Ernesto Laclau, Chantal Mouffe – Hegemonya ve Sosyalist Strateji

Sol düşünce günümüzde bir yol ayrımında duruyor. Geçmişin apaçık “doğru”ları -klasik analiz ve politik muhasebe biçimleri, çatışan güçlerin doğası, Solun mücadele ve hedeflerinin anlamı- bu doğruların üzerine kurulduğu zemini parçalayıp geçen bir tarihsel değişimler çağının ciddi bir meydan okuyuşuyla karşı karşıya. Kuşkusuz, bu değişimlerin bazıları başarısızlıklara ve hayal kırıklıklarına tekabül ediyor: Budapeşte’den Prag’a ve Polonya darbesine, Kabil’den Vietnam ve Kamboçya’daki komünist zaferin akıbetine kadar, hem sosyalizmin hem de sosyalizme götürecek yolların bütün bir kavranış tarzı üzerine gittikçe ağırlaşan bir soru işareti düşmüş durumda. Bu durum, hırpalayıcı olduğu kadar gerekli de olan eleştirel düşünceyi, Solun entellektüel ufkunun geleneksel teorik ve politik temellerine doğru bir kez daha harekete geçirmiştir. Fakat dahası var. Teorik yeniden değerlendirme görevini acil duruma getiren bu değişimlerin temelinde bütün bir dizi pozitif yeni fenomen yatıyor: Yeni feminizmin, etnik, ulusal ve cinsel azınlıkların protesto hareketlerinin, nüfusun marjinalleştirilmiş tabakalarının kurumlara karşı verdiği ekoloji mücadelelerinin, anti-nükleer hareketin, kapitalist çevre ülkelerde atipik toplumsal mücadele biçimlerinin doğuşu -bütün bunlar daha özgür, demokratik ve eşitlikçi toplumlara doğru bir ilerlemenin potansiyelini, ama yalnızca potansiyelini yaratacak şekilde, toplumsal karşıtlıkların geniş bir dizi alana uzanmasını ifade ediyor. Mücadelelerin bu çoğalması kendisini her şeyden önce, rasyonel ve örgütlü toplum yapıları -yani toplumsal “düzen”- karşısında toplumsalın bir “fazlalığı” olarak gösterir. Özellikle liberal-muhafazakar kamptan yükselen bir sürü ses ısrarla, Batı toplumlarının bir yönetilebilirlik kriziyle ve eşitlikçi tehlikenin ellerinde dağılıp gitme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu tekrarlayıp durmuştur. Ne var ki yeni toplumsal çatışma biçimleri, bu kitabın büyük bir kısmında tartışmaya çalışacağımız teorik ve politik çatılara daha yakın duran çatılan da krize sokmuştur. Bunlar Solun klasik söylemlerine ve, toplumsal değişimlerin faillerini, politik alanların kuruluşunu ve tarihsel dönüşümlerin önündeki setlerin yıkılmasına ilişkin ayrıcalıklı noktaları kavrayış tarzlarına tekabül eden çatılardır. Simdi kriz içinde olan, işçi sınıfının ontolojik merkeziliğine, bir toplum tipinden diğerine geçişte kurucu moment olarak büyük “D” ile yazılan Devrimin rolüne, ve politika momentini anlamsız hale getirecek şekilde, tamamen bütünleşmiş ve homojen bir kollektif irade gibi yanıltıcı bir beklentiye dayanan bütün bir sosyalizm anlayışıdır. Çağdaş toplumsal mücadelelerin çoğul ve çok çeşitli karakteri, bu politik tasavvurun dayandığı son temeli de nihayet ortadan kaldırmıştır. Bu tasavvur, “evrensel” öznelerle doldurduğu ve kavramsal olarak tekil haldeki Tarih çevresinde inşa ettiği “toplum”u, belli sınıf konumları temeli üzerinde zihinsel olarak egemen olunabilecek ve politik karakterde bir kurucu eylem yoluyla rasyonel, saydam bir düzen olarak yeniden oluşturulabilecek, anlaşılabilir bir yapı olarak postule etmiştir. Bugün Sol bu Jakoben tasavvurun ortadan kalkmasının son perdesine tanıklık etmektedir. Böylece teorik krize yol açan şey, bizzat çağdaş toplumsal mücadelelerin çoğulluğu ve bu mücadelelerin içerdiği zenginlikler olmuştur.


Biz kendi söylemimizi, teorik ile politik arasındaki bu iki yönlü hareketin orta noktasına yerleştirdik. Krizin ortaya çıkardığı teorik boşlukları, kendi söylemsellik koşulları hakkındaki bilgisizliği sayesinde yaşayabilen izlenimci ve sosyolojist bir betimselciliğin doldurmasını her momentte önlemeye çalıştık. Amacımız bunun tam tersi oldu: ilk bakışta krizin birçok yönü için ayrıcalıklı yoğunlaşma noktaları gibi görünen belli söylemsel kategoriler üzerinde odaklanmak, ve bu çoklu kırı- nımın çeşitli yüzlerindeki bir tarihin olası anlamım sergilemek. Bütün söylemsel eklektizm ya da yalpalamaları daha baştan dışarda bıraktık. Klasik dönemi açan bir “manifesto”da söylendiği gibi, yeni topraklara girildiği zaman, “kendilerini bir ormanda kaybolmuş bulduklarında, bir o tarafa bir bu tarafa koşturup durmamaları ya da (daha kötüsü) bir yerde durup kalmamaları gerektiğini bilen, gittikleri yönü başta sırf şans eseri seçmiş olsalar da, önemli bir neden olmadıkça birbirlerinden ayrılmadan, tek bir yönde, olabildiğince düz bir şekilde yürümeleri gerektiğini anlayan yolcular”ın örneği izlenmelidir. “Böylece, tam istedikleri yere varmasalar da, en azından, herhalde bir ormanın ortasındakinden daha rahat olacakları bir yere sonunda varacaklardır.”1 Analizimize yol gösteren şey, Marksist politik teorileştirmenin söylemsel bir yüzeyi ve temel bir düğüm noktası olarak gördüğümüz hegemonya kavramındaki dönüşümler oldu. Vardığımız başlıca sonuç, “hegemonya” kavramının arkasında Marksist teorinin temel kategorilerini tamamlayan bir politik ilişki tipinden daha fazla birşeyin yattığıdır. “Hegemonya” gerçekte, toplumsalın bu kategorilerle bağdaşmayan bir mantığını oıtaya koyar. Tarihi ve toplumu kavramsal olarak açıklanabilir yasalar çevresinde oluşmuş anlaşılabilir bütünlükler olarak sunan klasik Marksizmin rasyonalizmi karşısında hegemonya mantığı kendisini başlangıçta, özsel ya da “morfolojik” geçerliliği bir an için bile sorgulanmayan evrimci bir paradigma içindeki konjonktürel dengesizliklerin gerektirdiği tamamlayıcı ve olumsal bir işlem olarak sunmuştur. (Bu kitabın temel görevlerinden biri, bu özgül olumsallık mantığını belirlemek olacaktır.) Kavramın uygulama alanları Lenin’den Gramsci’ye genişlediğinde, olumsal eklemlenmeler alanı da genişlemiş ve klasik Marksizmin köşe taşı olan “tarihsel zorunluluk” kategorisi teori içindeki merkezi yerini kaybetmiştir. Son iki bölümde tartışacağımız gibi, “hegemonya” kavramında örtük olarak bulunan toplumsal mantığın belirlenmesi ve genişletilmesi -Gramsci’nin çok ötesine giden bir doğrultuda- bize hem çağdaş toplumsal mücadeleleri özgüllükleri içinde düşünebileceğimiz bir liman sağlayacak, hem de Sol 1 Descartes, “Discourse on Method”, Philosophical Works içinde, Cambridge 1968, c.1, s.96.

9 için radikal bir demokrasi hedefi üzerinde yükselen yeni bir politikanın ana hatlarını çizmemize olanak verecektir. Cevaplanacak bir soru kalıyor: Bu işe neden klasik Marksizmin çeşitli söylemsel yüzeylerinin bir eleştirisi ve yapı-ayrıştırmasıyla [deconstruction] başlamamız gerekiyor? Önce şunu söyleyelim ki, “gerçek”in dolayımlar olmaksızın konuşabildiği tek söylem ve tek kategoriler sistemi diye birşey yoktur. Marksist kategoriler içinde yapı-ayrıştırıcı bir tarzda çalışırken, “evrensel tarih” yazma, kendi söylemimizi tek, çizgisel bir bilgi sürecinin bir momenti olarak kayda geçirme iddiasında değiliz. Tıpkı normatif epistemolojiler çağı gibi, evrensel söylemler çağı da sona ermiştir. Bu kitapta öne sürülenlere benzer politik sonuçlara, hiçbiri toplumun tek hakikati (ya da Sartre’ın koyduğu gibi, “zamanımızın aşılmaz felsefesi”) olma iddiasında bulunamayacak çok farklı söylemsel formasyonlardan-örneğin Hıristiyanlığın belli biçimlerinden ya da sosyalist geleneğe yabancı özgürlükçü söylemlerden- kalkarak da yaklaşık olarak varılabilirdi. Fakat tam da bu nedenle, bu yeni politika anlayışının formüle edilmesini olanaklı kılan geleneklerden biri de Marksizmdir. Bu kalkış noktasını bizim açımızdan geçerli yapan tek şey, Marksizmin bizim kendi geçmişimizi oluşturmasıdır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir