Eyvind Johnson – Saltanat Günleri

775 yılında, Paskalyadan öcıceki oruç yortusunun sonlarına do� Adriyatikte kopan fırtına bir çok açıdan unutulmaz bir olaydır. Etkileri gerçekten pek yaygın olmuştu. Bu fırtınanın bir sapan gibi derin, silinmez izler açtığı da söylenebilir; denizin tarlalarında değilse bile insanların yaşamlanyla kafalarında açılan, kalıcı izler. O sırada Achen’de oturan, sonradan da İmparatorun sekreteri olan Johannes Lupigis, ta 9. yüzyılın başlangıÇlannda bile sık sık bu fırtınanın sözünü ederdi. Fırtınayı kendisi, doğup büyüdüğü Forojuli kentinde, 16 yaşında bir delikanlının aşırı, aşınmamış duyarlığıyla yaşamıştı. Ölüı:ıceyedek de yüreğinde bu fırtınanın izlerini taşıdı. Tarihçi Agibert onun işte bu yüızden hiç bir zam.an bir iç erince kavuşamadığını yazar. 7 Kimisi fırtınanın, Ayın Yeryüzüne karşı beslediği hoşnutsuzluktan çıkmış olabileceğini ileri sürdü. Daha doğrusu, Ayın doğup eksilmesi ve kaprisli davranışlarıyla ilgilenen bir avuç kişinin in.ancı bu yöndeydi. Başkalanysa bu fırtınayı, öbür fırtınalar gibi, hızlı esen rüzg3.rlann doğal bir sonucu saydılar. Fırtına bir kaç keşişle rahibec:ıin de, sıradan kişiler gibi, ödünü koparttı.


Manastırlarda yaşıyan başkalarıysa (bunların çoğunluğu topraklarıyla yetkileri, düka.lıltlanyla Unvanları ellerinden alınmış eski soylulardı) soruna değişik açıdan bakıyorlardı. Bunların bir çoğu manastırlara, kimi kez özbeöz hısımları olan düşmanlarınca kapatılmışlardı. Bir kaç tanesinin gözleri oydurtulmuş olduğundan görülebilecek şeylerin içinde yalnızca Tanrıyı görebiliyorlardı artık. İçerde bu yüzden kapalı bulunanlar fırtınanın kuduruşuna, kimi gizliden gizliye, kimi de açıktan açığa sevindiler. Dünyayı değiştirip yerle bir etmek için Cehennem güçlerinin boşandığına, Kıyametin kopmak üzere olduğuna, kendilerininse Cennetin ya da Büyük Sessizliğin eşiğinde olduklarına inanıyorlardı. (Tanrı buyruklarına karşı çıkmaksızın) şu dünyasal zindanlarından kurtulabilmelerini sağlıyacak bir fırtınaya; düşmanları olan öz babalarım, burnu büyümüş oğullanyla astığı astık, kestiği kestik hısımlarını soyup sovana çevirecek, ikbal atının sırtından yere çalıp tahtlarından temelli yuvarlayıp devirecek bir kasırgaya kucak açıyorlardı; öyle bir kasırga ki bütün hainleri eğrilip bükülerek yıkılan çatı demirlerinin, çöken koca koca taşların altında ezip parçalıyarak kanlı et yığınlarına dönüştürecek, onlar da ister istemez ruhlarını teslim edeceklerdi. Türlü yollarla hapsedilmiş olan, şimdiyedeğin tek kurtuluş avuntusunu ölmek umudunda bulan bir çok baht8 sız, bu fırtınayı sessiz bir kıvanç ya da ayyuka çıkan bir bayram sevinciyle karşıladı. Beri yandan tek bir kişi vardı ki fırtına yüzünden kendini ne korkuya ne de hınca kaptırıyordu. Bu da tam o sırada, kasırganın gözündeki bir gemide bulunduğu için kılı bile kıpırdamayan Beneventum’lu Diyakos * Anselm’ di. Fırtınanın edebiyata geçişini daha çok, anılarında sık ·sık buna değinen Saray Sekreteri Johaı:ınes Lupigis’e borçluyuz .• Agibert şöyle yazar: cBu sabah kitaplıktan, onun bu manastırda bulunan güncesinin bir bölümünü alarak yeni baştan okudum. Çocukluğuyla ilgili bölümde, 801 yılındaki pehriz yortusuyla ilgili olarak şunları buluyoruz: c … O fırtınanın derin, silinmez etkilerine, aradan 26 yıl geçmiş olmakla birlikte bugün bile rastlıyabiliyorum. Daha geçen yılın sonunda lfıtufkar Kralımız Carolus’un birdenbire, geoe de büyük bir debdebeyle Romanın Saint Pierre Kilisesinde İmparatorluk tacı giymesini yakından seyrettiğim sırada fırtınayı, şöylesine de olsa, içimden geçirdim. «Unutmadın ya,» diye fısıldadim.

c Unutma. dın ya,Johannes.» Ne gariptir ki içimden, çocukluğumda herkesin beni çağırdığı adı kullanarak, Perto, demiştim. kendi kendime. Langobard diliyle konuşuyordum. cJohannes, diyeceğim, Perto, şimdi bir fomaccar’dasm, yani h�rman edilip. hasadı kaldırılmış bir tarladasın; gene de sakın unutayım deme ha. Hiç bir zaman aklından çıkmasın, havayla denizin o kavgası, yalnızca yavuzluklanyla amaosızlıklannı bildiğimiz güçlerin arasındaki o * Dlyakos: Gönüllü (fahri) papaz 9 çatışma, göklerin o akıl almaz kudreti, dört bir yanı hışım,. la biçip geçen o SAPANLAR! cGerçekten unutulmaz bir fırtınaydı. Şimdi Aquisgr.anum’daykeri bile arada o yellerin savruntulanyla sarsılır gibi oluyorum. cKendi sesimi duydum. Hem şimdiki hem de eski Sesimin cPerto, unutmuş olamazsın, değil mi?» diye fısıldayışını. Çoktan yok olmuş ya da şimdilik kendini gizli tutan bir şey benim fısıldayarak verdiğim yanıtı dinliyordu: cHayır. Herşey aklımda.

Sinmiş, gününü saatini bekliyor. İmparatorun hizmetinde olan elim yüreğimin buyruklarma baş eğiyor, yüreğim de erinçle dolu.> IKtNct· BÖL’VM Fırtınanın ilk belirtileri Forojuli’ye, Paskalyadan bir hafta önce, bir akşam üzeri ulaştı. O gece Dille Rodgaud yakın akrabası Bertoald Lupigis’e haber salarak onu kansı ve çocuklarıyla birlikte şatosuna çağırmıştı. Son zamanlarda Düke bir şey olmuştu, ağzını pek bıçak açmıyordu. Delikanlı Perto Lupigis, cYüzü. de giderek yanmağa yüz tutmuş bir ekmek somununu andırıyor,> diye düşündü. Gene de Dükün şatosunda bir sürü insan toplanmıştı. Dükün de çevresindeki bütün konuşmalara ilgiyle kulak verdiği biliniyordu. Buı:ılar ister gündelik, havadan sudan gevezelikler olsun, ister Dükün ctartışma ve danışma» dediği, dahı!I. yüksek (ya da daha alçak) düzeydeki konuşmalar. Perto şatoda ne gibi konuşmalar yapıldığım kestirebiliyordu: çoğunlukla geçmiş üzerine koouşuhırdu. Geçen yıl savaşta Franklar’a yenildiklerinden beri hem Forojuli’­ deki hem de bütün dükalıktaki kalbur üstü aileler eski10 sine oranla daha sık bir araya gelir olmuşlardı. Eski günleri anıyorlardı böyle zamanlarda; daha yakın zamanlarda ortadan kalkan düzeni, Langobard düklerinin hemen hemen bütün İtalya üzerinde egemen oldukları çağlan anıyorlardı. Bir zamanlar bir adı da Papia olan Ticinum tahtına onların kralı oturmamış mıydı? Ve bu Kral Kuzey doğu sınır topraklarındaki Frank’ları korkutacak, Romadaki Papalam ne ya:Rıp ne diyeceklerini kararlaştırmakta söz sahibi olacak kadar güçlenmemiş miydi? Oysa bugünlerde onların yaşamlarını yöneten etken Frank krallarının lutuflanyla keyifleriydi.

Ona bağlılık yemini etmiş olan Dük Rodgaud Kral Ha.zretlericıin avucunun içindeki yerini hiç de sağlam bulmuyordu: son hız. la koşan bir adamın elinin içindeymiş de her an . kayıp düşebilirmiş gibi. Devingen .eylem günleri sona ermişti. Bugünlerde yaptıkları en ağır iş akşamlan bira, şarap içerek çene yarıştırmaktı. Kimi zaman zengin sofralar da kuruluyordu, kent konaklarında, yörenin, özgür çiftçilerinin büyük çiftlik evlerkıde. Bir yandan da karamsar karamsar konuşmalar yapılıyordu. Bu, onların umutlarını yitirmeyip avunmak için ruhlarının yaralarına sürdükleri rahatlatıcı bir merhemdi. Çoluk çocuk, Lupigis’ler ırmağın beri yakasındaki malikanelerinden çıkıp köprüyü geçtiler. Eski Roma surla. rlClln kapısından girip yokuş yukarı şatoya doğru yürürlerken 16 yaşındaki Perto’nun gözüne anasıyla babası, iki ağabeyi Warnefrit’le Conald, ailenin ihtiyar, emektar öğretmeni Flavian, Fulco ile Upert adındaki köleler, bir dindarlar ya da puta-tapanlar kafilesi gibi göründü. Bu tablo çok soo.ralara değin, zamanın sislerince silikleşmeden onun belleğinde yaşayacaktı.

Hatta yıllar geçtikçe tablo daha bir açıklık kazanır gibi olacaktı. Ellerinde meşaleler ve daha yakılmamış lambalarla köleler önden gidiyorlardı. Fulco sol elini dengelenmek amacıyla yana açıp çenesini havaya doğru kaldırmış,boğazının kalın kasları kabarıp gerilmiş, yaı:ı yan yürümekteydi. Meşaleyi güçlü sağ koluyla havay.a kaldırmıştı. Yerde tedirgin gölgeler kıpırdaşıyordu. Meşalenin ışığı Fulco’nun her zaman durgu!l olan yüzüne can verircesine oynaşıyordu. O sarımsı kestane gözleri parlayıp sö:ıüyor, kaşları çatılıp açılıyor, ağız çizgileri değişip duruyordu. Fulco bir dansı yönetir gibiydi. Yanı sıra da sert adımlarla Upert yürüyordu, dimdik, güçlü kuvvetli, dalgalanan tüniğinden ter ve at kokusu saçılan bir canlı, devingen yonut. Elindeki sönük lambayı bir tutuşu vardı: bu karanlıkta meşalenin alevini sindirmek istiyordu saı:ıki. Kölelerin ardından, kafilenin yürüyüş temposunu saptayan uzun, ağırbaşlı adımlarla ailenin babası geliyordu, gururlu, azametli Bertoald. Yanında kansı Liutperga – ince yapılı, ufacık tefecik Liuta – onun arkasından en büyük oğulları Warnefrit, sonra da boyu ağabeyinin kulak hizasında olan ortanca oğul Conald yürüyordu. Conald, gene dişi ağrıdığından bir elkıi yanağına bastırmıştı. En küçükleri Johannes Perto, Flavian’la .

birlikte en geriden yürümekteydi. Bq ikisi öylesine geride kalmışlardı ki meşalenin aydınlığından hemen heme:ı hiç yararlanamıyorlardı. İhtiyar Flavian ardı arkası kesilmeyen bir sürü sesler çıkarıyordu: gırtlağından çıkan çatlak ç&tlak gaklamalarla boğuk horultular, burnundan çıkan ıslığımsı, homurtusu soluklar, kıştan kalma, göğsünün içinde kuruyup yer etmiş bir öksürüğün artığı ol.an cızırtılar, bir de mide gurultusuyla tıslama arası bir şeyi andıran sürekli bir geveleme, bir tıkanıklık, bir zorlanış… Öğretmenin ölümlü bedeni 65. yaşındaydı artık. 12 Perto onun çıkardığı çeşitli seslerin hepsinin ne anlama geldiğini kestireb:iliyordu: yakınma, sabırsızlık, kızgınlık, derin düşüncelerin dalgınlığı, hoşnutlukla doyum … ya da şu sırada olduğu gibi, bilicilikte bulunmak isteği, falcılık yapmak, çevresindekilere, yararlı, güzel ve karmakarışık olan herşey üstüne önemli, ölüm-dirim sorunu olan bilgiler vermek. Flavian düşüncelerle dolar taşar, görüşlerini de . her· önüne gelene bol keseden açıklardı; savaşla toprak işleriyle ilgili olan görüşlerine va.rıı:ı.caya dek… Çenesi düşük sayılmazsa da demeç vermek, ders öğretmek fırsatlarını hiç kaçırmazdı. Genç. liklerinde Bertoald’la Anselm’e öğretmenlik etmiş, sonradan (kitaplarla zerrece ilgilenmeyen) Warnefrit’le eo. nald’a okuyup yazmayı söktürtebilmişti.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir