Ernest Hemingway – İşgal Istanbul’u

ERNEST HEMINGWAY’de, haberi söke söke çıkartan bir ‘harp muhabiri’nin bütün meziyetleri vardı. Đlk gençlik yıllarındaki yaşantısına ve sınırlı bir öğrenim yapmış olmasına rağmen, politik ve ekonomik sorunları hayret verici bir şekilde kavrardı. Ayrıca izledjği olayın en can alıcı noktasını kavrama bakımından da özel bir üstünlüğe sahipti. O yıllarda Benito Mussölini’-nin sahte bir milliyetçi olduğunu, Avrupa’nın doğudaki egemenliğinin sonunun hızla yaklaştığını anlayan ender kişilerden biriydi. Almanları hiç sevmediği halde IX Müttefiklerin Almanlara karşı davramşınm yeni bir savaşa yol açabileceğini söylemekten de korkmuyordu. Hemingway’in elbette bütün gözlemleri doğru çıkmamıştır. Sözgelişi Mustafa Kemal’i ‘fırsatçı’ biri sanarak gereken önemi vermemiş, modern Türkiye’nin kurucusunu tepeden tırnağa yanlış yargılamıştır. Karşısına çıkan melodrama zaafı yüzünden, Afganların önemini de gereğinden fazla büyütmüş, Rusya’nın Orta Doğu’daki etkileri hakkındaki ‘kehanet’leri, arap saçına dönmüştür. Bu yanılmaları, o günlerin karışık olayları içinde genellikle tam ve aydınlık yorumlar yapmasına karşılık birer ‘istisna’ sayılabilir. Ayrıca genç gazetecinin olayları tarih içinden değerlendirmesi de birçok meslektaşı tarafından kıskanılmasına sebep olmuştur. Bu yolda devam etseydi, Ernest Hemingway, hiç şüphesiz, çağının en büyük gazetecilerinden biri olurdu. Oysa Ernest Hemingway için gazetecilik mesleği, son’a doğru bir gidişti. Sonradan da söylediği gibi, asıl amacı, «para getiren kalın ciltli kitaplar yazmaktı». Ama 1924’ün ilk aylarında hâlâ gazetecilikten vazgeçmiş değildi. Gertrude Stein ve daha başkaları artık bu işi bırakıp zamanını ciddî yazılar yazmaya hasretmesini salık verdikleri halde, genç Hemingway henüz kısa hikâyelerinden hiçbirini satamadığı için kararsızdı; üstelik, eşi de hamileydi.


Varacağı karar ne olursa olsun, Hemingvvay’in işinden memnuniyetsizliğinin arttığına şüphe yoktu. Bir arkadaşına söylediği gibi, «Telgraf yazmaktan sarhoş oluyordu». Ayrıca kendisine izlemek için verilen olayları da ‘zevkli’ bulmuyordu. Savaş muhabirliğine bir diyeceği yoktu. En pis savaş muhabirliğinde bile duru, temiz bir yön vardı. Ama Hemingvvay’in görüX süne göre politika baştan aşağı bir çirkefti ve günleri politik randevular yüzünden köstekleniyordu. (*) 1924 yılı sonbahar ayında Ernest Hemingvvay, To-ronto’ya döndü. Kendi kendine yetecek hale gelinceye kadar «Star» gazetesi için çalışmaya devam edecekti. Fakat bu iki yıllık plânının sonunu getiremedi. Hemingvvay, «Toronto Star»daki haftalığı 125 dolarlık işini ancak dört ay sürdürebildi. Gazeteden ayrılışının gerçek sebebi hakkında türlü şeyler söylenmiştir; fakat Harry Comfort Hindmarsh adlı bir yazı işleri müdürü yardımcısı ile takıştığı gerçeğe en yakın olan açıklamadır. Hemingvvay’in gazeteden anî ayrılışı türlü şekillerde anlatılmıştır ve bunlar arasında James Cranston’un «Parmaklarıma Bulaşan Mürekkep» adlı kitabında verdi ği açıklama şöyledir: «Hatırladığıma göre Hemingvvay, şehir haberleri müdürü Hindmarsh’la çeşitli çatışmalardan sonra istifa etmişti. Genel Yayın Müdürü John Bone, Avrupa’daki yazılarının kazandığı başarıdan sonra, onu ‘Daily Star’da bir numaralı yerli muhabir olarak kullanmak istiyordu. «Star»ın şehir haberleri müdürü de kendisine sıradan bir muhabir muamelesi yapmaya kararlıydı. Hemingvvay bir gün önemli bir iş için gece yarısına kadar çalışmış, sonra evine dönmüş- ( *) Hemingvvay’in politika hakkındaki görüşünü yansıtan yazı, «Esquire» dergisinin 1934 yılı Aralık sayısında yayınlanmıştır.

Hemingvvay bu yazıda şöyle diyordu: «Politika, mükâfat beklemeden çok çalışmak ya da ilerde rahat edebilmek için bir süre sıkıntı içinde yaşamayı göze almak demektir. Bir insan Faşist de olabilir. Komünist de. Ve yeteneklerini iyi kullanırsa, ya elçi olabilir ya kitabını bir milyon üzerinden hükümete bas. tırtabilir, ya da delikanlıların hayal ettikleri diğer mü. kâfatlardan birine rahatlıkla konabilir.» XI tü. Fakat sabaha karşı dört buçukta hiç de önemli olmayan bir yangın için yatağından kaldırıldı. Ayrıca kızdırmak, küçük düşürmek ya da sabrını taşırmak için, üstüste önemsiz işlere gönderiliyordu.» Hemingway’in, Hindmarsh’ın bu davranışlarına kolayca boyun eğdiği düşünülemez. Bir seferinde belediye parkına gidip tabiat üzerine bir yazı hazırlaması istendiğinde, bir meslektaşına şöyle demişti : «Haydi, gazeteye dönüp, Hindmarsh’ın canını cehenneme gönderelim!» Tabiî, bu teklif hiçbir zaman yerine getirilmedi, ama iki adam arasındaki sürtüşme sürdü gitti. Derken Aralık ayında beklenen ‘melodramatik palama’ oldu ve James Cranston’a göre, Hemingvvay’in Kont Apponyi adlı bir Macar diplomatı ile yaptığı ‘mülaka’ üzerine, beklenen ‘son’ geldi. Hemingway, yazısını doğrulayacak bir takım belgeleri, o akşam geri vermek şartiyle Kont’tan almıştı. Yazısını ve belgeleri Hindmarsh’a teslim etti ve belgelerin gazetenin kasasında saklanmasını isteyen bir notu da yazısına iliştirdi. Hindmarsh, belgelerin hepsini kaldırıp çöpe atı.

Çöp sepeti de tabiî ana çöp sepetinde soluğu alınca, Hemingway o gece istifasını verdi. Hemingway 1925 yılı Ocak ayında eşi ve yeni doğan oğluyla beraber Toronto’dan ayrıldı. Bir daha da geri dönmedi. Gazetecilik hayaı bir son’a varmıştı ve şimdi önünde Montparnasse’ta bir küçük apartman dairesi kendisim bekliyordu. Bu sefer başarıya ulaşacaktı. «Üç Hikâye ve On Şiir» adlı ilk kitabı 1923’te 300 adet olarak basılmıştı. Bunun para getiren bir yanı yoktu, ama bir başlangıç olarak önemliydi. 1924’te «Çağımızda» adlı ikinci denemesini yapmış, yine para kazanamamıştı, faka hakkında yazılar çıkmıştı ve iyi şeyler söylenmişti. Çıraklık devresini atlattığına göre, artık bir ‘sanatçı’ olabilirdi. XII Ernest Hemingvvay gazetecilik mesleğini terkettiği halde, gazetecilik yıllarında edindiği tecrübeler kendisini hiç terketmiyecekti. Kendi geçmişini böylesine dile getiren yazar doğrusu azdır. O yılların canlı anıları ilerde Hemingway’in en büyük romanlarını canlandırmakta büyük yarar sağlıyacaktı. Vatanlarını terkeden ve Paris’te yaşayan Amerikalılarııî” amansız, anlamsız ve duygusuz yaşantıları, «Güneş de Doğar»da dile getirilecekti. Savaş, bütün dehşetiyle «Silâhlara Vedâ»da anlatılacaktı. Hemingway’in boğa güreşlerine olan sevgisi, «Öğleden Sonra Gelen Ölüm» adlı parlak incelemesine ve en çok okunan eseri «Çanlar Kimin Đçin Ça-lıyor?»un hazırlanmasına dolaylı olarak yardım edecekti.

Hemingvvay boğa güreşlerinin yapıldığı arenalara tutku derecesine varan sevgiyle bağlanmamış olsaydı, asla Đspanya’yı tanıyamaz ve şaheserini yaratamazdı. Hemingway’in yaşantısında av ve balıkçılık da önemli yer tutmuş ve en ciddî yazılarının yükünü bunlar çekmiştir. «Afrika’nın Yeşil Tepelerbnde avdan büyük bir kumar olarak söz etmekte ve roman olmayan bu eseri, çok ünlü iki roman ile dengelendirmek-tedir : «Francis Macomber’in Kısa ve Mutlu Yaşantısı» ile, «Kilimanjaro’nun Karları». Her iki romanda da moral cesaret, kazanılan ve kaybedilenler konu edilir ve av, iki erkeğin trajedisini anlatmak için bir ‘sembol’ olarak kullanılır. Hemingway’in en güzel romanlarından biri olan «Đki Yürekli Koca Nehir», genç bir eski askerin yukarı Michigan’da balık tutmasını anlatır. Hemingvvay bu romanında balık tutmayı, savaşın bıraktığı fizik ve moral yaraları sarmaya yönelmiş bir dinsel tören gibi kabul etmekte, 1919’dan sonra kendi başından geçen leri anlatmaktadır. Hemingway, en büyük romanı olan, «Đhtiyar Adam ve Deniz»de tekrar sembolizme döner. Diğer romanlarında olduğu gibi, bunda da olay iki düzeyde anlatılmaktadır. Bunlardan birinde yaşlı bir balıkçının güçlü bir balıkla mücadelesi hikâye edilir; ikincisi ise, kaybedilen bir savaştan ‘muzaffer’ çıkan insan gururunu anlatan bir simgedir. Đşte Ernest Hemingvvay’in özü de budur : Đnsan ve çabası. Hemingvvay yalnızca yaşadığını ve bildiğini yazmıştır ve iyi bildiği şeylerden biri de, 1920’lerdir. 1924 yılı kendisi için bir yaşantının sonu, bir yenisinin de başlangıcı olmuştur. Sonradan 38 yıl daha yaşayacağı halde, Ernest Walsh adında bir yazarın 1925 yüı ocak ayında «This Quarter» dergisinde Ernest Hemingvvay’in yaşantısı hakkında en iyi açıklama olan şu satırları yazması, hayli şaşırtıcıdır : «Hemingvvay okuyucusunu seçmiştir. Bunun mükâfatı çok zengin olacaktır. Fakat Tanrı’ya şükür ki, kendisi hiçbir zaman bundan memnun kalmayacaktır.

Çünkü o, bu iş için seçilmiştir. Okuyucusuna aittir. Onu yakasından silkeleyip atmak, unutmak çok uzun zaman isteyecektir. Ve o, bundan çok daha önce ölmüş olacaktır.» XIV BĐRĐNCĐ BÖLÜM ĐŞGAL ĐSTANBULU «ESKĐ ĐSTANBUL» ( 30 eylül 1922, The Toronto Daily Star) SABAH uyanıp da Haliç üzerine çökmüş sisten incecik ve tertemiz başlarını uzatan minareleri görüp bir Rus operasındaki aryayı hatırlatan müezzinin, dokunaklı sesiyle müminleri yalvarırcasına duaya çağırdığını duyduğunuzda Doğu’nun sihrine eriyorsunuz. Pencere camında yansıyan görüntünüze bakınca, sizi dün gece keşfeden sineklerin ısırıp kızarttığı yerleri görüyor ve kendinizi tam tamına Doğu’da buluyorsunuz. Pierre Loti’nin hikâyelerindeki Doğu’yla, günlük yaşantının Doğu’su arasında gerçekten mutlu bir orta yol bulunabilir. Ama bunu ancak göz kapakları yarı aralıkla bakan biri görebilir. Ayrıca yediklerine aldırmaması, sinek sokmalarına dayanıklı olması şartiyle, tabii. 17 HEMINGVVAY Đstanbul’da kaç kişinin yaşadığını kimse doğru dürüst bilmiyor. Şimdiye kadar sayım mayım yapılmamış. Tahminlere göre, bir buçuk milyon insan yaşıyormuş. Parçalanan Çar ordusunun her türlü üniformasını giymiş 40.000 Rus mültecisiyle sivil olarak şehre sızan ve barış konferansı ne sonuç verirse versin, şehrin Mustafa Kemalcilere geçmesini sağlamakla görevli bir o kadar da Milliyetçi bu sayıya dahil değil. Bunlar, son tahminlerden sonra şehre sızanlar.

Yağmur yağmadığı zaman Đstanbul’da o kadar çok toz oluyor ki, Pera (Beyoğlu)’ya paralel tepelerin üzerindeki sokaklardan geçen köpeklerin ayaklarından havaya sanki bir toz bulutu yükseliyor. Đnsanlar da ayak bileklerine kadar toza batıyorlar ve rüzgâr esti mi, arada tam ve yoğun bir bulut oluşuyor. Yağmur yağınca da, her taraf çamur içinde. Kaldırımlar öylesine dar ki, herkes sokakta yürüyor; sokaklar da dereden farksız. Geliş-gidiş kuralı diye birşey yok. Motorlu araçlar, atlı arabalar, tramvaylar, sırtlarında ağır yükleri taşıyan hamallar hep birlikte gidip geliyorlar. Sadece iki ana cadde var. Geri kalanların hepsi ara sokak. Ana caddeler de ara sokaklardan daha ahım şahım değil. Hindi, Türklerin millî yemeği. Bu iri kümes hayvanları güneşli Yakındoğu tepelerinde yoğun bir yaşantı sürdürüyorlar ve hepsi de birer katır kadar inatçı. Büyük baş hayvanların eti kötü, çünkü Türkler sığır beslemiyor. Sığırların en işe yarıyanları Mustafa Kemal’in ordularına silâh ve cephane taşıyan kağnı18 ĐŞGAL ĐSTANBULU lan çeken iri, ay boynuzlu öküzler. Türk etlerini çiğnemekten çene kaslarım bir buldog köpeğinin kasları kadar sağlamlaştı. Balıkları iyi, fakat balık genellikle içki mezesi.

Üç defa üstüste balık yiyen biri, yüzerek bile olsa Đstanbul’u derhal terketmek ister. Đstanbul’da tam 168 resmî izin günü var. Cumaları Müslümanların, cumartesileri Yahudilerin, pazarları da Hristiyanların tatil günü. Ayrıca Katoliklerin, Müslümanların ve Rumların hafta içlerinde dinî bayramları var. Yahudilerin dinî bayramları da cabası. Bu yüzden Đstanbul’da her delikanlının en büyük emeli, bir punduna getirip banka memuru olmak. Geleneklere uymakta, ayak uydurmakta direnmeyen kişi, Đstanbul’da gece saat dokuz oldu mu, yemeğini yiyor. Tiyatrolar saat onda açılıyor. Gece kulüpleri ikide; tabiî gözde olan kulüpler. Adı kötüye çıkmış gece kulüpleri ise, ancak sabaha karşı dörtte kapılarını açıyorlar. Bütün gece boyunca köftecilerle haşlama patates satanlar kaldırımları kaplıyor, kömür yaktıkları ocaklarında, sabaha kadar müşteri bekleyen faytonculara yiyecek hazırlıyorlar. Her türlü çılgınlığa, kumara, dansa, gece kulüplerine paydos demek için kararlı Mustafa Kemal, şehre girinceye kadar, Đstanbul bir çeşit ölüm dansına dalmış. Limandan yukarı çıkan yokuşun orta yerindeki Galata semti, Barbary Coast’un en dehşetli eski günlerine taş çıkartacak kadar düşük bir yer. Her milletin ve bütün Müttefiklerin askerleri burada kurulu tuzağa düşürülüyor. 19 HEMINGVVAY Türkler günün her saatinde dar yolların kenarlarındaki kahvelerde oturup nargilelerini fokurdatıyor, bir yandan da insanın midesini yakıp kavuran rakılarını yudum yudum demleniyorlar.

Bu içki o kadar sert ki, yanında meze olmadan içmek imkânsız gibi birşey. Güneş doğmadan kara ve yumuşak topraklı Đstanbul sokaklarında yürüyecek olursanız, fareler önünüzden kaçışır; sıska sokak köpekleri çöp tenekelerini karıştırır. Bir barın kapısından sızan ışık sokağa düşerken, içerden patlayan sarhoş kahkahaları duyarsınız. Sarhoşun kahkahası, müezzinin güzel, dokunaklı, içli çağrısına tam bir çelişidir. Ve Đstanbul’un kara yüzlü, çarpık, pis pis kokan sokaklarında sabahın ilk saatlerinde göreceğiniz şeyler, sihirli Doğu’-nun tam anlamıyla gerçek yüzüdür. 20 MUDANYA ANTLAŞMASĐ ( 23 ekim 1922, The Toronto Daily Star ) Mudanya – ( Türkiye ) MARMARA kıyısındaki sıcak, toz toprak içinde, eciş bücüş yollu ikinci sınıf kıyı kasabası Mudanya’da, Batı ile Doğu karşı karşıya geldiler. Đsmet Pa-şa’yla görüşecek Müttefik generallerini taşıyan Đngiliz sancak gemisi «Iron Duke»m kül rengi, öldürücü kulelerine rağmen, Batılılar buraya barış dilenmeye geliyordu; yoksa barış istemeye, ya da şartlarını dikte ettirmeye değil. Dünyanın kaderi üzerine kararlar veren ordunun işine karışmanın hâlâ dünyanın işi olmadığını düşünen basınla ilgili bir yarbayın tutumu dolayısıyle toplantıları hiçbir gazeteci izliyemiyordu. Toplantıdan kimsenin söz etmesine izin verilmese, hiç kimse 21 HEMINGVVAY Batı’nın Doğu’dan barış dilenmeye geldiğini kabul etmese bile, yine de konferansın anlamı değişmiyecek-ti. Bu görüşmeler, Avrupa’nın Asya üzerindeki egemenliğinin sonunu gösteriyordu. Mustafa Kemalcilerle aynı şey demek olan Türk milliyetçileri şu anda Fransız etkisi altında. Bu iş çok basit bir şekilde gerçekleşti. Đki yıl kadar önce Mustafa Kemal Paşa, Balfour tarafından alelade bir eşki-ya diye nitelenmişti. En çok arttıran, kendisini satın alabilirdi. Sonunda Fransızların üzerine kaldı.

Ona silâh, cephane, para verdiler. Söylentilere göre, karşılığında da Yakın Doğu petrollerinden bazı çıkarlar kopardılar. Đngilizler, Yakın Doğu’da kontrolü kendi ellerinde tutmak istiyorlardı. Fakat Mustafa Kemal kendilerine iyi bir ma! gibi görünmemişti. Bu yüzden Yunanlıları desteklediler. Yunanlılar iyi bir yatırıma benziyordu. Fakat Avam Kamarasında birçoklarının da belirttiği gibi, Lloyd George yanlış ata oynamıştı. Herkesin bildiği gibi Mustafa Kemal, Yunanlıları silip süpürdü. Mustafa Kemal’in yendiği derme çatma ordunun erlerinin dokuz yıldan beri silâh altında tutulduğunu, kişi olarak Küçük Asya’nın fethi için istekli olmadıklarını ve başkalarının çıkarlarına hizmet amaciyle savaşa girip ölmeye zorlandıkları fikriyle beslendiklerini göz önüne getirecek olursanız, bunun hiç de parlak bir askerî zafer olmadığını anlarsınız. Özellikle Mustafa Kemal birliklerinin, istilâcıları ülkelerinden sürüp dışarı atmaya kararlı vatanseverler oldukları anlaşılınca, durum daha da belirginleşir. Đyi eğitim görmüş, iyi silâhlandırılmış ve hırslı vatanseverlerin kendi topraklarında, gönülsüz, subay 22 ĐŞGAL ĐSTANBULU kadrosu yeteneksiz, sıla hasreti çeken toplama istilâ ordusu karşısındaki etkililik derecesi, ona karşı birdi. Oysa Đngiltere, Yunanlıları desteklerken, Mustafa Kemalcilerin bu derece etkili olabileceklerini hiç bilmiyordu. Düşmanı yenmiş Mustafa Kemalci askerler arasında Fransız etkisi, şimdi en yüksek düzeyine erişmiş durumda. Bu etkinin doruğuna ulaştığını ve Mustafa Kemal’in Sovyet Rusya’ya olan yakınlığı do-layısıyle bundan böyle düşmeye başlayacağını sanıyorum. Ergeç bu onu Fransızlarla çatışmaya götürecek, Đslâm ve Hristiyan dünyaları arasındaki anlaşmazlık, dünya barışını tehdit eden en büyük tehlike halini alacaktır.

Rusya, Türkiye üzerinde etkili ikinci güç olursa, — bütün belirtiler bunun böyle olacağını göstermektedir— temelini Sovyet Gürcü Cumhuriyeti ile Güney Rusya’nın meydana getirdiği, Karadeniz’i içine alan, Boğazları aşıp hedefi Bulgaristan olmak üzere Balkanlar’ın göbeğine kadar uzanan Sovyetler taraftarı büyük bir kıskaç yaratılacaktır; Yugoslavya ile Romanya arasında bir köşe doğacaktır. Đkinci tehlike de, Boğazlar. Karadeniz’le Ege arasındaki Boğazlar, Rusya’nın en büyük tabii çıkış yollarıdır. Hatırlayacaksınız; geçen savaşta Đstanbul, Ruslara vaadedilmişti. Bir zamanlar bir savaş olmuştu ve bugün bu savaştan geriye kalan, sadece bir Đngiliz süvari alayının saldırısı ile, bir hemşirenin çabalarıdır. Doğrusu Boğazlara egemen bir Rusya ile, Rusya’nın egemenliği altında Boğazlara sahip bir Mustafa Kemal arasında pek büyük bir fark da yoktur. 23 HEMINGVVAY Bu şartlar altında, Mustafa Kemal, Boğazların serbestliği prensibini tanıdığına dair ne kadar demeç verirse versin; Đngilizler, Boğazları kendi kontrollart altında tutamazlarsa, ergeç, bu geçidin yüzlerine kapandığını görecekler. O zaman da mutlaka Gelibolu’da yeniden döğüşmemiz gerekecektir. 24 MUSTAFA KEMAL ——————————————— (24 ekim 1922, The Toronto Daily Star) DAHA birkaç ay öncesine kadar Đslâm dünyasında Mustafa Kemal’e yeni bir Selâhattin Eyyubi gözüyle bakılıyordu. Đslâmiyeti, Hristiyanlığa karşı savaşa yöneltecek, bütün Doğu ülkelerinde bir kutsal savaşın öncülüğünü yapacaktı. Ama şimdi Doğu dünyası ona karşı güvenini gitgide yitirmeye başladı. Konuştuğum Müslümanlar bana; «Mustafa Kemal bize ihanet etti» dediler. Artık kimsenin kutsal savaştan söz ettiği yok. Bu, galip kumandan Mustafa Kemal, sivil Mustafa Kemal olarak göründüğü için böyle oldu. Şöyle ki, kendisine sunulan elle tutulur kazançları almakta, Pan – Đslamcıların kendilerince küçük düşürücü saydıkları uzlaşmalara yanaşmakta, kazançlarını hep ayırıp saklamayı denemekte, bunları garantiye aldıktan sonra da, daha fazlasını elde etmek için yeni tasarılar kurmaktadır.

HEMINGVVAY Fakat kendisinin henüz bir «de Valera»sı ortaya çıkmamıştır. Ama bu bekleme oyununa devam ederse, ergeç bir «de Valera» ortaya çıkacaktır. Türk güçleri arasındaki bölünme, belki de Doğu’daki Batı egemenliğinin kurtuluşunu hazırlayacaktır. Mustafa Kemalciler, Bolşevik Rusya ile bir antlaşma ve ittifak imzaladılar. Fransa ile de aralarında bir antlaşma ve ittifaka benzeyen bir bağ var. Bu ittifaklardan biri reddedilmeli. Türkiye hangi ittifakı inkâr ederse etsin, bu havayı pek az düzeltecektir; çünkü Mustafa Kemalcilerin en büyük isteklerinden biri de, bu istek yazılı hiçbir paktta belirtilmediği, ama ülkede herkesçe bilindiği üzere, Arap yarımadasına sahip olmaktır. (Yazı Đşlerinin notu : Dün alınan bir telgrafta Türklerin Arap yarımadası ile ilgili isteklerini Barış Konferansına bıraktıkları bildirilmektedir. ) Türkiye bu konuda bağlanmıştır. Fransa müttefiki olarak kalsa ve onun peşinden gitse de; ya da Fransa ile bozuşup, Rusya tarafından desteklense de, durum eşit derecede tehlikelidir. Arap yarımadasında Türkiye ile Đngiltere arasında bir savaş patlak verirse, ki böyle bir, savaşa kalkışmak için ben Mustafa Kemal’in bugünkü kazançlarını sağlamlaştırmak ama-ciyle 20 aya ihtiyacı olduğu kanısındayım, bu yine de Pan – Đslamcıların Doğu’daki Batı egemenliğine son vermek için dua ettikleri kutsal savaşı ateşleyecek bir kıvılcım olabilecektir. Bu sırada Fransa, Türkiye’nin müttefiki olarak kalmışsa, tabiî ki savaşta da tarafsızlığı koruyacaktır. Rusya ise tarafsız kalmıyabilir. Mustafa Kemal, Arap yarımadasına petrol yüzünden sahip olmak istemektedir; Đngiltere de, petrol uğ26 ĐŞGAL ĐSTANBULU rüna Arap yarımadasını elden çıkarmaya karşıdır. Şöyle ki, bekledikleri Selâhattin Eyyubi kişiliğini Mustafa Kemal’de bulamamaktan düş kırıklığına uğrayan ve onun körü körüne bir savaşa girmeyeceğini kestiren Doğu dünyası, yine de Mustafa Kemal’e savaşlarını yaptırtabilirler.

27 SESSĐZ, BĐTKĐN HALK (26 ekim 1922, The Toronto Daily Star) DOĞU TRAKYA’mn Hristiyan halkı, bitmek bilmeyen, karmakarışık bir yürüyüş düzeni içinde, Makedonya’ya doğru yolları arşınlıyor. Edirne üzerinden Meriç nehrini aşan ana kol, 20 mil uzunluğundaydı. Öküzlerin çektiği kağnı arabalarından, çamura bulanmış binek hayvanlarından, yorgun insanlardan, kadınlardan ve çocuklardan meydana gelen, yirmi mil uzunluğunda bir kuyruk. Yatakları başlarında, yağmur altında, körlemesine yürüyorlar. Bu ana kolu, Trakya’nın dört bir köşesinden gelip besleyen küçük kollar da var. Nereye gittiklerini bilmiyorlar. Türklerin geldiğini duyunca çiftliklerini, köylerini, başakları olgunlaşmış tarlalarını terkedip ana göçmen kafilesine katılmışlar. Çamura batmış Yunan süvarileri kendilerini sığır sürüleri gibi güder28 ĐŞGAL 1STANBULU ken, bu bitkin kalabalık arasındaki yerlerini de korumaya çalışıyorlar. Herşey ve herkes bir suskunluk içinde. Đnildeyen bile yok. Becerebildikleri, yapabildikleri tek şey, hareket halinde olmak. O güzelim köylü kıyafetleri sırılsıklam ve kir pislik içinde. Bacaklarından asılmış piliçler, tavuklar arabalardan aşağı sarkıyor. Yaşlı bir adam, bir domuzun altında iki büklüm olmuş, yürüyor. Bir koca, arabanın içine biriken yağmur sularını boşaltmaya çalışan karısının üstünü battaniye ile örtmeye çalışıyor.

Tek ses veren kişi o. Küçük kızı babasının yüzüne bakıp başlıyor ağlamaya. Ve yürüyüş sürüp gidiyor. Ana kolun vardığı Edirne şehrinde hiçbir Yakın Doğu havası yok. Yalnız Doğu Trakya’dan boşaltılacak Hristiyanla-rın sayısı 250.000. Bulgar sınırı yüzlerine kapatılmış. Türklerin Avrupa’ya dönüşlerinin meyvelerini ancak Makedonya ve Batı Trakya toplayabilecek. Şimdi Makedonya’da yarım milyona yakın göçmen var. Bunların karnının nasıl doyurulacağım kimse bilmiyor. Ama gelecek ay bütün Hristiyan âlemi şu feryadı duyabilecek : «Makedonya’nın yardımına koşun.» 29 EKĐNCĐ TRUVA KUŞATMASININ SONU (3 kasım 1922, The Toronto Daily Star) BENĐM şu satırları yazmağa başladığım sırada, Yunan birlikleri de Doğu Trakya’yı boşaltmaya başlıyorlar. Üzerlerine hiç uymayan Amerikan üniformaları içinde, başlarında kol gezen süvari devriyeleri, ülkenin iç taraflarına yürüyorlar. Askerlerin hepsi de asık suratlı, ancak yanlarından bir geçen olursa zorlanarak sırıtmaya çalışıyorlar. Artlarında kalan bütün telgraf hatlarını kestiler.

Tellerin direklerden aşağı sallandığı görülüyor. Barınaklarını, kamufle edilmiş müstahkem mevkilerini, makineli tüfek yuvalarını, Türklere karşı son bir direniş göstermeyi tasarladıkları iyiden iyiye düzenli sırtları hep terkettiler. Her bir yanı çamur içinde kalmış öküzlerin çektiği binek arabaları, tozlu yollarda gıcırdayarak ilerliyor. Askerlerin bir kısmı arabaların üzerinde serili giderken, bir kısmı da öküzleri boynuzlarından çek30 ĐŞGAL ĐSTANBULU meye çalışıyor. Arabaların önlerinde ve arkalarında askerî birlikler sürünüyor. Yunanlıların giriştiği büyük askerî serüvenin sonu bu. Şöyle olmasaydı, böyle olurdu diye masallar okumak, gerçekten hazin bir şey! Yunan askerî serüveninin sonu da böyle hazin işte. Ama olanca suçu Yunan askerinin sırtına yüklemek, yersiz. Boşaltma sırasında bile Yunan askeri yine de iyi bir savaşçı olduğunu gösterdi. Mustafa Kemal’in orduları Doğu Trakya’yı Mudanya Mütarekesinin bir armağanı olarak geri almasalardı, her halde Yunanlılarla burada bir hayli sert kapışmaları gerekecekti. Yunanlıların Mustafa Kemal’e karşı giriştikleri savaşta Anadolu’daki Yunan ordusunda gözlemci olarak bulunan Hint Süvari Birliği subaylarından Yüzbaşı VVittal, Yunan ordusunun uğradığı yenilgiye sebep olan entrikaların içyüzünü bana şöyle anlattı. «Yunan askeri birinci sınıf savaşçıydı,» diyordu Yüzbaşı VVittal. «Đngiliz ve Fransızlarla birlikte çalışan subaylar tarafından da çok iyi yönetiliyorlardı. Mustafa Kemal’in ordularını yenilgiye uğratmışlardı. Đhanete uğramamış olsalardı, ben Ankara’yı işgal edeceklerinden ve savaşı bitireceklerinden emindim.

«Konstantin tahta çıkar çıkmaz, cephedeki bütün subaylar, Genelkurmay başkanından takım kumandanına kadar, görevlerinden alınmıştı. Bu subayların çoğu cephede terfi etmiş, gerçekten iyi askerlerdi; başarılı önderlerdi. Yerlerini savaş yıllarını Đsviçre, ya da Almanya’da sürgünde geçiren kralcı subaylar almıştı. Aralarında pek çoğu hayatlarında tek bir silâh sesi bile duymamıştı. Bu davranış orduda 31 HEMINGVVAY büyük bir çöküntüye yol açtı ve Yunan yenilgisinin baş sebebi oldu.» Yüzbaşı VVittal hiç tecrübesi olmayan topçu subaylarının nasıl batarya kumandanlıklarına getirildiklerini ve nasıl kendi piyadelerini biçtiklerini de anlattı. Yüzlerine pudra süren, dudaklarını rujla boyayan piyade subaylarından, cahillik ve kayıtsızlık yüzünden «cinayet» halini alan kurmay çalışmalarından söz etti. Yüzbaşı VVittal; «Anadolu’daki çatışmada Yunan piyadeleri başarılı olmuşlardı ve ilerliyorlardı,» dedi. «Sonra kendi topçuları hepsini biçti.» Binbaşı Johnson (Kendisi daha sonra Đstanbul’da basınla ilişkileri düzenleyen irtibat subayı olarak çalışmıştır) bildiğiniz gibi topçu subayıdır. Üstelik, iyi bir topçu subayıdır. Topçuların piyadeye oynadığı oyunu görünce, üzüntüsünden hüngür hüngür ağlamıştı. Binbaşı Johnson istese topçuyu rahatça yönetebilirdi. Fakat hiçbirşey yapacak durumda değildi. Sıkı bir tarafsızlık izlemek için kesin emir almıştık.

Bu yüzden hiçbir şey yapamazdı.» Kral Konstantin’in Yunan ordusuna ihanetinin hikâyesi budur işte. Bu yüzdendir ki, Atina’da patlak veren ihtilâl, birçok kimsenin sandığının aksine, hiç bir zaman bir maskaralık olmamıştır. Bu ihtilâl, kendisine ihanet edene karşı, bir ordunun ihanetidir. Đhtilâlden sonra eski Venizelosçu subaylar Doğu Trakya’daki orduyu yeniden örgütlendirdiler. Yunanistan, Trakya’ya bir «Marne» gözüyle bakıyordu ve ya burada dayatıp son bir direniş gösterecek ya da ölecekti. Asker yığınağı buraya yapılmıştı. Herşey istim 32 ĐŞGAL ĐSTAN BU LU üzerindeydi. Derken Müttefikler Mudanya’da Doğu Trakya’yı Türklere veriverdiler ve Yunan ordusunun da bu toprakları terketmesi için üç günlük bir süre tanıdılar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir