya yüztut- muş, üzerinde yol yol izler bulunan bir masanın başına, tahta bir sıraya oturdun. Dayanıp sürtüıımekten parlamış, sıvaları yer yer dökülmüş, yağlı duvara verdin sırtını. Eski, kurumuş bir gazete yırtığının üzerinde getirip önüne bıraktıkları deliksiz peynir topağından iki üç parça koparıp çiğnemeye çalıştın. Tahta dolabın alt gözünden çıkardıkları bayat ekmeğe elini bile sürmedin. Helaların bulunduğu yere açılan tam karşındaki kapıdan yıllanmış, keskin bir sidik kokusu gelip gelip yüzüne çarpıyor, havayı acılaştırıyordu. «Kıdemli nerede?» demişti gardiyan. Tıknaz, etine sıkı, orta boylu, katı görünüşlü biri, yatakların oralardan çıkıp gelmişti.

«Buyur dayı.» «Nuri bak sana birini getirdim, şimdilik burada kalacak.» «Tamam dayı.» Gardiyan, sarkık göbeğinin üzerinde kavuşmayan daralmış ceketini iki yana savurarak yürümüş, elini omuzuna atarak kıdemlinin kulağına bir şeyler söylemişti. Adının Nuri olduğunu öğrendiğin kıdemli, gardiyanın kulağına fısıldadıklarını dinlerken gözucuyla sana bakarak başını sallamıştı. Gardiyan koğuştan çıkıp gidince, gelmiş, karşında durmuş, ilk kez gördüğü garip bir yaratığı şaşkınlıkla inceler gibi bir süre öylece bakmıştı sana. Yüzünde yumruk bekleyen bir boşluk duygusuyla kıpırtısız durmuştun. «Hoşgeldin.» «Hoşbulduk.»

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir