Eren Erdem – Selmani Pak

Size büyük bir devrimciden bahsedeceğim. Çölde gerçeğe yürürken attığı her adımda statükoyu zırr-ü zeber eden bir aşk eri… Allah elçisine “halilim/dostum” diyen, kendisine “ebu ül-İslam” diye hitap edilmesini isteyen bir ışık. Şatafatlı malikânelerden çöle inişin gayriresmi ideolojisinden bahsediyorum. Allah elçisinin lafzında, “Cennet üç kişiyi özler: Ali, Ammar ve Selman…” Statükoya, sömürü ve tasalluta kalkmış bir yumruk. Devrimin öncüsü, ashabın incisi… Selman’ı doğru anlamak için, Selman’ın kâinatı okuma biçimini kavramak gerekir: İki tip okumadan bahsetmek gerekiyor. Servet, lüks, şatafat ve zenginliğin gölgesinde, fildişi kulelerde yapılan bir okuma. Fussilet Suresi 26. ayet: İnkâr edenler dediler ki: “Şu Kuran’ı dinlemeyin! O okunurken yaygara koparın ki, galip gelesiniz.” Bu okuma, içe-öze dönük bir okuma değildir. Hazza dayalıdır, tatmin arayışı ihtiva eder ve sınırları zorlar. Çünkü halihazırda, servet ve zenginlik; hazzı önde tutan bir psikoloji üretir. Bir de, hayatın içinde, sokakta, yanan ateşin etrafında okuma vardır. O okuma, Kuran’ı bir yaşam kitabı haline getirir. Somut, müspet, hayata doğrudan müdahale eden bir kitap olarak Kuran, bu yüzüyle anlaşılabilir. Selman, ikinci okumanın en belirgin adamıdır… Müslüman zihin Selman’ı tanımıyor desek yeridir.


Çünkü bu kitap, onun hakkında yazılmış ilk kitaptır. Selman, unutulan, unutturulan isimlerden biri. Şah rejimi sürecinde üstat Ali Şeriati, Louis Massignon’un Selman-ı Pak adlı eserini tercüme etmişti. İran şahı, kitabın basımını yasaklatmış, toplatmış ve yaktırmıştı. Selman, feodalizmin, faşizmin kâbusudur. Korkulu rüyasıdır. Konuştuğu dili bilmediği halde, “halilinin” önüne bedenini siper edebilecek bir hakikat yolcusudur. Selman, Selman’dır. Issız çölde gerçeği arayan yalnız yolcu. Mekkeli oligarşinin kâbuslarını süsleyen bir ateştir. Büyük bir serveti terk ederek çıktığı o yolda, Allah’ın son nebisi Muhammed’e doğru atılan her adımda, yoldaşı Ebuzer gibi, yoksulluğu kahretmeye yürüyordu… Yoksulluk küfürdür. (Hz. Ali) Züht ve takvayı, keramet ehli olma sanan; sokağı ve halkı unutan mollaların neden bu büyük sahabeyi anlatmadığını daha iyi anlayacaksınız. Selman, hakkında Allah elçisinin övgüleri olan nadide sahabelerdendir. O, övülmüştür.

Ve bir İranlı olmasına rağmen, peygamberimiz tarafından ehlibeytten olduğu ilan edilmiştir. Ehliyetsizliğin, riyanın kol gezdiği zamanımızda Selman, öze dönüşün ve Devrimci İslam’ın sembol isimlerinden biri olarak görülmelidir. Ve bu eserimizde, İslam tarihi kaynaklarından yola çıkarak; o büyük sahabeyi “tarafsız ve hakkaniyet ölçekli” bir sunumla anlatma gayretine girdik. Selman-ı Farisi, bütün tarikatların, tasavvuf gruplarının ortak benimsediği bir isimdir. Lakin Türkiye’de; hakkında yazılıp çizilmemiş ender sahabelerdendir. Selman-ı Farisi’yi insanlık âlemine tanıtma gayesiyle kalemi eline alan Ali Şeriati’nin eseri, İran şahı tarafından yaktırılmıştır. Ve maalesef bugün bir kopyası dahi yoktur. Lakin Selman’ı incelediğimde, üstat Ali Şeriati’nin ne gördüğünü çok net biçimde anladığım kanısına vardım. Ve inanıyorum ki bu eserimiz yanan sayfalara tercüman olacaktır. A l l a h yâ r v e ya r d ı mc ı mı z o l s un… Umut ve devrimle!. E r e n E r d e m 10 Ekim 2011 ANLAMA KILAVUZU Kulağına aşk şarkıları fısıldayıp Özgürlük türküleri haykıracağız… Size öykü anlatmayacağım… Zira “edebiyatçı” değilim. Ve olamayacağım da kesindir. Çünkü, kurgular arasında sıkışıp kalmış hakikati arıyorum. Hakikate, hakikat kadar yaklaşma ümidiyle yanan bir kalemden mürekkep damladı, ortaya Selman çıktı… Selman’ı anlatmanın başka bir yolu var mı? Bilmiyorum… Onu, sıradanlaşmış “akademik kelimelerle” gizlemeli mi? Yoksa, onun gönül hanesinde kopan fırtına misali “rüzgâra kapılıp” esmeli mi? Bu eserde Allah takdir ederse, Selman’ı; Selman’ı anladığımız kadar anlatacağız… Selman’la birlikte, dönemin hadiselerine bakacağız; ve İslam’ı anlama yolculuğuna çıkacağız… Fakat Selman’ı anlama yolculuğumuzda; Selman’ın gönül ve zihin dünyasını biçimlendiren Fars ilinde vuku bulmuş hadiseleri de anlamak gerekiyor. Bir isyan ve devrim beldesi olarak İran, tarih boyunca “hürriyet” için yumrukların havaya kalkışına çok sık şahitlik etmiş bir diyardır.

Öyle ki, bugün de “eli kanlı zulüm” bütün oklarını bu beldeye çevirmiştir ve bu beldenin tarihsel devrimci kişiliğini yok etmeye çalışmaktadır. Zira, köklü bir tarih, kültür, sanat, edebiyat birikiminden bahsediyorum: İran! Bizim kof aydınlarımızın zihninde “yobazlığın merkez üssü olarak işaretlenmiş” bir diyar. Binlerce kelle koparmış celladın, parmağı kesildiğinde ağlaması gibi bir tezadın içerisinden; tarihi ve insanı okumayı “fetişizme” dönüştürmüş karanlığın üzerine çöken, mosmor kesilmiş zorbanın gölgesini silip süpüren bir aydınlıktan bahsedeceğim… Devrim kelimesini işittiğinde “aslandan ürkmüş yabaneşeği misali” kaçışanların uykusu kaçacak. Çünkü bir çöl adamının sırrını ifşa edeceğiz elbirliğiyle. Lakin evvelinde biraz zihnimizi açmamız gerekiyor dostlar… Etrafı çitlerle çevrilmiş zihinlerimizde yaratılan devlerle hesaplaşmaksızın Selman’ı okumak, bir maceracının günlüğünü okumaya benzeyecek şüphesiz. Bu bizim inandığımız bir okuma biçimi değildir. Bizim Selman’da gördüğümüz hakikat “tüylerimizi nasıl dikleştirmiş ise”, gönlüne göçenlerde de aynı etkiyi yapacaktır kanaatiyle aldım kalemi elime… Hele ki, “aşk” kelimesinin ardına inşa ettiği çürük binayı görmezden gelenleri çok aşacak bir sırdır Selman. Bu zaman için konuşacaksak eğer, zamanın “aşkı”; yalnızlık ve korkunun birlikteliğinden doğan gayrimeşru çocuktur. Ve bu çocukta rüşt/olgunluk aramak gaflettir. Çünkü o çocuk, diğerleri için elmaşekerinden vazgeçemeyecek kadar bencildir. Ve bütün varlığı; sadece yalnızlık korkusuna dayanır… Gündüz yolculuk yaparken farlarını yakmak zorunda kalmışların avuntusuna dönüşmüş, tatmin ve hazperestlik dışında bir mana içermez hale gelmiş bir kavramı konu edinirken, o üç harfli kavrama dair oluşmuş yargıları parçalamak gerekir değil mi? Bizim sorunumuz, gönül ile akıl arasındaki köprüleri yakmış olmamızdır. Salt akılla yola çıkışın neticesinde; kesesindeki altınlar dışında bir şey düşünmeyen konformistlere, salt gönülle yola çıkışın neticesinde de, sokaktan, gerçekten ve hakikatten uzaklaşma temayülüne gark olmuşuz. Lakin, denge Selman’dır. Ve “aşk”, dengede gizlidir. Dengesizliğin faturası ortadadır.

Bugünün bütün ilişkileri; yalnızlık korkusunun sığınma evine dönüşmüştür. Ve yalnızlık korkusunun karşıtı yoktur. Çünkü “doğal olan”, hududun dışındadır. Ben, benim, bana, bendeki düşüncesinin tezahürüdür. Biz’in katilidir, çoğula değil tekile inanışın resmidir. Evet, devrim çoğul bir kavramdır. Evrim ise tekil. Kemalat (evrim-olgunlaşma) sen’de, devrim ise biz’de başlar. Ve en önemlisi. Aşksız devrim olmaz… Aşk’ı sevdiğinin iki bacağı arasına sıkıştıranlar sıkı dursun. Aşk yeryüzünün en “illegal” kavramıdır. Çünkü, bütün sistem ve kaidelerin karşısındadır… Aşk, sınırları ve sınıfları reddeder. Tabulara, yargılara ve kurallara itiraz eder! Issız çölün yalnız ruhu Selman, çıplak ayaklarıyla çıktığı “aşk” yolculuğunda, o itiraz, isyan ve retle sürmüştür izleri. Issız çölde yoldaşı olan o büyük ateş, Fars sokaklarındaki kıvılcımdan türemiş ve bütün gönül hanesini kaplamıştır Selman’ın. Sanılanın aksine, sınırlar ve tabular arasına sıkışmamış, özgürlüğün doruklarında raks etmiştir.

Ha, bugün de söylüyorlar, “özgürlük kelimesine giydirilmiş bir pranganın gürültüsüyle bestelenmiş bir şarkıyı…” Özgürlük arayanlar önce nereye bakar dersiniz? Karşı sokakta açılmış bir örgütün yazıhanesinde özgürlük aramak mı? Evet! İmkânsızı, imkânlar dahilinde yaratıyoruz. En yakın adres olan “kendimizi”, kenz’imize (heva ve ihtiras yığınımıza) tercih edemiyoruz bir türlü… Ya da korkuyoruz. Dışlanma korkusu. Deli derler be adam! Akıllı dur! Amcalarına itiraz etme… Yok yok! Anne, baba; siz değil! Biz suçluyuz… Çünkü sizin yarattığınız kaideleri tercih ettik. Kenz’imizi, kendimize tercih ettik… Ve şimdi bu yalnızlığın faturasını, yarınlara kesiyoruz. Hakikate olan açlığımızı; ihtişamın, şehvetin, şöhret ve servetin ardından koşarak gidermeye çalışıyoruz. Lakin, olmuyor değil mi? Bir gün dostlardan birine, “İnsan neden kariyer yapar?” gibi bir soru sormuştum. Doğru ya, insan neden kariyer yapar? Onlardan ayrılmak için değil mi? Ya da kendisine ezberletilmiş hayat öyküsünü oynayarak yaşadığı zannına kapılmak için, değil mi? Yaşam öykülerini ezberlemiş bir nesil olmanın ta kendisiyle karşı karşıyayız evet. Her şey zaten belirlenmiş… Ve aşkın modası geçmiş bu karanlık zamanlarda. Bütün meleklerin önünde eğildiği varlık, devlerin önünde secdeye kapanmış… Hele ki gölgesi boyunu aşan o devler karşısında dahi duramazken, koca bir hayata meydan okuma edamız yok mu? Heyhat! Ama, ümitsizlik imansızlık derler ya, o yüzden ümidin çığlığını işiteceğim yine bugün. İnsan olmanın doğal şartı olan isyanımla sesleneceğim gönlüne… Ne kadar keskin bakarsan bak, ancak baktığın yer kadar görürsün. Hayata nereden bakıyorsun? Bunu sormalı evvela… Lüksün, şatafatın, aldatmacanın, yani bu koca yalanın içinden bakan gözlerin hakikati görmesi mi? Bu büyük bir yalan… Öze dönüş mü? O hiçbir yerden bakmamaktır! Bütünü görmektir… Çünkü bir yerden bakmanın yarattığı görüş, baktığın yerle doğru orantılıdır; ki zaten bakmak ile görmek arasındaki yedi farktan bahsetmedik henüz… Herkes “hicret” hadisesinin Mekke’den Medine’ye varan bir yolculuk olduğunu sanır ya. Hicret, senden sana yolculuktan başka bir şey midir? Sen ve senin sendeki kutsanmışlığından arınarak, sana/toprağa dönüşün… O halde koca bir hicret hali bizimkisi. Allah’ın halili İbrahim gibi İsmail’ini kurban edenlerce tavaf edilmiş bir yolculuk… İsmail dedik evet. Sen de kurban et İsmail’ini… İsmail’im ne diyorsan söyleyeyim; rahatın, konforun, makamın, şöhretin, servetin, iktidarın, varlığın, seni diğerlerinden farklı ve üstün kılan bütün putlarından bahsediyorum… “Benim bir İsmail’im yok…” düşüncesi mi? Bu basit bir aldatmacadır.

Çünkü yeryüzündeki kavga, kutsanmış yargıların çatışmasından ibarettir… Seni bana, beni sana üstün kılan putları kutsamışlığımızdır kavgamızın nedeni… Malın, mülkün, şöhretin, statünün, omzundaki rütbe, oturduğun koltuk, kartvizitin, itibarın, şan ve azametin… İşin sırrı ise “elif”te gizli. Elif… Birlik, bir olmak. Eşitlenmek ve diğerkâm olmak… Söylemesi kolay, “ben” kavramını var eden bütün prangalar yok olmadıkça temin edilemez bir kelimeden bahsettik şimdi… Biz dedik. Kusur işledik belki de, bu gamlı zamanlarda milletin uykusuna musallat olmanın bedelidir belki yalnızlığımız. Anne(ler), baba(lar) bizi affedin. Biz, sizin susturduğunuz gerçeği haykırmanın hazzıyla yananlarız. Ve rahatımızı bozan türkülere sevdalıyız. Ekmek kuyruğunda, açlıkta ve afette eşitlenmeyi reddedip, sokakta, hayatta eşitlenmeye “ikrar” vermiş yiğit gönüllere armağan olsun… Selman’ın doğum günü kutlu olsun… Vesselam.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir