Esat Korkmaz – Şeyh Bedreddin

Herevi’nin, Kanı helaldir, ama malı haramdır, fetvasının ardından 18 Aralık 1416 tarihinde Serez Çarşısı’nda asılan Şeyh Bedreddin’i Unutmak Suçtur. 1400’lerinbaşında, Anadolu’da/Trakya’da/Balkanlar’da, feodal bir devletin egemenliği altındaki coğrafyada, temel üretim zemininde, yani toprak-otlak üzerinde belirleyici üretici güçler, yani köylüler-çobanlar-zanaatkârlar Şeyh Bedreddin’in önderliğinde isyan ettiler. İsaMusa-Muhammet şeriatına, bu şeriatı ideoloji edinen ve yerleşik yaşamı güden devlete/ devletin kurumlarına tavırlı bir kanalda, ilksel eşitlikçe toplum değerlerini yeni bir yorumla yaşama geçirerek, tarihte ilk kez kapitalizmi ve sosyalizmi de öteleyen ve insanlığa kesin kurtuluş getirecek olan kâmil toplumun kurulmasına cüret ettiler. Üretici güçler, var olan üretim ilişkilerinin yarattığı toplumsal çelişkileri kullanarak yeni bir toplum yaratmaya soyunduğunda ya kendi yaratıcılığını taşıyabilecek bir önder yaratır ya da bunu önceden sezen yaratıcı önderi bulur. Kimdir bu yaratıcı önder? Bu önder çağının dışına çıkabilme yeteneğini ya da henüz tarih olmayan geleceğe uzanma becerisini gösterebilendir; tarihinin sınırına gelmiş değerleri-kimlikleri yadsımasını bilendir. Bu yetenek ve becerilerden yoksun olan bir insan ne denli önder kabul edilirse edilsin o çağının sınırları içinde kalan, başkalarının izini süren, zamanın verdikleriyle yetinen, yok olacağı-silineceği sonuna kendini hızla tüketerek yaklaşan bir kimliktir. İşte Şeyh Bedreddin, çağının sınırlarını aşacak bir kimliğin arandığı bir tarih kesitinde ortaya çıkmış bir önderdir. İdam edildikten sonra Şeyh Bedreddin Serez’deki tekkesinin bahçesine gömüldü ve yaklaşık 500 yıl orada kaldı. Lozan Antlaşması’ndan sonra uygulanan zorunlu göç sırasında Serezli Bedreddini Türkler, şeyhlerinin mezarını açtılar, kemiklerini çinko bir kutuya koyarak İstanbul’a getirdiler. Çinko kutudaki kemikler 16 yıl boyunca Sultan Ahmet Camii’nde bir dolapta saklandı; ardından Topkapı Sarayı’na gönderildi ve 20 yıl da orada bekledi. Malı haram, kanı helaldir, diye idam edilen Simavna Kadısı’nın oğlu Şeyh Bedreddin, ikinci mezarına ancak 1961 yılında kavuşabildi: Kemikleri, 23 Ekim 1961 tarih ve 5/1840 Sayılı Karar’la Cağaloğlu’nda bulunan II. Mahmut Türbesi’nin bahçesine dini törenle gömüldü. Torunu Hafız Halil’in yazdığı Menakıbname’ye göre Bedreddin’in babası Gazi İsrâil’dir; Orhan’ın oğlu Süleyman Bey’in emri altında Rumeli’yi fethe girişen ilk yedi gaziden biridir. Annesi Hıristiyan’dır; Simavna bânının kızı olduğuna göre yüksek görevli bir aileden gelmektedir. Bedreddin, 760/ 1358-59’da Simavna’yı fetheden kişinin yerleştiği bir “kilisede” dünyaya gelir.


Bursa’da Arabi’nin Işık Felsefesiyle Tanışıyor Dağlar görkemliyse, denizler mağrur, Bulutlar nemliyse, topraklar çamur, Hele çiselerse bir ince yağmur, Bedreddin’i hatırlayıp ağlrım. Fethedildikten sonra ilk eğitimini Edirne’de alır: İlk hocası Molla Yusuf onu, ileride uzmanlık alanı olarak seçeceği fıkıhla tanıştırır. Hocası ölünce öğretmen sıkıntısı çeker: Yeni başkentte eğitimini sürdürmesini sağlayacak yetenekte başka hoca yoktur. Bu nedenle genç Bedreddin Bursa’ya gitmek zorunda kalır. Çünkü Bursa, etkin bir kültür merkezidir. İlk Osmanlı hükümdarları tarafından yaptırılan Kaplıca ve Manastır medreseleri dönemin önemli eğitim kurumları durumundadır: Bedreddin Manastır Medresesi’nde, ünlü müderris Molla Şemseddin Fenâri aracılığıyla Arap evrenselciliğinin simgesi İbn Arabi’nin ışık felsefesini inceleme olanağını bulur ve derinden etkilenir. Endülüslü Arap mutasavvıf Muhyiddin Arabi(ll62-l240); bütün varlık türlerinin, Tanrı’nın görünüşü olduğu düşüncesini savunarak, varlık-birliği/mevcut-birliği görüşünü geliştirdi. O’na göre, bütün varlık türlerinin değişmez kaynağı, başlıca ilkesi Tanrı’ydı. O, önsüzsonsuzdu, birdi; yaratılmamıştı, salt akıldı, salt ruhtu, salt ışıktı, salt istençti. Tanrı dışında bir varlık, bir oluş yoktu. Varlık kavramı altında toplanan ne varsa tanrısal görünüştü. Oluş, tanrısal özün yansıması, duyulur alanda görünmesiydi. Bu nedenle oluş, bir yoktan varoluş değil, gizliden açığa çıkış, görünmezden görünür duruma gelişti, bir fışkırmaydı. Evren bağımsız bir varlık olmadığı gibi yaratılmış da değildi; tanrısal özün bir bütünlük içinde görünüşüydü. Tanrısal tözle tanrısal öz ayrı ayrı şeyler değil, özdeş şeylerdi.

Bu nedenle her öz bir töz, her töz bir özdü. Evren bütününde değişme, başkalaşma ve zaman yoktu; bunlar birer görünüş olmaktan öteye geçemezdi. Evren tanrısal özden çıkmadan önce, her nesne bir gizlilik içindeydi, kesin gizlilik ortamındaydı. İnsan gizli evrenle görünen evreni birleştiren varlıktı; ancak tanrısal özden ayrı değildi. Tanrısal öz, bu yetkin insanda(insan-ı kâmil) dile gelir, söz niteliği kazanırdı. Bu nedenle insan Konuşan Tanrı; Tanrı ise somut bir varlık niteliğine bürünen, Konuşan İnsandı. Bu ayrılık da görünüşteydi; gerçekte insanla Tanrı birdi. Yetkin insana dirilik kazandıran, onu düşündüren, hareket ettiren ruh ise Tanrı’nın kelâmı durumundaydı. Arabi’ye göre, yetkin insan olabilmenin belli koşulları vardı: l) Akla dayanan, ondan kaynaklanan kesinlik; 2) Tanrısal coşkunlukla kendinden geçiş; 3) Derin sevinç; 4) Sezgi; 5) Yüce evreni bütünlüğüyle kavrama. Yine O’na göre varlığın üç basamağı bulunuyordu: a) Birinci basamak; tanrısal varlık basamağı; bilinemez, kavranamaz, yalnızca düşünülür. Görünmeyen mutlak bir ortamdır; bu ortamda bütün nitelikler, nicelikler, eylemler, türlülükler tanrısal “bir”e dönüşür. b) İkinci basamak; varlığın belirlediği ilk alan; bütün ortaya çıkış ve görünüş olaylarının başlangıç ortamı; bu alan Tanrı’ya göre görünen, ondan sonraki varlıklara göre ise gizlidir. c) Üçüncü basamak; ikinci belirleniş alanı; tek oluş ve ilk oluş’un gerçekleştiği alan; insanlığın ilk örneği olarak Muhammet’in gerçekleştiği ortam. Ortaya çıkış, oluşun belli aşamalara göre gerçekleşmesiydi: l) Birinci aşamadaki görünüş; ruhlar evrenini oluşturur; Tanrı katından çıkışın en yüce aşamasıdır. 2) İkinci aşamadaki görünüş; bütün varlık türlerinin en yetkin, en olgun örneklerini içeren evren; bütün evrensel ilkeler, tümeller, biçimler bu aşamada görünüşe çıkar; bu örneklere göre varlıklar biçimlenir.

3) Üçüncü aşamadaki görünüş; nesnelerin ortaya çıktığı evren; bütün yer kaplayan varlık türlerini içeren bu evren, görünüş alanına çıkışın en somut biçimidir. Varlık sorununu sevgi ve sezgi gibi iki ilke üzerine yapılandıran Arabi’ye göre insanın bütün eylemleri tanrısaldı. Tanrı’nın insana en yakın olduğu an; sevginin, sevişmeden duyulan tadın en yüksek aşamaya vardığı andı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir