Erol Göka – Bir Bilim Olarak Psikiyatri

Psikiyatrinin tarihi ruh (zihin)1 ile beyin arasındaki gelgitlerle doludur. Vurguyu daha çok zihne yapan ve beyini, beynin süreçlerini âdeta görmezden gelen ‘beyinsiz’ psikiyatri ile insan duygu ve davranışlarını tamamen beynin işlevleriyle açıklayan, toplumsal ve kişisel bağlamları göz ardı eden ‘zihinsiz’ psikiyatri son yirmi yıldır kızışan bir mücadele içerisindedirler. Bu mücadele bir bakıma ‘yalnızca sinir hücrelerine indirgenebilen olguları bilimsel kabul eden’ anlayışla, psikanalizi, ‘selâmete ulaştıracak biricik yol’ olarak gören anlayış arasındadır. Sarkaç psikiyatri tarihi boyunca bu iki indirgemeci konum arasında salınıp durmuştur. Thomas Szasz, 1985’te yayınladığı “Psikiyatri: Retorik ve Gerçeklik” başlıklı yazısında şöyle der: “Tarihlerinde bir kez daha psikiyatrlar yol ayrımında: zihinsiz olmayı seçebilirler ve nörolojiyle aralarında bir fark kalmaz; veya beyinsiz olmayı seçebilirler, (özellikle ingiltere’de) çoğu psikana- * Aslında mind sözcüğünün karşılığı zihindir. Ancak Türkçe’de bu sözcüğün1 ifade ettiği anlam sıklıkla ve yanlışlıkla) ruh sözcüğüyle karşılanmaktadır. BİR BİLİM OLARAK PSİKİYATRİ listin yaptığı gibi ve tıpdışı danışmanlardan bir farkları kalmaz. Fakat her iki yolda birden yürüyemezler.” Ancak üçüncü bir görüş bu tartışmalarla birlikte sıklıkla gündeme getirilmiş olan bütünleyici (integrative) veya bütüncü (holistic) yaklaşımdır. Bu yaklaşım psikiyatrinin ne ruhsuz (veya zihinsiz) ne de beyinsiz kalması gerektiğini, aksine, her ikisini de kuşatan geniş bir bakış açısına ulaşması gerektiğini söyler. Bu görüşün önde gelen isimlerinden Lipowski şöyle yazar: “Söylemek istediklerimin ilki şu ki bir kişinin meslek olarak psikiyatriyi seçişinin yanısıra benimsediği, tuttuğu yol da onun hayat tecrübesini yansıtır. Eğer o tecrübe çeşitliyse, belirsizliğe ve müphemliğe uyum sağlarken dogmatik sistemlere eleştirel bir üslupla yaklaşmanızı sağlamışsa psikiyatrideki tek yanlı görüşlere de şüpheci fakat açık yaklaşırsınız… ikincisi, psikiyatri tarihinden ve genel tarihten aldığımız derslerden birisi, sararan, insan davranışının tek bir teorik noktadan hareketle izah edilemeyeceği ve kestirilemeyeceğidir. Her indirgemeci görüş açısı bir zirveye ulaşır ve sonra eleştiriler ile etkisi giderek söner. Coşku ve tezahürat dindiğinde bir kavramlar, terapiler ve olgusal bilgi tortusu kalır ve alanımız gelişir. Ve üçüncü olarak sevgili maçlarımızı pazarlamak ve onları güçlendirmek için hoyratça kullandığımız ‘bilim’ ve ‘bilimsel’ sözcükleri muğlaktır ve kimi zaman insanın insana zalimliğine âlet edilirler, insana, tıbba ve psikiyatriye tümüyle bilimsel ve teknolojik bir yaklaşım, insancıl bir değerler sisteminin kılavuzluğu olmazsa tehlikeli olacaktır” Bütün yaklaşıma göre psikiyatrist bir bilim adamı olmaktan önce bir hekimdir, klinisyendir.


Klinik çalışmasında geniş bir insancıl yaklaşımı gözetmelidir. Bu yaklaşım insanı çevreyle devamlı etkileşim halinde olan bir zihinbeden kompleksi olarak değerlendirir. Dolayısıyla klinik çalışmada hastanın biyolojik, psikolojik ve toplumsal yönlerinin tümü hesaba katılmalıdır. Her klinik görüşme ikili bir yaklaşım gerektirir: ilkin, klinik bilimin ilkelerine dayanarak, hastanın mevcut problemine uygulanacak bir (teşhise dönük) akıl yürütme gerekecektir, ikinci olarak, hastanın bir birey olarak özellikleri gözönüne alınmalıdır ve bu da onun öznel yaşantılarının eşduyumsal (empatik) olarak anlaşılmasıyla olur. Zihinsel bir psikiyatri değil bir klinik sinirbilimi (neuroscience) olacaktır. Adolf Meyer’in söylediği gibi bir psikiyatrın özel çalışma alanını oluşturan bir kişi olarak hastadır ve bir kişi basitçe beyniyle özdeşleştirilemez. 10 Yakın geçmişe dek, öznel yaşantılar veya zihin, bilim alanının dışında bir yerde kabul ediliyordu. Psikiyatri de zihnin verilerine odaklandığından bilimsel temelleri olmayan bir tıp dalı olarak değerlendiriliyordu. Zihni doğal bilimlerin hüküm sahasından sürgün eden bu dar bilim anlayışı son zamanlarda iyice sallantıdadır. Bu noktada Sperry’nin söylediklerini çok önemli buluyorum. Sperry’e göre mentalist (zihinci) veya insancı bir devrime giriyoruz, bu devrimi belirleyen de yeni bir paradigma. Buna göre öznel fenomenler de artık beyin işlevi ve davranışın bilimsel açıklanmasında kullanılabilirler. Zihin durumları yalnızca beyin süreçlerinin ortaya çıkardıkları ve yalnızca kendi organizasyon seviyelerinde işlevsel etkileşim gösteren durumlar değil, aynı zamanda, beyindeki fizyolojik süreçleri de etkileyen ve nöronal (sinir hücresine ilişkin) olaylarda nedensel rol oynayabilen durumlardır. Bu zihinci paradigma, zihin ve davranışın tümden anlaşılmasının, ancak kesinkes nesnel biyokimyasal ve fizyolojik terimler dahilinde mümkün olduğunu iddia eden bakış açısının saltanatını sarsmaktadır. 1950’li yıllar ‘beyinsiz’ psikiyatrinin tahta kurulduğu yıllardır, bu yılların şımarık çocukları olan psikanalistler ‘sanki kafatasımızın içinde bir pamuk yığını varmış’ gibi konuşmaktadırlar.

Sonra topluluk psikiyatrisinin hükümranlık yılları gelir ve vurgu, belirli toplumsal etkileşim biçimlerine ve toplumsal bağ eksikliğine kaydırılır. Psikiyatri giderek tıptan uzaklaşır. Çok geçmeden bir karşıt tepki hareketi başlar: 1970’li yıllarda Amerikan Ulusal Akıl Sağlığı Kurumu (NIMH), psikiyatriyi tıbba yeniden kazandırmak için, tıbbın diğer dallarına dönük danışma psikiyatrisini ihdas eder. Danışma psikiyatrisi hayli revaç bulurken genel hastanelerde de psikiyatri birimleri açılmaya başlanır. Kaynaklar beyinle ilgili fizyolojik ve biyokimyasal araştırmalara seferber edilir. ‘Zihinsiz psikiyatri’nin egemenliği başlamıştır. Artık rakiplerini küçük görme sırası biyolojistlerdedir. Bu cû-şu huruş içinde kimileri, işi ‘psikiyatrinin organı da beyindir’ demeye dek vardırırlar. Peki biyolojiye doğru bu kayışın nedeni nedir? ilaç sanayii gelişmiştir ve kendine pazar aramaktadır. Dev ilaç şirketleri ürünlerini pazarlayabilecekleri yeni hastalıklar keşfetmek için biyolojik araştırmaları desteklemektedirler. Psikanaliz de prag-matik Batı toplumlarının yarasına merhem olamamıştır çünkü hem uzun ve zahmetli bir süreçtir hem de klinik sonuçları epey tartışmalıdır. Melanie Safka’nın ünlü şarkısında olduğu gibi (your analyst 11 BİR BİLİM OLARAK PSİKİYATRİ will cure you as long as you pay the cheques: analistin sen çekleri ödediğin sürece tedavi eder seni) insanlara büyük bir ekonomik yük de getirmektedir psikanaliz. Üstelik yalnız tıbbî sağlık uygulayıcılarının tekelinde de değildir. Bu, tıbbî kimliklerine eğer tıbba yakınlaşmazlarsa yitireceklerini farkeden psikiyatristleri biyolojiye dolayısıyla tıbba doğru sürükler. Yitirilecek tek şey tıbbî kimlik değildir kuşkusuz, hastaların ve tabii ki paranın önemli bir bölümü de tıp-dışı sağlık uygulayıcılarına kaptırılacaktır.

Aslında psikiyatride esen bu rüzgarlar önemli bir ölçüde toplumu savuran fırtınalardan, psikiyatrinin payına düşenlerdir. Topluluk psikiyatrisinin de, dayanışma ruhunun çoğaltıldığı ve anti-Establishment, anti-aile söylemlerinin tırmandırıldığı çiçek çocukları hareketine denk düşmesi, rastlantı sayılmamalıdır. Psikiyatrinin masalı ‘biyolojistler ermiş muradına, beyin çıkmış kerevetine’ demekle bitmiyor. Daha sonraki sayfalarda okuyacağınız üzere masal bir ‘arkasıyarın’ heyecanıyla sürüyor, insanlık tarihinin, hummalı bir bilimsel bilgi ve araştırma çabasıyla kendini belli eden bir evresindeyiz. Yılda yaklaşık iki milyon bilimsel makale yayınlanıyor. Bütün dünyada 3.000 tıp dergisi yayınını sürdürüyor. Peki iyi mi oluyor? Lipowski’ye göre iyi de oluyor kötü de. Bütün bu bilgi birikimi akıl hastalığı hakkındaki bilgimizi ve tedavilerimizi derinden etkiledi, iyi oldu. Öte yanda üstüste yığılan bu literatür sağnağından ve bilgi fazlasından korunmak giderek zorlaşıyor. Bu duruma intibak etmek için kişiler kendilerini alanın bir alt dalı ile sınırlayabilir ve bütüne ilişkin görüş açısını yitirebilirler, kötü oldu. Şimdi biz, biyolojik psikiyatri plağını pikabımıza yerleştirelim ve ‘şarkılar neyi söyler’ bir dinleyelim. Biyolojik Psikiyatri Neyi Söyler? Bu yaklaşımın önde gelen isimlerinden ve hararetli savunucularından biri olan Samuel Güze her davranışın, her duygunun hatta her kişilik yapısının biyolojik bir kökeni olduğu fikrindedir. Bir başkası, Donald Klein, günü geldiğinde ‘aşk hastalığının’ bile ilacının bulunacağını söyler. Biyolojik psikiyatri yaklaşımına göre psikopatoloji (ruhsal bozukluklar), psikolojik işlevleri yürüten muhtelif beyin sistemlerinÛNSÖZ deki bozuk süreçlerin bir görünümüdür.

Bu yüzdendir ki psikopatoloji biyolojiyi içerir. Biyolojinin bilimsel hedefleri ise organizmaların nasıl evrimleştiğinin, nasıl geliştiğinin ve bir genotip-çevre etkileşimi içinde nasıl işlev gösterdiğinin anlaşılmasıdır. Hepimiz tepki verip vermeyeceğimizi, nasıl tepki vereceğimizi ve neye tepki vereceğimizi belirleyen güçlü bir eğilimle doğmuşuzdur. Genlerimize işlenmiş olan farklı kodlar nedeniyle farklı tepkiler verebiliriz. Çok çeşitli çevresel etkilerce biçimlenebilen genetik kodları ve epigenetik gelişimi hesaba katmasıyla, biyolojik yaklaşım, tıbbın kalan kısmına olduğu gibi psikiyatriye de tek kapsayıcı bilimsel temeli sağladığı iddiasındadır. Bu yaklaşımın üstünlüğü dile getirilirken, sıklıkla, Freud’un da kariyerinin başlangıcında gelecekte biyolojinin hâkim olacağına inandığı dile getirilir. Samuel Guze’ye göre psikiyatrinin biyolojik temeline itirazlar başlıca üç koldan gelmektedir, ilk grup, psikopatolojiye genetik veya bir başka biyolojik eğilimi kabul etmenin, bozukluğun önlenmesi ve tedavisinde bir çaresizliği de kabul etmek olduğu fikrindedir. İkinci bir grup politik veya toplumsal ideolojilerinden ötürü, insan davranışının açıklanmasında önceliği politik, kültürel ve toplumsal sistemlere verirler. Üçüncü grup ise daha çok felsefî ve dinî itirazlar yükseltir: insanın zihinsel işlevinin ve davranışının biyolojik bir temele oturtulması ‘hür irade’nin zeminini ortadan kaldıracak ve dini inanca, insanoğlunun doğadaki ‘özel yeri’ni sorguladığı için zarar verecektir. Guze’nin özellikle bu son itiraza verdiği cevabı biyolojik indirgemeciliğin harika bir örneği olması bakımından alıntılıyorum: “Giderek farkına varıyoruz ki insanların dini, etik ve ahlâki özelliklerinin kökleri de biyolojidedir. Sözgelimi annelerin kendilerini çocuklarına adamalarını sağlayan sinirsel süreçler etik veya ahlâki olarak değerlendirdiğimiz diğer davranışların gelişimini de sağlıyor olabilirler.” İnsanın en ulvî duygularını bile genlerindeki bilgiyle izah eden bu yaklaşıma göre gen yapımız hangi genetik-dışı etkenlerin bizi etkeleyebileceğine karar verir ve bu etkenler de tekil genlerin işleyeceğini mi yoksa sessiz mi kalacağını belirler. Hâsılı kelâm biyoloji bizim kaderimizdir. indirgemeci biyolojik yaklaşım hem psikiyatri çevrelerinden, hem de felsefe ve sosyoloji çevrelerinden hatırı sayılır eleştiriler almıştır. Şimdi bunlara ana hatlarıyla değinelim.

BİR BİLİM OLARAK PSİKİYATRİ Biyolojik Psikiyatrinin Eleştirisi Biyolojik psikiyatrinin vaadi, önünde ve sonunda kendi yaklaşımının daha iyi bir tedavi olanağı sağlayacağıdır. Ama ne tuhaftır ki, en önemli bedensel tedavi buluşları, biyolojik psikiyatri ayrı bir uzmanlık olarak gelişmezden önce, üç aşağı beş yukarı kazayla bulunmuşlardır. Bu kazara kaydedilen ilerlemelerin kendisi teoriyi ve biyolojik araştırmaları ardı sıra sürüklemiştir. Tekrarlarsak, teori kendisini geçmiş deneylere uydurmakta hayli başarılı olmuş ancak gelecek deneylerin sonuçlarını kestirme konusunda nisbeten yararsız kalmıştır. Bruce Charlton biyolojik psikiyatride deney yapmanın zorluğuna işaret ederek şöyle der: “Çünkü insanlar hayvan değildir, istediğimiz veya ihtiyaç duyduğumuz deneyi yapamayız. Sözgelimi yüksek oranda zehirleyici ilaç veremeyiz, hastaları tedavisiz bırakıp hastalığın doğal seyrini izleyemeyiz veya efendim beyin gibi ulaşılması zor dokulara ulaşmak için onları öldüremeyiz. Etik sınırlar vardır. O halde psikiyatrik hastalığın kabul edilmiş hayvan (veya hücre) modellerinin bir eksikliği sözkonusudur. Bu da genel indirgemeci benzetmeleri hayli zan altında bırakır; bedensel ve psikiyatrik hastalık arasındaki tür farkı budur.” Gerçekten de beyin işlevinin sinirbilimi (neuroscience) uygulamalarıyla çalışılmaya başlandığı yıllara geri gittiğinizde elde yalnızca üç veya dört nörotransmiter (sinir uçlarında iletiyi sağlayan maddeler) olduğunu görürsünüz. Neuroscience ya da sinirbiliminin psikiyatriye uygulanması ilgili sinir yolaklarını ortaya çıkmak ve etkileşimlerinin tam bir dökümünü yapmak umudunu beraberinde taşıyordu. Yapısal ve işlevsel değişikliklerle davranış arasında bir bağ kurma umudunu. Bu birkaç yıl öncesine dek mümkün görünüyordu. Hatta böylesi eşlemeler kimi basit hayvanlar için yapılmıştı. Mamafih evdeki hesap çarşıya uymadı ve birkaç yıl içinde 60’a yakın nörotransmiter keşfedildi.

Üstelik bunların her biri arasındaki etkileşim tahayyül edilemeyecek kadar karışıktı. Charkon’un ifadesiyle “her geçen yıl sinirbilimi daha karmaşık ve daha az faydalı oluyor”du. Özetle söylersek, sinirbilimi yeni bir paradigma bekliyor, beyin hakkında teoriler, deneyler ve tahminlerde bulunmanın tümden yeni bir yolunu. Böylesi bir paradigmanın bilimsel etkinliği kışkırtmasının yanısıra en önemli özelliği köktenci basitliğidir. 14 ÖNSÖZ Biyolojik psikiyatriye bir başka itiraz istatistik işlemlerdeki elçabukluğu yüzündendir. İstatistiksel ortalamalar ancak mutlak anlamda basit ve açıkça tanımlanmış sayısal verilere uygulanmalıdırlar. Özellikle psikiyatrik sendromlarda bulgular çok çeşitlidir ve sözgelimi ‘ortalama şizofren’ diye bir şeyden söz etmek mümkün değildir. Aslında biyolojik psikiyatri yaklaşımında asıl sorun, onun bulgularını nasıl yorumladığıyla ilgilidir. Biyolojik psikiyatri araştırmalarının altında yatan mantık, psikiyatrik hastalığın nörotransmiter işlevinde değişiklikler yüzünden ortaya çıktığı fikridir. Çoğu araştırmaya içkin olan işte bu fikirdir, oysa herhangi bir özgül psikiyatrik teşhisle, bir nörotransmiter değişikliği arasında doğrudan bir bağ gösterilememiştir. Bu tür düşünme biçimi bir indirgemecilik örneğidir: daha büyük ve daha karmaşık olan daha küçük ve daha basit olanla izah edilirken, daha küçük ve basit olan, daha büyük ve karmaşık olana kıyasla daha temel kabul edilir. Bilim hiyerarşik tanımlayıcı seviyelere bölünür: en üstte antropoloji ve sosyal psikoloji gibi büyük ve karmaşık konular, bunların altına indiğimizde davranış psikolojisi ve psikiyatri, nihayet en temel bilimler olarak da fizyoloji, kimya, fizik (madde ve parçacık fiziği) vs. yer alır. Bu düşünce biçimi Charlton’a göre bağlanılabilir ve cevher halinde bir doğruluk bulmak için bir soğanı tabaka tabaka soymaya benzer. Peki tanımlayıcı bir seviyeyi oluşturan nedir? O içinde teoriler kurup açıklamalar yapabileceğimiz bir sözcükler ağıdır.

Yüksek karmaşık seviyeler düşük basit seviyelerle izah edilmez; onlar sadece aynı şeyi tanımlamanın başka biçimleridirler. Yukarıda bahsettiğimiz şekilde bir hiyerarşi yerine bütün bu bilimlerin her birinin bilim yapmanın farklı yolları olduğunu kabul etmemiz gerekir. Hepsi farklı farklı paradigmalara yaslanmaktadır, herbirinin kendi kökeni vardır ve seviyeler arasında nedensel bir bağ kurulamaz. Değişik ‘seviyeler’ özerk disiplinleri temsil eder. Onlar değişik amaçları olan değişik bilimlerdir. Sözcükleri ve şeyleri yapma biçimleri birbirinden farklıdır. O halde açıklamalar ve nedenleri sadece bağımsız, tekil disiplinler içinde geçerli olabilirler. Sâdede gelirsek: psikiyatrik hastalığı biyokimya terimleriyle izah etmek onun altta yatan nedenini izah etmek değil fakat onu yeniden tanımlamaktır. Sorgulanan tekil insan organizmasıdır. Ya anormal davranışı ve onu nasıl normalleştireceğimizi tıbbî sözcük15 lerle tanımlarız (bu da psikiyatridir) veya onun beyin yapısını, nörokimyasal içeriğini, ısı dağılım örüntüsünü, atomik yapısını veya neyi istiyorsak onu tanımlarız. Ancak ne davranışın nedeninden bahsetmiş ne de davranışı açıklamış oluruz. Organizma değişmemiştir ve nedenler veya izahatlar hakkında bir şey söylenmemiştir. Bunları birbirine bağlayacak sözcüklerimiz yoktur. Değişik bilimler (ya da aynı bilimin değişik paradigmaları) ortak bir söz dağarına indirgenemez. Şimdi biyolojik psikiyatri neyi söyler bahsine bir dönüş yapalım ve biyolojik yaklaşıma felsefi açıdan itiraz edenlerin gerekçelerini hatırlayalım.

Bu itirazların da, bu itirazlara Guze’nin verdiği cevabın da fazla anlamlı olmadığını sanırım farkediyoruz. Hür irade kavramı ahlâk ve sorumluluk gibi konularla ilişkilidir, öte yanda nörotransmiterlerle ilgili kavramlar da beynin biyokimyasal tanımlarıyla ilgilenirler. Her iki sözcük dağarı da çok farklı amaçlar için kullanılırlar ve birini diğerini kullanarak açıklamaya çalışmak bir hata olur. Güze, beyin yapısı ve işleviyle ilgili araştırmalar sürdükçe ‘hür irade’ye sahip olup olmadığımızın veya eylemlerimizden ahlâkî olarak sorumlu bulunup bulunmadığımızın ortaya çıkacağını söylüyordu. Bu felsefenin ve sinirbilimin amaçlarını birbirine karıştıran bir kategori hatasıdır ve aynı zamanda, nesneleri öne çıkarırken bizim onlarla ilişkimizi gözden kaçıran bir tür maddeciliktir. Bütün bunlardan sonra şu söylenebilir: sanat, felsefe ve bilimler, bunların hepsi değişik amaçları olan muteber yaklaşımlardır ve birleştirilemezler. Biyolojik psikiyatrlar kendi tanımlayıcı seviyeleri içinde kaldıkları sürece kendi disiplinlerine önemli katkılarda bulunabilirler. Ama bilimsel uzmanlıklar da tartışılmaz, ebedî ve ilâhi gerçekler değildirler. Mevcut sınırları çaprazlayan ve tanımlayıcı seviyeler arasında bir bağ kuran yeni disiplinler geliştirmemiz için bir neden yoktur. Bu yeni disiplinler tüm bileşenlerini tek bir hiyerarşik-olmayan düzleme koyacaktır. Bu bileşenlerden biri diğerinden daha temel olamaz, çünkü eğer olaylar arasında bir açıklama zinciri kurmak istiyorsak tüm bağlar eşit önemi haiz olmalıdır. Her bilim birbiriyle bağlantılı bir metaforlar sistemidir. Bilimleri birleştirmek için bir metaforlar sistemine ihtiyaç duyarız ama metaforları karıştırmanın bir faydası yoktur. Kuhn’a göre bir paradigma belirsizliğe saplanırsa, tutarsızlıklar görülür ve iyi tahminler ortaya çıkmazsa; yani bir başka tabirle, İŞÖNSÖZ: ler artık eskisi gibi iyi gitmiyorsa böylesi zamanlarda konuyla ilgili felsefi düşüncede bir artma bekleriz. Bu başka bir paradigmanın doğum sancılarıdır.

Bir kavle göre, biyolojik psikiyatri de gelişiminin bu aşamasındadır ve beyin hakkındaki araştırmalar çoğaldıkça geniş bir felsefi tartışma da başlayacaktır. Bu bahsi Viktor Frankl’dan bir alıntıyla bitirmek istiyorum: “Halihazırdaki tehlike bilim adamının evrenselliği yitirmesi değil, bilâkis bütünlük iddiasıdır. Yani biyoloji alanında uzman olan bir bilim adamı insan varlığının fenomenlerini tamamıyla biyolojik terimlerle anlamaya çalıştığı zaman biyolojizmin kurbanı olur. O noktada biyoloji artık biyolojizm olur, bilim bir ideolojiye dönüşür. Üzülmemiz gereken bilim adamlarının uzmanlaştığı gerçeği değil fakat uzmanların genelleştiği gerçeğidir. Uzun bir sûredir “korkunç genelleştirici” ile daha sık karşılaşıyoruz.” Bilimin bir ideolojiye dönüştüğü noktaya bakıyor ve projektörlerimizi oraya tutuyoruz şimdi. Sosyal İdeolojik Olarak Biyolojik Psikiyatri Psikopatolojiye biyolojik yaklaşım biyolojiyi kader olarak gören bir dünya görüşünü yansıtır. Biyoloji insanın kaderi olarak nitelenen şeyin en büyük belirleyenidir. Bu dünya görüşü, kişisel özelliklerin biyolojik bağlantıları araştırılırken tam bir bilim karikatürüne dönüşür. Sözgelimi New York’ta bir klinik, intihara eğilimli ergenlerde yapılacak en önemli şeyin kan tahlili olduğunu söyler. Nedenleri yanlış yerlerde aramanın ötesinde, bilim adamları da insanî kısıtlamalara muhataptırlar. Bu şudur: psikopatolojiye biyolojik yaklaşım psikiyatrları ‘dış ve nesnel doğayla yüzyüze kalan ve sırlarını elde etmek için onunla güreşen bilimadamları’ olarak resmeder. Psikiyatrların devletle, patronlarıyla (ilaç şirketleriyle) ve servet sahipleriyle özel ilişkileri olan insanlar oldukları gerçeği bu resimde yer almaz. Fenomenler dünyası karşısındaki bilimsel gözlemci sorunu burada da vardır: akıl hastalıklarının biyokimyasal tetkikleri, incelemeye konu olan kişiden çok araştırmacının önfikirleri hakkında bize bilgi verecektir.

Aslında bilgi sosyolojisinin dikkatimizi çekmek istediği şey de budur: biyolojiye aşırı vurgu, iktidarın imtiyazlılar tarafından kötüye kullanımından dikkatleri uzaklaştırır. Nedir bu kötüye kullanım? BÎR BİLİM OLARAK PSİKİYATRI Sıkıntı, umutsuzluk ve isyan içinde olduğu için imtiyazlı azınlığa başağrısı veren ‘tebaa’, bütün bunları toplumsal problemlerden ötürü değil de kendi bedensel noksanlıklarından ötürü yapmaktadır. Kötüye kullanım, bu ideolojinin ta kendisidir. ‘Biyolojizasyon’ daha sonra böylesi toplumsal adaletsizliklerin kurbanı olanları etiketleme yoluna dönüşür. Nisbeten daha zayıf, daha yalıtılmış ve daha cahil olan diğerleri sınıf, ırk veya cinsiyet ayrımları gibi her türlü istismarla etiketlenirler. Alvin Pam’in Biyolojik Psikiyatrinin Bilimsel Statüsünün Bir Eleştirisi başlıklı nefis risalesinde dikkatimizi çektiği yukarıdaki hususlar sanırım madalyonun öbür yüzü hakkında biraz fikir veriyor. Aslında Alvin Pam’in dikkat çektiği eleştiriler psikiyatrinin geneli için de sıklıkla dile getirilmiştir. Psikiyatrinin geriden geriye işleyen muhafazakâr ideolojisi çok sayıda eleştirinin konusu olmuştur. Bütün bunların derli toplu ve kapsamlı bir dökümü Sana Ruhtan Soruyorlar adlı kitabımızda bulunabilir. Politik-toplumsal ilgilerin psikoterapinin gündeminden de ısrarla uzak tutulduğu Lane Gerber’in Amerikan Psikoterapi Dergisi’nde yayınladığı bir makalesinde açıklanmaktadır. Bu makalede Gerber, çevre kirliliğinin ve nükleer felâketin dünyayı böylesine tehdit ettiği bir ortamda ‘kelimelerin sihrine ve gücüne inanan’ terapistlerin de sessiz kalmaması gerektiğini belirtir. Yeniden biyolojik psikiyatri yaklaşımına dönersek, insan davranışının biyolojik parametrelerini ortaya çıkarmaya dönük bilimsel çabayı küçümsemediğimizi hatta önemli bulduğumuzu belirtmemiz gerekir. Ancak psikiyatristler çalışmalarının toplumsal matriksi konusunda daha duyarlı olmalıdırlar, yoksa baskıcı yönetimlerin ve kültürlerin kuklası durumuna düşebilirler. Biyolojist tutumların kimi psikiyatristleri akıl hastalarının kısırlaştırılmasını önermeye dek götürdüğü unutulmamalıdır. Biyolojik psikiyatri metafizik ilkelerini yeniden ele almalı ve politik güçlerin oyuncağı olmaktan kendini kurtarmalıdır.

Biyolojik psikiyatri kurbanın kendisini veya kurbanın vücudunu suçlamaktan vazgeçmelidir. Psikopatolojinin bedenin içinde ‘mekânı’nın olduğu önermesiyle hem aile hem de toplum günahlarından arındırılır. Hatta hastalık arazlarını taşıyan kişi de pasif bir kurban oluverir. Dolayısıyla kimse sorumlu değildir. Bir beden kusuruna sahip olmanın acısını kaÖNSÖZ çınılmaz olarak çeken o kurban olsa da, etiyolojik formülasyonda bir kenara itiliverir. itildiği kenarda o artık aktif, sorumlu ve yanılabilir bir insanoğlu değildir. Dikkat ‘nörobiyolojik anormallik’ soyutlamasına kaydırılır. Artık o kişisel olmayan bir organ sapkınlığını bünyesinde barındıran biridir ve vücudun dışarıdan düzenlenebileceği yolundaki tıbbi düşüncenin işlem sahasıdır. ‘Biyokimyasal dengesizliği’ni düzeltmek için ilaçlar verilir ona. Böylece, biyolojik yaklaşımın metafiziğinde, eylemlerin uygunluğu ve ahlâkîliği bir laboratuvar değerleri sorununa dönüştürülür. Artık kimi psikiyatrların, 1960’lı yıllarda siyah getto isyanlarının liderlerini ‘beyin işlev bozukluğu’ gösterdikleri gerekçesiyle lobotomize etme (bir tür beyin ameliyatı) önerileri yadırganmaz.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir