Erich Fromm – Barisin Teknigi ve Stratejisi

Ne demokrasi, ne ekonomi, ne hukuk, ne din, ne de ahlâk anlayışlarımız artık bize yeterli gelmiyor. İnsana ters, yanlış, eksik ve yetersiz. Çarpık inançların, yanlış görüşlerin, farklı ve eksik bir insan anlayışının ürünü. Demokraside hiçbir zaman bireyin iradesi temsil edilmiyor. Çıkarcı bir oyuna alet olmaktan ileri gidemiyor insanlar. Kendilerini önemli bir kişi kılabilmek için yaptıkları işleri abartıp, yüceltmeyi de pek severler. Ve o “eşit idare” adı verilen demokrasi uğruna, şehit bile olurlar. Ekonomide siz, istediğiniz ve ihtiyacınız olan şeyleri mi alıp, tükettiğinizi sanıyorsunuz? Deniliyor ki: “Herkes kendi bireysel çıkar ve menfaatini gözetir ve kollarken, bütünün çıkarına da hizmet eder” ya da “tam rekabet kuralları, firmaları üretim ve fiyat açısından dengeye sokar, bu da bireyin yararına olur”. Kimi kandırıyorsunuz ya da siz hâlâ bu masallara inanıyor musunuz? İnsanlar artık kullanılmak ve başkalarının çıkarları doğrultusunda davranmak istemiyorlar. Descartes’in “düşünüyorum, öyleyse varım” deyişiyle zirveye ulaşan bireysel ayrımcılık ve izolasyon süreci, artık tarihsel gelişim içindeki görevini tamamladı ve işlevini bitirdi. İnsanlar şimdi daha değişik ve daha yeni, fakat daha farklı şeylerin özlemini duyuyor, ihtiyacını hissediyorlar. İnsanlık artık büyük mekanizmaların oyuncağı olmak, onlaBarışın Tekniği ve Stratejisi Barışın Tekniği ve Stratejisi rın gücü altında ezilmek, “bireysel olmak” ve “kişisel özgürlük” aldatmacası ile yalnızlığa ve güçsüzlüğe itilmek, sonra da bir oyuncak ya da kukla haline gelmekten kurtulmak istiyor. Yine aynı şekilde, birbirine rakip olmak, düşmanca davranmak, başarı stresi ile birbirini yok etmeye çalışmak istemiyor, rekabet, mücadele ve savaştan bıkmış durumda. Bireysel gücünün aslında yok denecek kadar az olduğunun farkında. Kendi seçimleri ile çoğu kez başkalarının çıkarlarına hizmet ettiğini, kaynakların yanlış, çarpık ve kötü kullanılmasına yol açtığını da biliyor.


O halde ne yapmalı, hem kendi gerçek değerini ve gücünü yerli yerine oturtmalı, hem de bütünün (ortak ürünün) ve insanlığın hayrına nelere ve nasıl kararlar vermeli? Bir çözüm önerisi, bireyselliğin ve yalnızlığın derinine dalmak, iyice içe çekilmek ve içsel değerleri farkederek, orada bütünselliğin hazzına varmak ve bu güçle, dışa karşı savaşmak ya da karşı koymak. Bu, olabilir. Ama bizce asıl doğru olan, evrensel bütünsellik gerçeğinin farkına varmak ve o doğrultuda davranıp, o çizgide yaşamak. Bu çok zor, karmaşık ve bilinmeyen birşey değil. Yüz hatta bin yıllardır, çeşitli dinlerde, felsefelerde, inançlarda dile getirilmiş, bir çok düşünür, din adamı, filozof, evliya ve peygamber-lerce de yaşanarak gösterilmeye çalışılmış, bu “doğru inanç ve doğru yaşam” bilgisi. Ama bu anlayış, geçmişte ve geride kalan bir yaklaşım değildir. Bunun günümüzde daha çağdaş ve değişik biçimlerdeki uygulamaları, insanlığın önünü açacak ve onu düzlüğe ulaştıracak tek yol, tek seçenektir. Nedir evrensel bütünselliğin farkına varmak? Evren aslında, sanki görünmeyen bir takım iplerle birbirine içten içe bağlı bir bütünlüktür. Burada her yapılan şey ve her türlü hareket, sistemin bütünü tarafından algılanır, hissedilir ve ona bir cevap verilir. Ama bizler (öyle olması gerektiği için) üç boyut ve beş duyu ile sınırlı olduğumuzdan, bütün bunların farkına varamayız. Tıpkı yanımızdan ve içimizden gelip, geçen çeşitli elektronik frekansların, ışımaların ve hatta renklerin, seslerin ve mikropların farkına varamadığımız gibi. Ve işte ondan sonra da insanlık serüvenimiz başlar. Başımızı kuma gömer, başlarız yaşamaya. Sanırız ki, yalnız ve tek başınayız. Kimse bizim ne yaptığımızı, neleri sakladığımızı, gizlediğimizi bilmiyor ve farketmi-yor.

Oysa bir sistem var ve biz bu sistemin içindeyiz, ona bağlıyız, onunla birlikte varız ve birlikte hareket ediyoruz. Ama insanlar bağımsız, özgür ve kendi iradeleriyle davranıyor olmayı pek severler. Bu nedenle de, kendilerini hep böyle avutup, oyalarlar. Ama biz, bir sistemin içindeyiz. Ondan ayrı ve bağımsız olmamız da mümkün değil. Bu gerçeği ve varoluşun bilincine varmak, aslında bizi çok daha özgür ve huzurlu kılacaktır. İnsanlık artık böyle gelişmiş bir anlayışa ihtiyaç duyuyor ve bu türlü modellere istek gösteriyor. İşte bu bütünselliği ve taş, toprak, hava, su ve bütün canlılar ile birlikte insanların da birbirlerine bağlı olduğunu (hem aynı bütünün parçaları, hem de birbirine bağlı olmanın bilincini) far-ketmek, hissetmek ya da kavramak, yeni çağın ilk adımı olacaktır. O zaman böyle çarpık toplum modellerine ve yanlış ekonomik ya da siyasf düzenlemelere gerek kalmayacak. Çünkü bütünselliği farketmek, kişiye muhteşem bir sorumluluk ve dev bir görev anlayışı getirmektedir. Barışın Tekniği ve Stratejisi Barışın Tekniği ve Stratejisi Böyle bir durumda kişiye ayrıca ekonomik yaptırımlar uygulamaya, toplumsal cezalar vermeye, çeşitli baskı unsurları ile tehdide bir gerek kalmaz. En büyük yargıç onun kendi içindedir zaten. Vicdanı denir onun adına. Karşıdaki farketmeden onu kandırsa bile, vicdanı aldatmak mükkün olmaz. Her yanlışta, sisteme her ters davranışta, başkasının hakkına her el uzattığında ya da bir başkasını kırdığında, onu herkesten önce kendi vicdanı yargılar.

Bütünsel gerçekliği kavrayış, bize yepyeni ekonomik, toplumsal, ahlâkî, sanatsal, bilimsel ve dinsel anlayışlar getirecek. Şimdilerde toplumsal kurumlar, dinler, ahlâki anlayışlar gibi çabalar ve yaptırımlarla zorlanan inanışlar (ki bunlar, bizi çeşitli biçimlerde o bütünsel anlayış doğrultusunda davranmaya iterler, bu amaç için “yaratılmış” koltuk değnekleri gibidirler), artık tıpkı yağmurun yağması, rüzgârın esmesi ve güneşin doğması gibi doğal hale geleceklerdir. Eğer her düşünce, eylem ve hatta istek ve hayallerin bile, sistemin içinde bir yeri ve etkisi olduğunu bilirsek, sisteme verilen her türlü üretimin, yine o sistemin içinden kişiye geri döneceğinin (kötülük de, iyilik de dönücüdür) farkındaysak, daha da önemlisi kişinin iyiliğinin, huzurunun, mutluluğunun, gelişiminin, özetle herşeyinin bu bütünsel sisteme bağlı olduğunu iyice anlamışsak: Hiç başkasının hakkına el uzatır mıyız? Hiç yalan söyler miyiz? Bir diğeri açken, tok yatabilir miyiz? İçimiz cız etmez mi? Çünkü önce o da bizim bir parçamız, o da aslında “ben”. Ayrıca onun kötülüğü, bütün sistemin kötülüğü, “ortak ürünümüzün” yetersizliği ve başarısızlığı, yani o kişinin de bundan zarar görmesi demek. Böyle bir durumda, rekabet, çekişme ve düşmanlık en çok kişinin kendisine zarar vermez mi? Yalan, aldatma, kandırma ve her türlü olumsuzluk sisteme, yani kişiye geri dönmez mi? Her türlü biriktirme, saklama ve kendinin kılma, hem kişiye bir yük, hem de sisteme bir tıkanıklık anlamına gelmez mi? Erich Fromm’un yaptığı tesbitler ve düzeltilmesini öngördüğü konularda onunla hemfikiriz. Ama Fromm, kendi dönemi ve görevi icabı, çözüm önerilerini belli bir kısıtlama içinde ifade etmişti. Onun “sosyalist hümanizm” önerisine katılmıyoruz, çünkü insanı birbirinden ayrı gören ve evreni mekanik bir saat gibi birbirinden ayrı parçaları muntazam bir düzen içinde işleyen bir makina gibi değerlendiren anlayış değişmedikçe, yani insan kendine ve evrene üç boyutlu kısıtlılıkla önü tıkanmış olarak baktıkça, ona hangi sistemi verirseniz verin, beklenen sonucu alamazsınız. Biz görüşümüzü az önce de belirttik. Çare, bütünsel evren anlayışının kavranmasıdır. Erich Fromm’un çeşitli makalelerinden derlenen bu kitabın da, Fromm’un diğer kitapları gibi ilginizi çekeceğini sanıyoruz. Aydın Arıtan YAZARIN ÖNSÖZÜ Erich Fromm bu denemelerinde, itaatin insan tabiatı için ne demek olduğunu ve insanî değerlere uygun toplumsal itaatsizliğin de her türlü putlaştırılmış kişi ve siyasal ideoloji için ne anlama geldiğini kesin ve açık olarak belirtmiştir. Onun bu düşünme tarzı, bugün hâlâ anlamlıdır. İtaat hastalığına karşı onun bu başkaldırısı ve topluca yapılan “saçmalıklar” karşısındaki eleştirici tutumu, bundan sonra da temel hedefimiz olmalıdır. Fromm’un toplumsal ve siyasal olgulara getirdiği psikolojik kavrayış, bir süre için onu Amerikan Sosyalist Partisi’ni desteklemeye ve barış hareketi içinde ve aynı zamanda silâhsızlanma yönünde atılan adımlarda rol almaya itti. Bu noktada, Fromm itaatsizliğin her tür “ortak mantığa” ve resmi siyasal düşünce şekline karşı ve gerçek itaatin de peygamberlerden miras kalan ve Albert Schweitzer ile Bertrand Russell gibi kişilerin örneklediği sağlıklı ve aklı başında düşünüş biçimi olduğuna inanıyordu.

Bu ciltteki bütün makaleler daha önce çeşitli kitap ve gazetelerde yayımlanmıştı, fakat burada ilk kez bir araya geliyorlar. Hepsi, Erich Fromm’un barış ve insanlığın varlığını sürdürmesi yolunda olan tutkusunu ve derinden tasalanışını göstermektedirler. Bu kitabın yayımlanması için yardımcı olan herkese teşekkür etmek istiyorum. Annis Fromm Locarno, İsviçre 1981 Değerler, Psikoloji ve • İnsanın Varoluşu Barışın Tekniği ve Stratejisi 15 Bu yazının savı, değerlerin köklerinin insanın varoluş koşullarının kendisinde bulunduğudur: Böylelikle de bu koşullara ilişkin (yani “insanlık durumu” hakkındaki) bilgimiz, bizi nesnel geçerliliği olan değerleri yerleştirmeye götürür. Bu geçerlilik yalnızca insanın mevcudiyetine kıyasladır; onun dışında herhangi bir değeri yoktur. İnsanın tabiatı nedir, insanın varoluşunun özel koşulları nelerdir ve bu şartlardan kaynaklanan ihtiyaçlar nelerdir? Hayvanın varoluş niteliği olan doğa ile ilksel bütünlükten insan kopmuştur. Aynı zamanda hem akıl ve hem de hayal gücüne sahip olmakla, yalnızlığının ve ayrılığının, güçsüzlüğünün ve bilgisizliğinin, doğumun ve ölümünün bir tesadüf oluşunun farkındadır. İçgüdülerce düzenlenen eski bağlanılın yerini dolduran (hemcinsleriyle olan) yeni bağlılıklar bulamamış olsaydı, bu yeni varoluşa bir saniye bile dayanamazdı. Bütün fizyolojik ihtiyaçları tatmin edilmiş olsa bile, yalnızlık ve bireyselleşmiş olma halini, akıl sağlığına kavuşabilmek için kaçmak zorunda olduğu bir hapishane olarak hissedecekti. Gerçekten de akıl hastası, herhangi bir tür bütünleşme (birleşme) kurmakta tam bir başarısızlık gösterdiği için hastadır ve parmaklıklı pencerelerin arkasında olmasa bile hapistedir. Öteki canlı varlıklarla bütünleşmek ve onlarla bağlılık içinde olmak, insanın akıl sağlığının gerçekleşmesi için zaruri bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, yakın insan ilişkilerinin hepsini oluşturan bütün olguların, kelimenin en geniş anlamıyla “sevgi” denen bütün tutkularında arkasında yatar. Bu bütünleşmenin aranması ve başarılması için birkaç yol vardır. İnsan bir kişiye, bir gruba, bir kuruma veya Tanrıya bo16 Barışın Tekniği ve Stratejisi yun eğerek dünya ile bir olmayı deneyebilir. Böylece kendi bireysel varlığınının ayrılığını, kendinden daha büyük olan bir kişi ya da bir şeyin parçası haline gelerek aşar ve kendi kimliğini teslim olduğu güçle ilişkili olarak yaşayıp, algılamaya başlar.

Ayrılığı yenmek için bir başka imkân, ters yönde yatar: İnsan kendini dünya ile, gücünü ona karşı kullanarak, başkalarını kendisinin bir parçası yaparak ve kendi bireysel varoluşunu hükmetme (egemen olma) yoluyla aşarak bütünleşmeyi deneyebilir. Boyun eğme ve egemen olmanın ikisinde de ortak olan öğe, bağlılığın simbiyotik yapısıdır. Söz konusu iki kişi de kişisel bütünlük ve özgürlüklerini kaybetmişlerdir; birbirine bağımlı, birbirinden alarak ve vererek yaşarken, yakınlık ve birleşme ihtiyaçlarını doyururlar. Ama yine de özgürlük ve bağımsızlık gerektiren iç kuvvet ve özgüven eksikliğinden muzdariptirler ve bundan da öte, simbiyotik ilişkilerinden doğması kaçınılmaz olan bilinçli ya da bi-linçdışı bir düşmanlık tarafından sürekli tehdit edilmektedirler. Boyun eğici (mazoşist) ve otoriter (sadist) tutkuların gerçekleşmesi asla bir tatmin sağlamaz. Bunların kendi kendilerini besleyen bir dinamizmleri vardır ve hiçbir miktardaki itaat ya da despotluk (ya da sahip oluş veya ün) bir kimlik ve bütünleşme bilinci vermeye yetmediği için, sürekli daha fazlası aranır. Bu tutkuların nihai sonucu bozgundur. Başka türlü olamaz; bir birlik hissi yerleştirmeye çalıştıkları halde, kişinin temel bütünlük hissini yok ederler. Bu tutkulardan herhangi biri tarafından güdülen kişi, başkalarına gerçekten bağımlı hale gelir; kendi bireysel varlığını geliştireceğine, itaat ettiği ya da egemen olduğu kimselere bağlı kalır. İnsanın dünya ile birleşme ve aynı zamanda bir kimlik bütünBarışm Tekniği ve Stratejisi 17 lüğü ve bireysellik (bölünmez varlık) (*) duygusu edinme ihtiyacını karşılayan bir tek tutku vardır ve bu da sevgidir. Sevgi, kişinin kendisi dışında birisi ya da bir şey ile kendi ayrılığını ve bütünlüğünü koruma koşuluna uyarak bütünleşmesidir. Sevgi insanın kendi iç faaliyetinin tümüyle ortaya çıkmasına izin veren bir paylaşma ve bir duygu-düşünce alış-verişi tecrübesidir. Sevginin yaşanması, yanılsamalara olan ihtiyacı ortadan kaldırır. Öteki kişinin görüntüsünü ya da kendiminkini şişirmeye hiç gerek yoktur, çünkü etkin bir paylaşma ve sevme eylemi benim bireyselleşmiş varlığımı aşmama ve aynı zamanda kendimi, sevme eylemini oluşturan etkin güçlerin sahibi olarak hissetmeme izin verir. Önemli olan belli bir sevginin niteliğidir, nesnesi değil.

Sevgi, yurttaşlarımızla insanî dayanışma deneyiminde, kadınla erkeğin cinsel sevgisinde, annenin çocuğu için duyduğu sevgide ve aynı zamanda insanın kendisine bir insan olarak duyduğu sevgide, bir de mistik birlik deneyiminde ortaya çıkar. Sevme eyleminde ben herkesle bütünüm, ama yine de ben ken-dimim; kendine özgü, ayrı, sınırlı, ölümlü bir insanoğlu. Gerçekten de sevgi, ayrılık ve birlik tezatının kendisinden doğar. İnsanlık durumunun bir yere ya da birşeye bağlı olma ihtiyacı ile yakından ilişkili olan bir başka konu da, insanın bir yaratık olma konumu ve bu edilgin yaratık konumunu aşarak yücelme ihtiyacıdır. İnsan dünyaya, kendi izni ve isteği olmadan atılmıştır. Bu bakımdan hayvanlardan, bitkilerden ve organik olmayan maddelerden bir farkı yoktur. Fakat akıl ve hayal gücü ile donatıldığı için, yaratılmış olanın edilgin rolüyle ya da bir fincandan saçılmış zarların tesadüfsel bir araya gelişiyle yetinemez. Onu, yaratık rolü ve varoluşunun tesadüfe bağlı ve edilgin oluşunu bir “yaratıcı” olmak suretiyle aşma dürtüsü yönlendirir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir