Eric-Emmanuel Schmitt – Şişmanlayamayan Sumocu

Sıska, uzun, dümdüz olduğum halde, Şomintsu önümden geçerken seslendi. “Sende bir şişman görüyorum.” Yok ya! Cepheden bakınca kibrit çöpünde kurutulmuş ringa balığı gibi görünüyordum. Profilden ise… Profilden görünmüyordum bile, sanki üç değil iki boyutluydum, çizilmiş bir resim gibiydim, girintim çıkıntım yoktu. “Sende bir şişman görüyorum.” İlk günlerde karşılık vermemiştim, çünkü kendi kendimden sakınıyordum. Durmadan insanların bana sözlerle, mimiklerle, hareketlerle sataştıklarını düşünür dururdum, bu hatamın farkına vardığım için o zaman da yine hayal görüyorum diye yorumladım. Böyle tekrar eden sanrılara paranoya diyorlar galiba, evet, paranoyaya kapılıyordum, alerjiden de öte bir şeydi bu. “Cun, sakin ol, kendini mahvediyorsun” diye kendi kendime nasihat ediyordum. Bu eğri bacaklı ihtiyar böyle sözler söylüyor olamazdı. Üçüncü sefer, Şomintsu yaklaşırken, kulaklarımı tıpkı şut karşılamaya hazırlanan bir kalecinin bacakları gibi açtığımı söylememe gerek bile yok. Bir kelimesini atlamak, tek hecesini kaçırmak söz konusu olmadığı gibi, bu ihtiyarın ağzından çıkacak hırıltıyı bile yakalayacaktım. “Sende bir şişman görüyorum.” “Bi’ siktir git ya!” Bu söylediğimi duyduğuna adım gibi emindim. O ise cevabımı duymazdan geldi, gülümsedi ve sanki ben hiç tepki göstermemişim gibi kaldığı yerden gezintisine devam etti.


Ertesi gün, durdu ve sanki o anda bir şey keşfetmiş gibi şaşkın bir yüz ifadesiyle haykırdı: “Sende bir şişman görüyorum.” “Senin kafa çorba olmuş gal’ba.” Yakayı sıyırmanın yolu yoktu! Her gün şırak diye aynı şeyi söylüyordu. “Sende bir şişman görüyorum.” “Sen bi’ doktora gitsene!” Ondan sonra da her sabah, sinirlenme dereceme göre benzer cevaplar verdim: “Gözlüklerini tak dede, duvara çarpacaksın”, “Tımarhaneden yeni mi çıktın”, hatta “Beni zorlama, yoksa ağzında kalan son üç dişi de yuttururum sana.” Şomintsu sarsılmaz bir şekilde burnunu dikiyor, neşeli, sakin, yüzüne haykırdığım şeylerden hiç etkilenmeksizin yoluna devam ediyordu. Kaplumbağa. Otuz saniye boyunca bir kaplumbağa ile konuştuğum hissine kapıldım, haki renkteki kırışmış yüzü tüysüzdü, yaşlı göz kapaklarının gizlediği iki küçücük göz tarafından delinmişti, evet, zayıf boynu ağır kafasının altında eğilip bükülmüş, eşsiz, kaskatı ve sert zırhtan giysisinin katları arasında kaybolmuştu. Bu acayip davranışının sebebi hangi hastalık olabilir diye düşünüyordum: Kör müydü, sağır mı, sersem mi, yoksa şaşkın mı? Onunlayken soru sıkıntısı yoktu, sadece insan hangisini seçeceğini bilemiyordu. Kurtulmak için tek yapmam gerekenin sabahları o dört yol ağzında bulunmamak olduğunu söyleyeceksiniz, ancak başka seçeneğim yoktu. On beş yaşındaysan hayatını kazanman gerekir. Özellikle de tek başınaysan. Eğer Kırmızı Cadde’nin köşesinde, yani kızıl tuğlalardan yapılmış, Japonya’nın en aptal fotoromanlarını yayımlayan binanın altında, metro çıkışıyla otobüs durağı arasında bulunan stratejik noktada dikilmeseydim, malımı satacak yeterli müşteriyi bulma şansım olmazdı. Aslında Şomintsu dikkatimi çekmişti, çünkü söylediği şeyler tamamıyla aptalcaydı. Akıllı insanlar beni bambaşka biri yapıyordu, çünkü iyi niyetli olanlar zaten beni gün boyunca soru yağmuruna tutuyorlardı: “Sen niye okulda değilsin bakalım?”, “Ailen senin burada olduğunu biliyor mu?”, “Seninle ilgilenen akraban falan yok mu?”, Hepsi öldü mü?”, ve bunun gibi sağduyulu, iyi niyetli, cevaplamadığım bir sürü soru.

Ah, evet, bazen de başka bir soru gelirdi: “Bunları satmaya utanmıyor musun?” Bu soru için hazırda tuttuğum bir cevap da vardı aslında, “Hayır, ama satın almaya utanırdım” diye bir cevap, ama delinin birine denk gelip kaçmak zorunda kalırım diye bunu hiç kullanmamıştım. Kısacası, beni şişman gören Şomintsu’nun bu dünyadan olmamak gibi bir avantajı vardı, batıya yürürken aklı doğudaydı, herkesin aynı yöne koştuğu, herkesin birbirine benzediği Tokyo isimli bu şehirde, o farklı görünüyordu. Bunun onu sempatik hale getirdiğini söyleyecek falan değilim, hayır, ben hiç kimseyi sevmiyordum, ama Şomintsu bana biraz daha az antipatik geliyordu. O zamanlar alerjiden mustariptim çünkü, bunu belirtmem gerek. Bu dünyanın tamamına karşı hoşgörüsüzdüm. Kendim de dahil. Eğer benim gibi bir vakayla ilgilenmiş olsaydı, tıp bilimi için biçilmiş kaftandım. Evrensel alerji. Hiçbir şey ilgimi çekmiyordu, her şeyden tiksiniyordum, yaşamak bende kaşıntı yapıyordu, nefes almak sinirlerimi ayağa kaldırıyordu, etrafıma bakınca içimden kafamı duvarlara vurmak geliyordu, insanları izlemek midemi bulandırıyordu, sözlerine maruz kalmak cildimi egzamayla kaplıyordu, çirkinliklerine şahit olmak beni sarsıyordu, insanlarla sık sık karşılaşmak soluğumu kesiyordu, hele onlara dokunmak, bunu sadece düşünmek bile beni bayıltabilirdi. Kısacası, tüm varoluşumu bu rahatsızlığım üzerine kurgulamıştım: Hoşça kal okul, hiç arkadaşım yoktu, boş konuşmuyor işimi yapıyordum, hazır yemeklerle, konservelerle ve çabuk çorbalarla karnımı doyuruyordum, bir inşaatın köşesine büzülüyor, tek başıma yiyordum, gece de genellikle kötü kokan ıssız yerlerde, tek başıma uyumaya gayret ediyordum. Düşünmek bile bana ıstırap veriyordu. Tefekkür etmek mi? Faydasızdı. Hatırlamak mı? Zahmet etmiyordum. Geleceğe kafa yormak mı? Ondan da kaçınıyordum. Geçmişle ve gelecekle ilgimi kesmiştim.

Ya da en azından kesmek için elimden geleni yapıyordum. Çünkü durmadan bana değersiz hatıralar taşıyıp duran hafızamdan yakamı sıyıramazsam, eğlenceli şeyler düşlememe engel olmam güçleşiyordu. Bunun mümkün olmadığını bir gün anlayacağımı, bir şamar yemiş gibi uyanacağımı bildiğim halde, yine de bunu kendime yasaklamıştım. “Sende bir şişman görüyorum.” O pazartesi bana ne olduysa, cevap vermedim. Kafam uğursuz düşünceler kuyusunun en dibindeydi, ne Şomintsu’yu fark etmiştim, ne orada öylece durduğunu, ne dikkat kesildiğini, ne de söylediklerini. Yüksek sesle tekrarladı: “Sende bir şişman görüyorum.” Yüzüne baktım. Duyduğumu anladı ve ısrar etti: “Sende bir şişman gördüğümü söylediğimde bana inanmıyorsun.” “Dinle kaplumbağa, saçmalıkların umurumda değil! Kimseyle konuşmak istemiyorum, yoruyor beni! Çaktın mı?” “Niçin konuşmak istemiyorsun?” “Alerjim var.” “Neye karşı?” “Bütün dünyaya karşı.” “Ne zamandan beri?” “Alerji birdenbire geliverir derler, hop, aniden, bir sabah bir kalkarsın, alerji olmuşsun. Saçmalık! Alerji bana gitgide artarak geldi. Ne zaman başladığını söyleyebilecek durumda değilim. Sadece, önceden, çok eskiden başka türlü olduğumun farkındayım.

” “Anlıyorum, anlıyorum” diye mırıldandı bilmiş bir ses tonuyla. “Hayır, hiçbir şey anladığın yok! Beni kimse anlayamaz, hele sen hiç anlayamazsın. Anlaman gereken tek şey, o olmayan şey.” “Alerjin mi?” “Hayır, dangalak: Bendeki şişman!” Bitkin düşmüştüm, normalde altı ayda konuştuğumu birkaç dakikada söylemiştim. Artık buna bir son vermek için de eşofmanımın altını yukarı sıyırdım. “İyi bak, kaplumbağa, benim dizlerim kalçalarımdan daha geniştir.” O zamanlar, biçimsiz, vücuduma göre oldukça orantısız dizlerimle iftihar ederdim. Kendimden nefret ettiğim için de, sadece beni çirkin gösteren yerlerimi severdim. Neredeyse farkında olmadan, kusurlarıma, çarpık dizlerime ve çıkıntılı âdemelmama bağlı bir beğenilme arzusu geliştirmiştim. “Görüyorsun ya, moruk, tavuk gibi görünüyorum. Kaba ve iri eklemlerim var ama etrafında et yok.” Şomintsu tasdik etti. “Bu sağlam kemik yapısı sezgilerimi doğruluyor” diye haykırdı, “senin içinde bir şişman uyuyor. Uyandırıp beslemek gerek ki ortaya çıksın.” “Hop! Şişmanlamanın bana ne faydası olacak ki?” “Sen böyle iskelet gibi kalmayı mı tercih ediyorsun? Zayıf olmayı seviyorsun öyleyse…” “Kendimden iğreniyorum dedim, duymadın mı? Alerjim var benim, tüm dünyaya karşı alerjim var! Anlattıklarım çok mu karmaşık?” Çok gevezelik etmiştim, daha fazla konuşmamak için dudaklarımı ısırmıştım.

Ne diye bu bostan korkuluğuna içimi döküyordum ki? Bana ne olmuştu böyle? İçtenlik krizine falan mı girmiştim? Sanki kronik alerjim beni hiç takmıyordu… Şomintsu bir bilet uzattı. “Al. Müsabakaları izlemeye gel.” Ne olduğuna bile bakmadan elini ittim, çünkü cömertlik çağrıştıran her şeye karşı içgüdüsel bir tiksinti duyuyordum. “Hayır.” “Reddediyorsun ama sana ne bileti verdiğimi bilmiyorsun bile.” “İstemiyorum.” “Yazık, harika bir turnuva olacak.” “Ne turnuvası?” “Sumo güreşi. Benim bir güreş okulum var. Büyük şampiyonlar bu cumartesi karşı karşıya gelecek.” Kahkahayı patlattım. İçten kahkaham oldukça da uzun sürdü. Kesin olan bir şey varsa o da asla bir sumo güreşi müsabakası izlemeye gitmeyeceğimdi, sumo Japonya’da nefret ettiklerimin zirvesi, bayağılığın doruğu, tiksintinin Everest’i. “Kıçlarında ipek bir string donla, neredeyse çıplak halde çember şeklinde bir minderde debelenen, saçlarını topuz yapmış, iki yüz kiloluk yağ bidonları mı, yok teşekkürler! Kavga eden bu yağ tulumlarını görmeye gelmem için elime bir bilet tutuşturmak yetmez, üste para da vermelisin.

Çok para. Bayağı çok para.” “Ne kadar?” “Ne ne kadar?” “Ne kadar?” diye üsteledi Şomintsu. “Sumo turnuvasına gelmen için sana ne kadar ödemem gerek?” Ciddiydi, cebinde para arıyordu. İhtiyar gerçekten dik kafalıymış! Helal olsun! Çok da kabalaşmadan, homurdandım. “Israr etme kaplumbağa. Paran yetmez. İyilik etmek istiyorsun, benden bir şey satın al.” Ayakucumda duran, doğrudan doğruya kaldırıma yaydığım tezgâhımın üzerine dizilmiş malları işaret ettim, bütün insanlığa gıcık olduğum halde bu son derece kalabalık köşeye demir atma sebebimi. Bir saniyeden daha kısa bir an göz attı ve söylendi: “Yok, hayır, böyle bir şey satın almaktan utanç duyarım.” Böylelikle ağzımı kapamıştı, zaten ben de tam olarak aynı şeyi düşünmüştüm. Teklifimle hiç ilgilenmeden, elinde tuttuğu buruşmuş para yığınına tekrar baktı. “Al, yanımda bu kadar var.” Paraları tezgâhın üzerine attı, sonra giriş biletini usulca tezgâhımın üzerine bıraktı, aniden döndü ve hızla uzaklaştı. Çok şaşırmış, öylece hareketsiz, kalakalmıştım.

Sonra, kimsenin olan bitene şahit olmadığına emin olarak, eğildim, paraları topladım ve cebime tıkıştırdım. Tuhaf. Çaba göstermeden bu kadar kazandığım için neredeyse utanmıştım. Hiç de hoş olmayan bu histen kurtulabilmek için, müsabaka biletini alıp yırttım. “Hayır, sumo güreşini izlemeye gelmeyeceğim. Hayır kaplumbağa, içimde uyuyan şişman falan yok. Hayır babalık, beni satın alamayacaksın.” Parmaklarımın arasında parçalanan her bilet parçasıyla onur ve haysiyetime yeniden kavuşuyordum. İlerleyen günlerde olaylar üstüme üstüme geldi. Ticaretimin gerekleri için mekân değiştirmeye karar verdim ki bu da seri felaketlere sebep oldu. Aslında –sonradan farkına vardım– yerimi değiştirmek için kendimi ikna etmeye çabalıyordum, bulduğum bahaneler tek bir gerçeği gizliyordu: Şomintsu ile tekrar karşılaşmamak. Kendi kendime yakalanmıştım… Ertesi gün yeni bir semte gittim ve oldukça kalabalık bir cadde üzerine tezgâhımı açtım. Daha bir saat bile geçmemişti ki elli metre sağımda ve elli metre solumdaki heriflerin de aynı malları sattıklarını keşfettim. Beni fark ettikleri anda hemen basıp gitmemi istediler. “Nedenmiş” diye üsteledim.

“Kaldırım babanızın malı mı?” “İki kişi bile çok, üç kişi imkânsız. Hemen kaybol piçkurusu!” “Aranızdan biri gidebilir, bana göre hava hoş.” Rakip olduklarından birbirlerini sevmediklerini umarak, kurnazlık yapıp herifleri birbirine düşürmeye uğraşıyordum. Kötü talih! Tam tersi oldu: Düşmanlar son gelen davetsiz misafire karşı memnuniyetle işbirliği yaptılar. Bağırdım çağırdım, direndim, mücadele ettim ama mallarıma el koydular ve hepsini de kanalizasyona döktüler. Aslında kavgaya devam etmeye, ben de onların tezgâhlarına aynısını yapmaya niyetliydim ama önce satacak mal bulmam gerektiğinin farkına varıverdim. Hayatta kalmamı sağlayan kaçakçılığın döndüğü hangarların arkasında saatlerce dolaşıp tedarikçimi bulmaya uğraştım, altın dişli bir Çinliydi, asla cümleleri tam söylemezdi, hatta kelime bile kullanmazdı, ödemesi ya da tahsil etmesi gereken miktarların liste halinde dökümünü yapmakla yetinirdi. Neyse ki Şomintsu’nun bıraktığı para sayesinde pek çok yeni mal alabildim. O esnada, yani ben sokaktan ayrılırken akşam oluyordu, dört polis arabası bir hışım sokağa daldı, kaçakçılık masası ekipleri baskın düzenliyordu! Biraz geç de olsa gereğini yapmıştım. “Gereğini yapmıştım”, çünkü tesadüfen oralarda aylak aylak dolaşan birine dönüşebilmek için ani bir hareketle mallardan kurtulmuştum, “biraz geç”, çünkü polislerden birinin beni görecek kadar zamanı olmuştu. Aralarında en genç olan, zayıf, kel, kalan dik saçlarını da boyatıp sarışın olmaya karar vermiş ama saçları turuncu olmuş polis, piyangoyu kazanmış gibi haykırmaya başladı. “Mallarını attı! Mallarını attı!” diye ciyaklıyor, bir yandan da arabasının önünde bir sağa bir sola koşturuyordu. Bu herif kendini ne sanıyordu böyle? Amerikan filminde aktör falan mı acaba? Bense derde girmiş başımı hafiften çevirerek sanki arkamdaki birine seslendiklerini sanmışım izlenimi yaratmaya çabalıyordum. Dik kafalı inatçı herif, “Ben Tokyo’nun en iyi polisiyim” triplerine girip silahını çekti, üstüme çullandı ve “Yere yat” gibisinden bir şeyler haykırdı, sesinin inceliğine kendi de şaşırmış olmalı ki, çünkü ben hiç tepki vermemiştim, üstüme atladığı gibi beni yere yapıştırdı. Uyuz herif! Bu sırada diğerleri de koşarak çevredeki sokak aralarına ve hangarlara doğru dağıldılar.

Tiz sirenler tüm semti saran kasveti delip geçti. Birkaç saniye bekledim, hem sert düşüşümün ardından kendimi toplamak, hem de bu gözü dönmüş, acar polise denk gelme talihsizliğime hayıflanmak için. “Beni rahat bırakın” diye mırıldandım sakince. “Kutularını attın!” “Hayır.” “Evet. Kutularını attın! Seni gördüm!” “Kanıtlayın.” “Ben polisim. Bana inanırlar.” “Ah, tabii, sen çok güvenilirsin, değil mi havuç kafa? Elbette kendine İsveçli süsü vermeye çalışan ama renk ayarlarıyla oynanmış televizyondan başka şeye benzemeyen bir Japon çok güvenilirdir. Şahitlik yapmadan önce saç rengini değiştir Voltran, yoksa jüri üyeleri kusacak.” Kendimi tutamıyordum işte, söylediğim her sözcükle durumum daha da vahim bir hal alıyordu, çünkü herif üstüme abanıp kalkmama engel oldukça ben daha çok küfür ediyor, aşağılıyordum. “Sen melemeye başlayınca muhakkak sesi kısmak gerek, yoksa taşaklarını fermuarına kıstırdığını sanırlar. Mızrak çuvala ne kadar sığarsa, sen de süper kahraman olarak o kadar ikna edicisin, Voltran’ın salça kafalısı! Evet, tereddüt bile etmedin, çok ustaca bir hamleydi, en zayıf düşmanın üstüne atıldın, on beş yaşında masum bir ergenin üzerine. Tabancanı bile çektin şampiyon! Bravo! Sana polis okulunda emanet ettiklerinin gerçek bir silah olduğunu biliyorsun değil mi, yani annenin doğum gününde aldığı plastik olanlardan değil. Aradaki farkı çakozlayabiliyor musun? Renk duyunu kaybetmişsin ama umarım dokunma duyunu hâlâ koruyorsundur.

Bu gerçek bir tabanca, oyuncak değil!” Kalkmamı istediğinde suratının bembeyaz olduğunu gördüm, gözlerinden ateş çıkıyordu, çenesini öfkeyle sıkmıştı, tam orada durdum. Bir Japon’u asla gereğinden fazla aşağılama, yoksa ateş eder. Bir kelime daha etseydim, polis zayiatı olacaktım. Beni merkeze götürdüler. Sorguya çektiler. Alışık olduğum gibi, kimliğimle, ailemle, akrabalarımla, adresimle ilgili hiçbir soruya cevap vermedim. Beş para etmez bir sokak iti bile daha çok gevezelik eder, ipucu verirdi; ben vermedim. Onları usandırdım. Tutuklanmadan önce ne kadar nutuk çektiysem, sonrasında o kadar sessiz kaldım. Sarsılmaz bir sessizlik. Sıra mallarımın meşhur kutularına geldi, onlar kutuları önümde açar açmaz içinden çıkardıkları şeylere üzgün gözlerle baktım ve iç çekmekle yetindim: “Bunları satmaktan utanç duyardım.” Rahatsız olmuşlardı –onlar da aynı fikirdeydi– üstelemediler. Duyarsızlığım onları öyle yormuştu ki ne beni ikna edebildiler ne de baskı yapabildiler, polislerin ya da sosyal hizmet görevlilerinin her zaman yaptıkları gibi, beni bıraktılar. Sorun şuydu ki, Şomintsu’nun verdiği parayı mal almak için harcamış, malları da polise kaptırmıştım. Nasıl geçinecektim? Göze göz, dişe diş.

Çözüm gün gibi ortadaydı: Ben de, geçen gün sermayemi kanalizasyona döken iki rakibin mallarını araklayacaktım. İntikamımı sokak ortasında almama kararı aldım –bu çok tehlikeliydi– ama mallarını haberleri olmadan çalabilmem için nerede oturduklarını tespit etmem gerekiyordu. Serserileri izlemek kolay değildir, ihtiyatlıdırlar, daima tetiktedirler. Yine de, birkaç günlük takibin ardından, ikisinin de saklandıkları yeri buldum ve sake ile kafa bulmaya gittikleri bir cumartesi gecesi, alacağımı tahsil etme düşüncesiyle mallarını arakladım. Pazar günü çalışmamaya karar verdim ve resmi adresime gittim. Resmi adresim, sokakta yattığım için, oturmadığım bir binada gerçek olanların arasına eklenmiş sahte bir posta kutusuydu. Kutumda bir posta vardı. Zarfı elime alınca, annemin kullandığı pulları hemen tanıdım. Mektubu açmadan sırt çantamın içine, diğer mektupların yanına gönderdim. Annemin mektuplarını hiçbir zaman okumazdım. Zaten biri onları daha önce okumuş ya da yazmış oluyordu, çünkü annemin okuma yazması yoktu. Okuma yazması olmayan birinin mektubu mu, teşekkürler! Ne saf ve temizdi, ne de orijinal. Günümün geri kalanını bir otoyol köprüsünün altında, motor gürültülerinin ninnisiyle uyuklayarak geçirdim. Pazartesi sabahı, her zamanki mekânımda, fotoroman binasının altında, mutlulukla ve işime tekrar kavuştuğum için gururla yerimi aldım. Şomintsu karşıma dikildi, bakışları ciddiydi.

“Cumartesi gelmedin.” “Ha?” “Oysa paranı ödemiştim.” “Senin paran yetmez, babalık, bunu sana daha önce de söylemiştim, ben senin için fazla pahalıyım. Hem anlaşmayı kabul etmemiştim.” “Al. Bu defa sana para vermiyorum, sadece yeni bir bilet veriyorum.” “Debelenen sosislerin maçını izlemeye asla gelmeyeceğim.” “Sende bir şişman görüyorum.” Bileti bıraktı ve gitti. Bilmediğim bir sebeple bileti yerden aldım ve cebime tıktım. Ondan sonra da olaylar sarpa sardı. Önce yaşlı bir kadın geldi, sattıklarım hakkında ileri geri konuşarak hatırı sayılır bir kalabalık toplanmasına sebep oldu. Kendimi savunuyordum savunmasına, ama kadın gittikçe yükselen bir sesle cırlıyordu: “Rezalet! Rezalet!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir