Ernst Bloch – Hiristiyanliktaki Ateizm

Ölme korkuları vardır onların, ölüm korkusu değil; bunun nedeni bir ben’lerinin olmamasıdır. Dies septimus nos ipsi erimus (Biz kendimiz o Yedinci Gün olacağız). Birbiriyle rekabet halindeki dini ve seküler halifeliklerin entelektüel ve politik alanlarda baskın oldukları dönemler bunlar. Şu anda böyle bir ortamdan geçiyoruz ve bunun aşikâr belirtileri istemediğimiz kadar bol. Bir yanda popüler ve radikal İslamın yükselişi diğer yanda Hıristiyan Evangelizminin yeniden keşfi; New Age spiritüelliğinin içine uçuşlar, Yeni Ateist rasyonalizm; İngiliz Kilisesinin cinsellik ve cinsiyet alanındaki tartışmalarla hızlandırılmış o yavaş atan nabzı; inançsızlığın fonuna karşı Çin’de ya geleneksel Konfüçyüsçülüğün, Taoizmin ya da Budizmin aniden tekrar ortaya çıkması ya da Yeni Hıristiyanlar akımı ya da doksanlı yılların başında gene Çin’de ortaya çıkan töre ve gelenek çöküşüne karşı Falun Gong akımı. Sonsuzdur bu liste ve günümüz dünyasındaki ideolojik şekillenmelerin içinde yatan gerilimlerin ve çekişmelerin yeni düzeyine işaret etmektedir. Bütün bunların gösterdiği ise dinin hem bir tartışma alanı hem de yaşama tarzı olarak rasyonalist, bilimci ve modernize edici bir Aydınlanma ve pazar ekonomisinin globalleşmesi karşısında çöküp gitmek şöyle dursun, hâlâ, apaçık görüldüğü gibi, açıklanması epey zor bir potansiyele ve güce sahip olduğu gerçeğidir. Şu anki ekonomik kriz ve öncesinde buna yol açan ve onu tırmandıran savurgan, har vurup harman savrulan yıllar bize bir şeyi gösterdi; o da üretimin sosyal ilişkileri ile bizim bu ilişkileri anlama, kavrama tarzımız arasındaki bağıntının her zamanki gibi alabildiğine zorlayıcı, gergin ve birbirinden ayrılmaz iki düzlem oluşturduğu gerçeğidir. İşte dini inançlar tartışmasında, bu nedenle, teistler ve ateistler, her biri kalın kafalılığın, dogmatikliğin ve akıldışılığın birleşiminden oluşan bir dalga olarak gördükleri şeye karşı mücadele ettiklerini ileri sürerken; bizi teokrasilerle, teknokrasilerle, steril demokrasilerle, inançsız bilimcilikle, değerden yoksun liberallikle ve de fundamentalist rejimlerle ve hareketlerle bunaltıp duruyorlar. Din ile bilim ilişkisi konusunda düalist ama esasen statik bir düşünmenin tuzağına düşmüş görünüyoruz. “Sürekli olarak bilgi ile inancın, teknoloji ile dinin, hesaplanabilir olan ile dokunulmaz, kutsal olanın arasındaki ilişkiyi, her ne kadar farklı şekilde de olsa, düşünüp dururuz. Gelgelelim bu sürecin içinde, gene de, kutsal olsun olmasın, hesaplanabilir, akla uygun olan ile olmayan arasındaki ittifakı sürekli karşımıza almaya son vermiş değilizdir. Bloch’a döndüğümüzde, onun bu durumda kullanmış olacağı sözlerle söylemek gerekirse, “ya/ya da” pozisyonunun steril hali, bir durumun içerdiği zıtlık ve çelişkilerin o duruma yönelik potansiyel çözümü de içerdiğini ve birinin sağladığı fazlanın ötekine aktarılabileceğini anlama ve kavrama becerimizi dumura uğratmaktadır. Dinin sınırlarını aşabilme adına bu sınırları aklın denetimine açarak onların engelleyiciliğini etkisizleştirebilme umuduyla doğrudan üzerlerine gitmek değildir elbette çözüm; yapılacak olan bizatihi dinin içindeki aşılması zor düalist çelişkileri yakalayıp bunları diyalektiğin sonraki basamağına, aşma evresine taşımaktır. Bu bağlamda Bloch dini dünya görüşünün içinde karşımıza çıkan metafizik kavrayış ve algıyı materyalizmin temelinde değerlendirip incelemeye çalışacaktır.


Amacı, fantezi dediğimiz şeye öldürücü darbeyi indirmek değil mitosun belli bir bölümünü tek bir diyalektik süreç içinde kurtarmak ve gene belli bir bölümünü de imha etmektir; bunun da yolu, mitosa, mitolojik dünyaya ışık tutmak, onu iyice aydınlatmaktan geçer. Bloch korunması gereken mitosa, “saray darbesi”, “aydınlatıcı mitos” gibi tanımlarla işaret eder. Ortadan kaldırılması gereken dine geçmiş mitik etkiler değil batıl inancın kendisidir ona göre. Bloch Hıristiyanlıktaki Ateizm’de Kutsal Kitap yorum ve tefsirlerini ve de gerek Kutsal Kitabı gerekse Yahudi-Hıristiyan geleneğini okuyuşunu bir bütün olarak “dedektif çalışması” diye tanımlamaktadır. Bu dedektif gibi çalışmanın amacı din mesajının içindeki çelişkilerin maskesini düşürüp onları aydınlatmaktır. Vincent Geoghegan’ın belirttiği gibi (Ernst Bloch, Londra, Routlege, 1996) Hıristiyanlıktaki Ateizm (1968) metni Bloch’un, Ütopyanın Ruhu (1918), Devrim Teoloğu Olarak Thomas Münzer (1921) ve Experimentum Mundi (1975) arasında bütün bir kitabı Hıristiyanlığın incelenmesine, dinin oynadığı sosyal rolün anlaşılmasına ayırdığı, bu sorun alanlarını merkeze yerleştirdiği tek kitabı temsil etmektedir. Gene de Bloch’un yapıtlarını ve çalışmasını geç dönem ve erken dönem olmak üzere iki öbekte toplamak yerinde olmayacaktır. Kuşkusuz Ütopyanın Ruhu’nu ve Umut İlkesi’ni izleyen sonraki evrede, bu iki dönem, erken ve geç dönem arasında farklılıklar gözlemlenebilmektedir; ama bu, söz konusu iki dönem arasında net bir kopmanın söz konusu olduğu anlamına gelmemektedir. Örneğin en eski çalışmalarından birinde (1907) ben ile varlık halini, olmuşluk halini birbirinden ayıran bir giriş cümlesi buluyoruz. [Dilimizde “im/ım” içinde “ben” kişi zamiri de ifade edildiği için (Bloch’un) kastettiği ilişkiyi İngilizce’den giderek, Thomson’un yapmaya çalıştığı gibi izlemeyi denemek durumundayız; “ I am” yapısında, “I” kişi zamirinin “am”den ayrı tutulduğu biçimsel bir modelleştirmeyle kavramaya çalışabiliriz burada söylenmek isteneni. V.A.] Bloch salt olma (Sein) anlayışının süreç içinde içinin dolması, önce “I” ile buluşup varlıklaşması ve en nihai aşamaya doğru kendini gerçekleştirmeye yönelmesi anlamında bir ontoloji koyuyor önümüze genelde. Bloch 1907’den yaklaşık yetmiş yıl sonra (1975) Dünya Deneyi diye çevirebileceğimiz Experimentum Mundi’yi bu kez (İngilizce söyleyecek olursak) “I am” diye açar. “Ben” artık “dir/dır, im/ım”a kavuşmuştur.

Gelgelelim, bu im/ım-dir/dır durumundan oluşmayı sürdürme sürecine geçmemiz şarttır Bloch’a göre. Çünkü o “Ben”, benim kendiliğime henüz sahip değildir, ben’im halindedir henüz, bu da kim olduğumuzu henüz bilmediğimiz anlamına gelir ve kayıp, yitik, bir sürü şeyle dolup taşmaktadır bu parçasını bulmamış ben. İnsan varlığının içinde ise o “bir şeyin” peşinden sürükleyen bir itki vardır, onu bulabileceğimiz her yerde buluruz. Metinlerde, geleneklerde ve düşüncelerde bizi çeken, bunların içinde neler bulunduğunu bize aratan şeyin ne olduğunun peşine düştüğümüzde onu kendi içimizde görüp ele geçirebileceğimiz noktaya kadar ona yaklaşırız. Hiper- rasyonalizmin ya da dogmatik materyalizmin perspektifinden bakarak bizi oraya yaklaştıran gelenekleri ve metinleri reddedersek insanlık kültürünün önem ve anlamını yitirmekten kurtulamayız. Kendi dedektiflik becerimizi kullanarak yirminci yüzyılın içinde yazılmış bu önceki kitaplara ve Bloch’un yaratıcılık hayatına baktığımızda, şu “olmakta-olma”, kim olduğumuz değil de kim olmaktaolduğumuz ve olacağımız anlayışlarını Bloch’a da uygulayabiliriz. İç ve dış dünya ile bu olmakta olanın kurduğu ilişkiler açısından değerlendirdiğimizde karşımıza önce bir genç adamın kendi hayat güçleri, direnç ve potansiyelleriyle olan obsesif ilişkisi çıkıyor. Dönemin Nietzsche’anizminin büyük etkisi altındadır bu hayat güçleri anlayışı onun. Bu Nietzsche’ci dönemin sonrasında, ikinci evrede, oradaki “ben”in yerine “biz” geçmeye başlar. Bu, gerçek aydınlanmaya bireyin sadece kendi içinden gelen bir geçişle adım atmanın mümkün olmadığı, bu geçişin sadece ve sadece onun ötekilerle, toplumsalla kuracağı karşılıklı ilişkilerle mümkün olacağı anlamına gelmektedir. Elimizdeki çalışma, Hıristiyanlıktaki Ateizm o sözünü ettiğimiz önceki kitaplar ile sondaki Experimentum Mundi’nin arasında kalır ve ateizmin Hıristiyanlığa karşı değil de Hıristiyanlığın içinde oynadığı rolün söz konusu geçişi sağlayacağına dair Bloch’un angaje olduğu düşünceyi yansıtır; Bloch’un, birey toplumun ve insanlığın dışında değil de içinde bulunmalıdır düşüncesiyle örtüşür bu kavrayış. Bu geçiş, dönüşme hali, Girişteki, “Sadece Sessizlik” bölümünün şu cümlelerinde kendini ele verir: “Burada biri kendi içine giriyor. Bu ona iyi gelecektir diye düşünüyor. Gelgelelim orada, içeride çok uzun kalırsa bunu kimse fark etmeyecektir. O da sık sık kendini insafsızca hırpalayıp duracaktır orada.

” (Demek aydınlanacaksak kendi içimizden dışarıya, toplumun içine girmeye yönelmek zorundayızdır.) Bunu izleyen öteki iki kısa bölümde, dini ve dünyevi otoritelerin ağzımızı bağlamak için kullandıkları bağları kaldırıp atmaya ve Yukarıdaki-Üstteki Efendilere meydan okumaya çağırır alttakileri. Kutsal Kitap dilini kullanma konusunda usta Bloch, “Harman döven öküzün ağzını bağlamamak gerekir. Onlara kalsa, kullandıkları öküzün gerek içe gerek dışa karşı ağzını bağlamak aslında kaçınılmaz bir zorunluluktur; hele özellikle öküz bir öküz olmaktan çıkmışsa” der “Köle Dili” başlıklı ikinci bölümde. Öküzün bu ağır çalışmanın yükü ile derin bir bilinçsizlik durumu arasındaki döngünün içine hapsolmuş hayatının oradan kurtarılabilmesinin, olduğundan daha fazlasına doğru yönelebilmesinin gerekliliğine işaret edecektir; Zerdüşt’ün ağzına yerleştirilmiş Nietzsche sözleriyle “kim ise o olmalıdır” öküz. Gelgelelim insanın kendi içine dönerek, inerek ve bu iç’in üzerinde dönüp dolaşarak içindeki kahramanı bulması, onun “neyse o olması”, daha doğrusu ne olacaksa o olması hiç de kolay değildir. Ancak sürecin en sonunda ortaya çıkacak olan şey, daha baştan arayış yolculuğuyla birlikte yola çıkmayıp tam da o yolculuğun sonunda “yaratılışına” ulaşacak olan şeydir. Kendi yaratılışına. İşte bu “olmakta-olma” yolculuğu sürecini yorumlayan hem Nietzsche hem de Bloch, bugünden görünebilir olmayan, bütünlüğe kavuşmamış, tamamlanmış hale gelmemiş bir insana ulaşma imkânının altını çizip dururlar. Ancak Bloch’un gözünde ben’den kendiliğe, o olacak olan kendime yapılan yolculuk, New Age anlayışındaki gibi insanın kendini (zaten içinde varolanı) keşfetmesi yolculuğuyla kesinlikle karıştırılmamalıdır. Bloch teolog Rudolph Bultmann’ın varoluşçu teoloji düşüncelerine karşı çıktığı bu kitaptaki yazısında, mistik olanın, gizemin, Tanrı gizeminin üzerindeki örtüyü açmayı, inancı ve Tanrının inayetini bizim zaten içimizdeki hazır, geliştirilmesi gerekmeyen kendiliğimize ulaşma olarak anlayan Bultmann’ı eleştirir, teolog Bultmann’ın orta sınıf karakter özelliğine ve “kurtuluşu (selameti) şahsileştirme” eğilimine işaret eder. İnsan yeni bir kurtuluş bulmak istiyorsa yapacağı şey dış dünyayı aktif bir süreç içinde değiştirmek, onu kucaklamak, onunla bütünleşmektir. “Yeni cennet ve yeni dünya tamamen insan-merkezlidir.” Bloch, İznik Konsülü’nde, 4. yüzyılda karara bağlanan, İsa Tanrı ile özdeş varlık mıdır (homooisios) yoksa Tanrının aynısı, onunla eş midir (homo-isosios) tartışmasının sonucunda ortaya çıkan durumu ilginç bir şekilde değerlendirir; sonuçta bir insanın hangi sıfatla olursa olsun Konsülde Tanrı statüsüne yükseltildiğini göz önünde bulundurarak, bunun, Tanrı öldüğünde de Christus etkisinin sürüp gideceği anlamına geldiğini söyleyecektir.

Aslında Bloch’un temel itirazı, bir “İnsanoğlu” olan İsa’nın transzendente (aşkınlığa) yükseltilmesine yönelik olmakla birlikte İznik Konsülü’ndeki bu “yükseltmenin” ütopyaya karşı gerçeklerin en kesin ve acımasızı olan, her bireyin ölümü tadacağı gerçeğinin kesinliğinden ve bu hayat-ölüm döngüsünün kaçınılmazlığı duygusundan ütopyayı ve umudu kurtarma gibi kendiliğinden bir işlevi de yerine getirdiğini de düşünmesidir. Bloch Platon’un anamnesis (hatırlama) kavrayışını kendi oluşma süreci kavrayışına, ütopyaya doğru yolculuğa aykırı bulur. Platon’un hatırlama anlayışında tarih döngüsel bir bütünlüktür, dolayısıyla sadece hep daha önceki bir evreye, (hatırlanan) bir başa sarıştır. Böyle bir anlayış, Bloch’a göre, sıradan ölümlü insanı, kusursuzluğu bilen ve onu giderme sırrına sahip Tanrıya yalvarıp yakarma pozisyonuna sokar. Din esasen bu oyunu insanlarla oynar durur, der Bloch; onlara vaat edilmiş bir ülke bulunduğunu, oraya geri dönmenin de (cennete tekrar kabul edilmenin de) ancak Tanrıya boyun eğmekte kusur etmemekle mümkün olduğunu anlatır. (Kudüs/Yeruşalim, Yeni Sion dünyevi cennetle özdeşleştirilip durur Ahit’lerde.) Bloch’un bu kitapla ulaşmak istediği bir hedef, metafiziksel bir dinin materyalist, dünyevi temelini araştırıp ortaya koyarak dinin içindeki, insanı bağlayan değil de serbest kılan yönlerini göstererek ve ancak Yaratılışa geriye döndürerek bu kurtuluşu vaat eden kısırdöngüden onu kurtarmaktır. Ortodoks Hıristiyanlıkta insanın üzerine radikal bir şekilde çöken yeni hayat da dolayısıyla birçok yönden eski tarihlidir; bir döngü söz konusudur burada; Yeş. 65, 17, eski Yaratılışın hükmünün kalmadığını ilan etmiştir Yehova’nın ağzından: “Çünkü önceki şeyler artık bitti” (Yuhanna, Vahiyler, 21, 4) sözleri de yaratıcının (aynı) yaratmayı baştan alması anlamından öteye geçmez. Burada en eski tanrıcılığın kimi öğelerinin de karşımıza çıktığını görüyoruz; çünkü cennetten kovuluştan ve daimonya’ların istilasından ötürü yaratılışa yönelik, onu yeniden başlatma anlamındaki dairesel geriye hareket, cennetten kovuluşun ve daimonyaların istilasından önceki bir en ilk, “başlangıçtaki duruma” dönüş söz konusudur; dolayısıyla da radikal şekilde patlak veren yeninin tarihi geriye alınıp durulur. İnsanın içinde bu yeni, baştan doğuş halinde kabul ettirecektir kendini, dünyanın içinde ise kadim cennetin yerini alacak temizlenmiş, aydınlatılmış, nurani doğa olarak.” (orj.59) Bloch’un din mitlerini değerlendirirken izlediği amaç kendi sınırlarından, limitlerinden kurtarılabilen, bu doğrultuda kendi öykülerini ve mitoslarını kullanan tarihsel bir dünya arayışıyla ilintilidir; böyle bir dünya pasif, o hatırlamacı döngünün dışına çıkıp aktif imkânların alanına sokacaktır bizi. Bu tamamen yeni dünyaya girmenin şifresi, Hegel’e dayanarak kullandığı, Almanca “Werden” kavramıdır. Olmak değil de “olmakta olmak”, “olacak olmak”.

Bunu Yehova’nın (Tanrının) Kutsal Dağ’da yanmakta olan çalılardan Musa’ya seslenişindeki sözlerinde duyarız: “Ne olacaksam o olacağım.” Bloch’a göre Ahit ile Kilisenin birbirinden ayrı düştükleri bir yerdir burası. Ahit’ler zaten her zaman Kilisenin vicdan azabının kaynağı olmuştur. Exodus’un evrensel mesajı sıradan insanlara yöneliktir. Bu mesaj Kilisenin anlamak istediğinden farklıdır; bir duruma değil, yenilemeye yönelik mesajdır. (Ne olunacaksa o olunacaktır.) Musa’nın çölde Yehova’ya göç sırasında söylediği “bırak halkımı gitsin!” sözleri Thomas Münzer’in dediği gibi, ırk, aidiyet ve inanç ayrımı gözetmeksizin, farklılık tanımaksızın, ezilen, baskı altındaki bütün insanları, onların kurtuluşa doğru hareket etmelerini kastetmektedir. Demek ki bir ateist olmak “yaratıcı Tanrı” anlayışına, Yaratılışın daha başta tamamlanmış olduğuna, giderek otoritenin Kilisenin ve onun koruyucusu devletin elinde toplanmasına karşı olmak demektir de. Dinde önemli olan zaten varolmayan Kutsal Kâsenin değil Kutsal Kâse adına kendini inşanın yollarının aranmasıdır ve bu arayış sabit, bitmez tükenmez bir insan itkisidir, dürtüsüdür; yokluğu hissedilen, kayıp bir şeyin peşine düşmedir, dinin ve kültürün bütün biçimleri içinde ifadesini bulmuş bir şeyin. Tanrının bir yanılgı olduğunu ileri süren günümüzdeki tartışmacılarla bağlantılı olarak Bloch’un şu sözleri Tanrının olmadığını söyleyen Richard Dawkins’le yapılan tartışmaların içine de yerleştirilebilir: “Religio’yu (dini) ya Musa ya Darwin alternatifinde tükenmiş sayan her türlü yarım, sözde Aydınlanmaya ve her türlü bulanık ikianlamlılığa karşı şu söylenebilir: Boyun eğdirici olana yönelik her darbe de gene Eski ve Yeni Ahit’e uygundur ve tam da bu nedenle, ‘Yılandan’ başlayarak-orada-bastırılmış ya da çarpıtılmıştır.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir