Erik Orsenna – Kağıt Yolunda

BİR GÜN, ona hiç teşekkür etmediğimi fark ettim. Halbuki okumalarımı öncelikle ona borçluyum. Hem, okumuyor olsaydım, hiç okumamış olsaydım, halim nice olurdu? Altmış küsur senedir her sabah hikayelerimi, bir elimde silgi, adım adım adeta onun sırtında taşıyorum. Hem, hikayeler anlatmasaydım, hayatım nice olurdu? Ancak, çok geç kaldım. Ona hürmetlerimi sunmanın vakti geldi de geçiyor. Üstelik bir ayağının çukurda olduğu söyleniyor. Böylece yola koyuldum. Onun yoluna. Hey aziz kağıt! Bitki liflerinin şu aziz halitası! Adeta beni yolcu etmeye gelmiş gibi, bir hatıra canlandı zihnimde. Temmuz başlarında, iki aylığına Bretanya’ya giderken, dostlarımdan, yani kitaplarımdan ayrı düşecek olmam, o canım Brehat adasına tekrar kavuşacak olmanın verdiği mutluluğu alıp götürmüştü. Üç Silahşörler’i muşambaların arasına, resimli katalogları botların altına, birkaç çocuk kitabını da beşer kiloluk çilek ve elma reçeli ya da erik ve elma reçeli ya da şeftali ve elma reçeli (savaş sonrasının reçellerinde niçin hep elma vardı ki acaba?) kavanozlarının arasına çaktırmadan koymuştum koymasına … ama nafile; babam bunların hepsini anında yakalayıp, odama geri göndermişti. 16 KAÖIT YOLUNDA . “Yahu, sen ne sanıyorsun ki? Camdan bir bak bakalım. Kamyonum yok benim, altı üstü bir Renault.” İşte o zaman, adet olduğu üzere, annemin sesi girerdi araya; elbette beni teselli etmek için, ama aynı zamanda da babamın bütün tarihsel bilgilerin işe yaramaz olduğunu düşündüğüne kesinkes hükmederek, onu yerin dibine batırmak için: “Vallahi, Erik kendini şu İranlı vezir sanıyor!” Çok şaşırmış gibi yapmıştım.


“Hangi vezir anne?” “Abdul Kasım İsmail tabii ki.” O zamanlar internet olmadığından, bu veziriazam hakkında ayrıntılı bilgiye ulaşamamıştım; annem ne anlattıysa o. Galiba en önemli özelliği yüz on yedi bin kitabına duyduğu büyük sevgiymiş. Onlardan bir gün bile ayrı kalma düşüncesi tüylerini diken diken edermiş. O yüzden nereye gidecek olsa, onları da yanında götürürmüş. Daha doğrusu, dört yüz devesine taşıtırmış. Ama olayın en şaşırtıcı yanı bu değil. Devlet ricalinin büyük kısmı da en sevdikleri eşyalar ve nedimlerle beraber konvoy halinde arkadan gelirmiş. Abdul Kasım İsmail kitaplar kadar, düzeni de severmiş. Bu yüzden dört yüz deve, yüklendikleri eserlerin alfabetik sırasına göre ilerlermiş. Doğru mu değil mi bilinmez, ne ki annem bu olaydan bir ders çıkarmadan duramamıştı tabii. Derin derin iç geçirerek: “Odanı darmadağınık görünce, asla vezir olamayacağını anladım.” İçimden onu haksız çıkaracağıma ant içmiştim. Yolculuğumuzun başından sonuna kadar, sanki bizi batıya götüren otoyolda değilmişim de çöllerde, vahalardaymışım gibi, gelecekte kuracağım yüz on yedi bin kitaplık göçebe kütüphanedeymişim gibi hayallere dalıp gitmiştim. Peki benim ilk devem (AA’dan AC’ye kadar olan kitaplar) SaintHilaire-du-Harcouet’ye ulaştığında, dört yüzüncü devem, hani şu Z’leri taşıyan nerede olurdu acaba? B İRİNCİ KISIM GEÇMİŞİN KAÖITLARI Bretanya’nın Ortasında Bir Çin Vahası Plogonnec, Fransa OKUL YILLARINDAN hatırladığım kadarıyla, şu dört büyük icadı Çin’e borçluyuz: barut, pusula, matbaa ve kağıt.

O halde yolculuğuma da oradan başlamam lazım. Ama biliyorum ki Çin’in ucu bucağı yok. Sık sık görülen bir nevi paradoks icabı, Antik Asya dünyasının en büyük mütehassısının bulunduğu yer … Batı Fransa’ydı. Uzun süre Fransız Uzak Doğu Okulu’nu yönettikten sonra belki de kendine gelebilmek için orayı seçmişti. Böylece, yağmurlu bir ekim sabahı, Plogonnec Kilisesi’nin arkasına düşen mahallede buluyorum kendimi. Neresi burası derseniz, Quimper ile Douarnenez (Finistere Sud) arasında, sessiz sakin bir mahalle. Presqu’lle Sokağı’ndaki eski noter binasında, siyah bir kedi ile Jean-Pierre Drege beni bekliyor. Umarım Sayın Drege bana içerlemez, ama daha ilk görüşte tanıdım kendisini. Büyük alim Sayın Drege ile cahil bendeniz arasında birtakım fiziksel benzerlikler var: İkimiz de orta boyluyuz, gözümüzde aynı gözlük, kafamızda aynı yuvarlaklık, tepemizde de aynı kellik … Çok geçmeden, kedi ile sahibi bana ders vermeye başlıyor. Uzun zamandan beri sanılanın aksine kağıdın gerçek mucidi, Cai Lun, yani MS 12l’de ölen ve imparatorluk işliklerinin başı olan zat değilmiş. 20 KAGIT YOLUNDA Arkeologlar, mezarlarda ya da gözlem kulelerinde çok eski kağıtlar bulmuş. Hatta bazılarının geçmişi MÖ il. yüzyıla kadar uzanıyormuş. Zavallı Cai Lun; tarihlerin ortaya çıkardığı bu gerçek yüzünden şanından oldu ! “Bizim kağıtların ataları nasıl yapılmış, biliyor muyuz?” “Öğütülmüş bitki liflerinden yapılıyordu, özellikle de kenevirden. Ayrıca keten, bambu ve dutağacı kabuğundan.

Kimileri … ” Jean-Pierre Drege gülümsüyor: “Kimileri eskimiş bezlerin, hatta kurumuş şeftalilerin de kullanıldığını belirtiyor … Ama ben böyle öğretmeyeceğim sana, zira hayal dünyasına her zaman güvenmemek lazım.” Siyah kedi, bir o yana bir bu yana gidip geliyor, her kedi gibi. Görseydiniz, kulak kabartmış sanırdınız. Müfettişmiş gibi, hocanın öğrettiklerini kontrol ediyor sanki. “Peki ilk kağıdın Çin’in neresinde üretildiğini biliyor muyuz?” “İmparatorluğun neredeyse her yerinde, orası kesin. Ayrıca bütün keşiflerin Kuzey’de, Taklamakan ve Gobi çöllerinin kıyılarında, İpek Yolu boyunca yoğunlaşmasının sebebi doğal koşullar, zira söz konusu yerlerde kuru bir iklim var. Kağıdın çok hassas olduğu yanlış: Neredeyse her şeye karşı dayanıklı. Tek bir düşmanı var, o da nem.” Çocukluğumdan beri, günün birinde o meşhur yolda seyahat edeceğimi hayal ediyordum. Kağıt bana bu armağanı verecek miydi acaba? Jean-Pierre Drege derse devam ediyor: ” ‘İpeği’ belirten karakter f.� (uluslararası Pinyin transkripsiyonunda si) iki öğeden oluşan tek bir karakterdir: İpeğe atılmış iki düğümün stilize edilmiş halidir. ” ‘Kağıdı’ belirten karakter �Lt (Pinyin’de zhi) de iki öğeden oluşan tek bir karakterdir: Solda, ipek düğümü öğesi ( � ) , sağda da fonetiği belirten öğe (ft) yer alır. Sözcüğün nasıl telaffuz edileceğini gösterir. Bu sayede, ipek ile kağıdı birbirine karıştırmayız. Çincenin şu letafetine bakar mısınız: İpek ile kağıt birbirine ne kadar benzi- BRETANYA’NIN ORTASINDA BİR ÇİN VAHASI 21 yor, öyle değil mi? Kağıttan önce ipek üzerine yazılmıştır.

Kaldı ki dünyanın pek çok yerinde en pahalı kumaş ipektir, ama yağlama gibi yöntemlerle kağıttan da kıyafetler yapılmıştır. Neticede kağıt, ipekten çok daha mütevazıdır.” Defterimi çıkarmış, bilgiye aç iyi bir öğrenci edasıyla yazıyorum. “Ayrıca şaşıracaksınız belki ama sağdaki shi ([t) karakterinin başlı başına bir anlamı da var: ‘Soyadı’ anlamına geliyor. Hani ‘kafa kağıdı’ deriz ya, işte onun gibi … İlginç, değil mi?” Nihayet, iilimin ofisine varıyoruz: İlk katta yer alan kocaman bir mekan; duvarlar kitaplarla, yani ideogramlarla dolu; sevgili alfabemizin tanıdık harflerini taşıyan kitap sırtı pek az. Kedi kuşkulu gözlerle beni süzüyor; böyle bir daveti hak edip etmediğim konusunda kararsız sanki. Jean-Pierre Drege karton bir kutu açıyor, Asya’nın her yanından, hem Çin hem de Kore, Japonya, Hindistan ve Vietnam’ dan kendisine hediye olarak gönderilmiş, çoğu el yapımı gayet eski kağıt parçalarını gösteriyor bana. Pencereden vuran ışığın altında, ne olduğu belirsiz yığınla şey ve uzun uzun lifler, adeta fosiller gibi görünüyor. Mahcupça, İpek Yolu hayalime dönüyorum. Jean-Pierre Drege, hazinesinden kafasını kaldırıyor. “Sinolog bir meslektaşımla irtibat kursanız iyi olur. Adı Catherine Despeux. Çin felsefesinde beden konusunda uzman. Duvarlarla örülü kütüphaneye ait elyazmaları üzerinde çalışmıştı.” Duvarlarla örülü kütüphane mi? İrkiliyorum, bu kütüphane hakkında daha çok şey öğrenmek istiyorum.

“Eh, kendisi anlatır size artık. Tabii isterse. Seyahate çıkacağını biliyorum. Belki, sizi de yol arkadaşı olarak alır yanma, kimbilir?” Alim ile kedisinin yanından sendeleyerek ayrılıyorum. Yeniden Plogonnec’e varıyorum. La Chandeleur pastanesi eski noter binasının karşısında. Sanki duvarları sıra sıra aynalarla kaplı odalardan geçmişim gibi başım dönüyor. Girişeceğim araştırma her türden yankı, benzerlik, alegori ve metafor açısından zengin olacağa benziyor şimdiden. Ticaret ve Hudut Urumçi, Çin İPEK YOLU’NU ilk kim bulmuştur? Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek gerekirse, Han hanedanından Wudi diyebiliriz. Milattan bir buçuk asır önce, Çin’in hükümdarı oydu. Günlerden bir gün Wudi, kimsenin istilalara ve yakıp yıkmaya doymayan barbarların yaşadığından başka bir şey bilmediği, Batı’ daki esrarengiz diyarlar hakkında daha çok şey öğrenmek ister. Bir asır öncesinde bu barbarlara karşı, Çin Seddi’nin inşasına başlanmıştır zaten. Velhasıl, bu iş için Zhang Quian adında bir görevli tayin edilir. Yanına da yüz kişilik bir kafile verilir. On üç sene sonra (bunun on bir senesi tutsaklıkla geçmiştir) geri döndüğünde, yanında tek bir kişi vardır.

Zhang anlattıkça, onu dinleyenler büyülenir, ilahi bir çağrı duymuş gibi olurlar. Dinleyenlerden pek çoğu tüccar olma hayaline kapılır. Onlar da yola koyulur. İmparator, Zhang Quian’ı “Yüce Seyyah” ilan eder. İpek Yolu’nun oluşumunda Roma ordusu da rol oynamıştır. Rivayete göre, Partlara karşı savaşan Romalı askerler, Partların taşıdığı sancakları görünce büyülenmişler: Esneklikte, parlaklıkta ve – iyice yaklaşabilirlerse- yumuşaklıkta eşi benzeri olmayan bir kumaşmış. Böylece ipek tutkusu doğmuş ve onu esrarengiz kaynağında arayıp bulmak için her türlü tehlikeye göğüs gerilmiş. O zamanlar, ipeğin ağaçta yetiştiği sanılırmış.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir