Esat Korkmaz – Dar’ın Pirleri

Bir karşıtlık içinde olduğumuzun bilincindeyiz: Bir yanda, Aleviliğe yönelik öç güden içgüdü var; diğer yanda ise ikide birde kabından boşanan bu öç güden içgüdünün Alevilere yönelik kıyımı. Bu iki karşıtlığın tam da karşı olduğu yerde, toplumsal mücadeleler içinde kazanılmış, laiklik ve demokrasinin güvencesi, insanlığa kesin kurtuluş getirecek olan düşün taşıyıcısı Alevi toplu refleksi var. Bu devrimci içgüdüyü kendini yaratan kaynaktan koparıp resmi alana taşıyarak terbiye etmek isteyenler var. Terbiye olmak isteyenlere sözümüz yok. Terbiye olmak istemeyenlere ibadet pirleri olarak da algılanan dâr’ımızın pirlerini tanıtalım istedik. Aleviler, dâr pirlerinin kurmaylığında; bir yandan, inanç susuzluğuna ve özlemlerine yanıt verecek bir sezgisel akıl dünyası yaratarak şeriata tavır alırken, diğer yandan, doğanın ve toplumun gereklerine göre düzenlenecek bir yaşam, yaşama ortamı için haksızlığa başkaldırdılar. Kıyıma uğramalarına karşın kan akıtmadan gönül suyu sunarak, Anadolu’yu içten ele geçirdiler; Anadolu insanıyla içlidışlı, senlibenli oldular. Bu yolda Anadolu insanı özlemini, sevgisini dâr pirlerinde kişileştirdi ve onlara olağanüstü, insanüstü yetiler verdi. Onlar aracılığıyla ve geriye dönüşümle İslamlığı yorumladı; şeriatçı değerleri, kimlikleri ve kurumları değişime-dönüşüme uğrattı; inanç zenginliğini, insan sıcaklığını, eşitsizliğe, sömürüye ve baskıya duyarlılığı kucaklayan kutsal bir kültür yarattı. Aleviliği, insanı insan yapan özgürlüğü, toplumu toplum yapan demokrasiyi ve direnmeyi olanaklı kılan dayanışmayı üretmenin; bu dünya sorunlarını bu dünyada çözmenin, hesaplaşmayı burada yapmanın; güzelliği, erdemi, mutluluğu, doğruluğu, saygıyı, sevgiyi, düş ürünü bir dünyada değil, yaşanılan yerde aramanın bir aracı durumuna getirdi. Bu nedenle Alevi olmak ya da Aleviliği benimsemek, genelde, insan görüntüsü donunda ezilensömürülen bireyin, özelde, insanlık görüntüsü donunda egemene karşı ortak bir iradeyi dışa vuran halkın mücadelesine katılmak anlamına gelir. Amacı, her şeyden önce, doğayı ve kendini özgürleştirmektir. Yüzyıllar süren bu özgürleşmeözgürleştirme sürecinde Alevilik, insanlığı ve doğayı Tanrı ile özdeşleştirdi. Tanrı’nın bedeni olarak algıladığı canlı ve cansız dünyayı, pratik eylemler alanı durumuna dönüştürdü. Doğrudan demokrasi zemininde halkın demokrasisini politikasının mutlak biçimi olarak algıladı.


Bu yolla Anadolu aydınlanmasının ve toplumcu insancılığın en üretken felsefesini yarattı. Yaşama enerjisi olarak tanımladığı sevgiyi-aşkı, özgürlüğün tek olası temeli ve toplumsal yaşamın tek etik harcı olarak bilincine taşıdı. Şimdi Aleviler; Alevi kimliğinin yeniden yapılanmasını olanaklı kılacak araçları biçimlendirmeye ve örgütlemeye; laiklik-demokrasi mücadelesi zemininde sosyal pratiği bir ucundan yakalayarak temsil edici/kimlikli bir mücadeleyi yaşama geçirmeye; Alevi-Sünni çatışması oyununu bozmaya çalışıyor. Çağdaş olmayı ya da çağdaş olanı yaratmayı; aklı metafizik inançtan, bilimi metafizik dinden bağımsızlaştırmayı; toplumsal çıkar zemininde gerçek Alevi-Sünni kardeşliğini kurmayı amaçlıyor. Çağdaş insanlık ve demokrasi değerlerine sahip çıkarak toplumu ve bireyi kilitleyen zincirleri kırmayı; özgürlükleri, eşitliği, halk egemenliğini, ideolojik ve siyasal çoğulculuğu yaşama geçirmeyi, temel ve vazgeçilmez yükümlülükler olarak görüyor. Sıralanan amaç ve yükümlülükler gereği Aleviler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çatısı altında yer almak istemiyorlar. Çünkü devlet yapısında böylesi bir örgütün bulunmasını laiklikle bağdaştıramıyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığının, köktendinci Sünni kesimden gelmesi olası tehlikelere karşı kurulduğunu, varlık nedeni olan bu tehlikelerin ortadan kalktığı koşulda örgüt varlığının da sonlandırılması gerektiğini belirtiyorlar. Bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kendi varlık nedenlerini ortadan kaldıracak bir kanala sokulmasını ya da kapatılmasını; amacın gerçekleşme sürecinde, kendilerinden alınan ve Diyanet’e ayrılan vergilerin genel bütçeden kendilerine aktarılmasını talep ediyorlar. Zorla din eğitimi verme, Alevi yerleşim birimlerine cami yaptırma ve imam atama, iş ve bürokrasi alanlarından Alevileri dışlama uygulamalarının, Osmanlı’nın şiddete dayalı yabancılaştırma politikasının Cumhuriyet dönemindeki devamı olduğuna inanıyorlar ve bu uygulamaların sona erdirilmesini istiyorlar. Camileri ortak ibadet yeri olarak görmüyorlar; kendi inançlarının gereklerini, kendi ibadet yerlerinde, yani cemevlerinde özgürce yerine getirmek istiyorlar. Çocuklarına, devlet zoruyla din dersi verilmesini bir zulüm olarak algılıyorlar ve bu uygulamanın en azından Türkiye’nin de imzaladığı Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu bıkmadan usanmadan yineliyorlar. Müze olarak devletçe işletilen HBV Dergâhı’nın, asıl sahibine yani kendilerine iadesini talep ediyorlar. Bu toprağın yurttaşları, aydınlanma yaratıcıları olarak kıyıma uğramak istemiyorlar artık. Bu isteğin bir kanıtı anlamında onlarca insanın diri diri yakıldığı Sivas/Madımak Oteli’nin, Sivas Utanç Müzesi olarak düzenlenmesini dile getiriyorlar.

DÂR’IN PİRLERİ Bilimsel bir kaygı ile ifade etmek istersek meydan; ceme katılanları, onların bilinçlerini/inançlarını temsil edecek biçimde bir yol alanı, bir ibadet yeri, bir düşünce üretim merkezi, özcesi cem olgusunun üretildiği bir yer olarak ortaya çıkar. Meydan’ın orta yerine dâr denir: Hallac-ı Mansur’un asıldığı direk anlamında darağacı demektir. Dâr pirlerine gelince bunlar; İmam Cafer Buyruğunda da açıklandığı gibi Hallac-ı Mansur, Fazlullah Hurûfi, Nesimi, Hz. Hüseyin ya da Hz. Fatma’dır. Dâr-ı Mansur, asılma duruşuyla simgelenir; darağacında asılarak öldürülen Hallac-ı Mansur gibi, yol uğruna ölümü göze alma, asılmaya hazır olma, anlamını taşır. Dâr-ı Fazlı, yüzüstü yere kapanma duruşuyla simgelenir; Fazlullah Hurûfi gibi, yol uğruna başı boyundan kestirmeyi göze almayı anıştırır. Dâr-ı Nesimi, diz üstü duruşuyla simgelenir; Nesimi gibi, yol uğruna yüzülmeye hazır olma; Dâr-ı Hüseyin, ayak mühürleme duruşuyla simgelenir; İmam Hüseyin ya da Hz. Fatma gibi, yol uğruna canını vermeye hazır olmayı anlatır. Mürşitli bir kültür, okullu bir gelenek olduğu için her Alevi, dâr pirlerinin izinden gitmek zorundadır: Her dâr piri, Konuşan Tanrı anlamında Yol’un öğretmenidir. Konuşan Kuran durumundaki insandaki Kuran, içimizdeki Tanrı’nın dışımıza gönderdiği buyrukların toplamıdır; bir bakıma Tanrı’nın aklıdır. Konuşan Kuran olarak insan konuşmaya başladığında, Kuran okunuyor demektir. İşte Bâtınî Kuran budur. Zâhiri Kuran üzerine kısa bir değerlendirme yapalım ve konuya açıklık getirmeye çalışalım. Alevilik inancına göre, Muhammet’in öğretisi demek olan Kuran üç bölümden oluşur: l) Dualar.

2) Hz. Muhammet’in yol arkadaşlarına açıkladığı bilgiler ve 3) Hz. Muhammet’in yalnızca Hz. Ali’ye verdiği gizli bilgiler. Hz. Ali, bu üç bilgiye de sahip olduğundan Kuran-ı natık(Konuşan Kuran) durumundadır. İnanca göre, Hz. Muhammet; istekleri ve düşüncesi olmayan, Cebrail tarafından harekete geçirilince konuşan ve Tanrı’nın kelamını aktaran bir otomat değil, bağımsız düşünür olarak algılanır; Cebrail, Hz. Muhammet’in sezgisel aklından başka bir şey değildir. Muhammet vecd durumundayken kendini şiir diliyle normal durumdayken ise düzyazı diliyle ifade ediyordu; Muhammet düşünürken bir insan olarak düşünüyordu, Tanrı olarak değil; Tanrı, düşünmeyi insanlara bırakır; bilgiyi insana Tanrı vermez, tersine insan, Tanrı’ya bilgi verir; insan-ı kâmil bilgisini Tanrı’ya taşıyarak Tanrı’nın, kendi kendini keşfetmesine yardım eder; bu kapsamda, insan Tanrı’ya değil, Tanrı insana gereksinme duyar; bunun doğal bir sonucu olarak Sünniliğin anladığı/algıladığı anlamda bir Tanrı vahyi yoktur; ne yazılmışsa, ne söylenmişse tümü insanların eseridir; bu nedenle bilimsel açıdan ele alınıp incelenebilir. Her kâmil insan, yaşadığı dönemin gerçek Kuran’ıdır; hayatta olmayan kâmil insanların yazıları, sözleri, onların yaşam deneyimlerinden başka bir şey değildir; onları dogmatik olarak yorumlamak, içinden kimi söz ya da söz gruplarını seçerek doğru kabul etmek, gerçeklerle bağdaşmaz; her kâmil insan bağımsız olarak düşünebilen bir varlıktır; daha önce yaşamış kâmil insanların görüşlerini benimseyebileceği gibi yadsıyabilir de. Bu nedenle Kuran Alevilikte Mushaf-ı Osman, Osman Mushaf’ı ya da Osman Kuranı olarak algılanır. Hz. Muhammet’in Hakk’a yürümesinden sonra devletin sınırları genişleyince Kuran, farklı bölgelerde farklı biçimde yorumlanmaya başlandı. Olumsuzluğu ortadan kaldırmak üzere Ömer’in önerisiyle Ebubekir tarafından bir kurul oluşturuldu; ayet ve sureler toplandı, saklaması için Ömer’in kızı Hafsa’ya verildi.

Ancak, Kuran’ın okunmasında ve yorumlanmasındaki çelişkiler bir türlü giderilemedi; durum Halife Osman’a ulaştırılınca yeni bir kurul oluşturuldu. Kurul, sayfaları kitaba dönüştürdü. Daha önceki sayfa ve yazılar yakıldı ya da yok edildi. Mushaf-ı Osman adı verilen bu yeni Kuran, çoğaltılarak büyük kentlere gönderildi. Mushaf-ı Osman, bir sürü tartışmayı da beraberinde getirdi. Haşimi lehçesiyle inen Kuran, Kureyş lehçesine çevrilmişti; anlam kaymaları olduğu savıyla Haşimiler, Mushaf-ı Osman’ı kabullenmek istemedi. Hz. Ali’nin iniş tarihlerine göre sıraladığı sureler, Kurul tarafından kabul edilmedi; bu durum, Ali Yandaşlarınca Ehlibeyt’e ilişkin ayetlerin Mushaf-ı Osman’a alınmadığı biçiminde yorumlandı. Sonuçta, Peygamber dönemindeki 6666 ayet, Halife Osman dönemindeki düzenlemeyle 6234’e inmiş oldu; daha önceki belgeler yakıldığı ya da yok edildiği için eksik olarak gözüken 432 ayetin ne olduğu tam olarak bilinmiyor. Alevilik, tektanrıcı dinler ölçü alındığında vahiy dışı bir gerçeklik olarak çıkar karşımıza. Bu Alevilik İslam dışında yapılanıp biçimlenmiştir, demenin bir başka anlatımıdır. Tektanrıcı dinlerde inanç, gökyüzünden yeryüzüne indiğine inanılan Tanrı buyruklarına bağlanır. Tektanrıcı dinlerin vahyini yadsımakla birlikte Aleviliğin de bir vahiy anlayışları vardır. Bu tasarım kapsamında vahiy, varlığın içinden dışına doğru taşınan ve dönüşümler geçirerek somutluk kazanan bir enerjiden başka bir şey değildir.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir