Fakir Baykurt – Keklik

Elvan Çavuşun torunu Yaşar’ın anlattığı parça. Yaşar on ikisinde. Köy okulunu bitirdi. Bir yere gidemedi. Köyde kaldı. Babası Seyit. Anası Ismahan. Ali adında bir büyüğü, Burgaç’la Duduş adında iki küçüğü var. Kekliği var. Yaz bitiyor. Sabah… Sofradan kalkıp sayvana çıktım. «Ört ört ört kapıyı!» diye bağırdı anam. Unutmamıştım, elbet örtecektim. Demeden edemedi. O ka-!ar çok üşüyor ki şu anam! Buyuyor.


Örttüm hemen. Çok yukarılardan, ak bulutların arasından gün vuruyor, ima ısıtmıyor. Ağustosun yansı yaz, yarısı kış diyorlar. Günlük lüneşlikken bile soğuk oluyor ortalık. İçerde ben de üşüdüm. )nun için çıkıp güne durdum. Cımıcık ısınır gibi olunca yuvağın üstüne oturdum. Yuvak, ak mermerden. Dam yuğduğumuz yuvarlak taş. Bir yanı biraz kırık. Hem de çok eski. Belki dedemin dedesinden kalmış. Belki daha eski. Babam yenisini yondur-du. Yeniyi dambaşına çıkardık.

Eskiyi sayvana indirdik. Ak mermer daha soğuk. »Buyduruyor tam… Ben heralım babamdan çok anama çekmişim. Güz dedi mi donmağa başlıyorum. Anam da öyle. Sızılı her yanları. Çul çuval örtünür otururken. Eskiden evimizin sayvan üstüne bu kapı- 1 sı yontu. «Heybe plan» diyorlar: İki yanda ikişer oda ortada hayat. Önüne de sayvanı yapmış dedem. Ekmeğimizi aşımı/ Büklerimiz… Aaaah; Kaşlı’nın hain adamları!. Çok hor–hayatta yeriz çokça. Hayattan oturup bakması hos olur Geı \sunurlar bizi’ Kalaba oluşlarına güvenirler. Biz ufak köyüz. Ir-bükler aşağılara doğru uzar gider.

Açıklıktır önümüz ^mak dibimizden geçer. Büyücek bir «Z» harfi alın, üst ucunda «Ben dondum, ben buydum…» biz, alt ucunda Kaşlı. Irmak, iki köşeyi biribirine bağlayan çap- «Öldüm öldüm…» raz gibidir. Sınır ırmak olduğundan, büklerin yarısının bizim Babam ağaç direkler buldu. Kerpiç kestik harımdan Birr°lmaS1 gerekir’ Çok mnzırdn” Kaşlılar. Daha aşağıda Çayırlı koda çamur kardık. Baharın sıcak günleriydi. Kaba sıva üstüne iryü var’ gİUİm biliy°rum’ ° da ufak bir köy- Irmak yatağını de-ce sıva. Onun da üstüne ak toprak. Ak pamuk gibi toprak Cav giŞtİmİŞ’ °IUr ya’ Bdkî bİ” dönüm genişliğinde bir bük, mis gi-oba’nm oradan kazarız. Evleri, hayatları sıvarız Çok toz olu bİ hk çayırlık’ ırma8m yatak değiştirmesinden sonra Kaşlı’nın pırtımız. Burnumuz, boğazımız. Anamgil temiz oluyor diye scO’du! Duruma bakm şimdi: Bizim önümüzdeki büklerde böyle verier, ben sevmem. Bir de kapı takınca böyle kapandı önümib1bİr yatak de^tirme olmadığı halde «Büklerin tümü bizim!» Çok kızıyor bu işe dedem. Ucunda başkası “olsa dünyada yaptırdİyOT Kaşlı’nın dürzüleri— Kızdığıma bakmayın, haggaten böy-mazdı.

Anam olunca ses çıkarmadı. Anama ısınıktır biraz le dÜ1ZÜ kÖy Türkiye’de y°ktur! Hacısı hocası da çok olduğu Tabiî asıl sevdiği benim, dedemin. Yüzük gözlü dedemuıhaIde habire kendi Çıkarlarını düşünürler. Hecaza felân gider- ler. Avratlarını da götürürler. Hacı Feden, Hacı Sultan, Hacı bülizar, Hacı Münire çoktur içlerinde. Dedem çok kızar bu ki-ilere: «Yılanı çiyanı yerler, gene de adları hacıleylek!» der. «Dedem!.» «Söyle goçum!.» «Dondum dedem…» «Gün ısıtır birazdan, tasalanma…» Bir elini başıma koydu, bir eliyle göğsümü yepti. Culk culk Ah agami da sever ama beni daha çok. Benim küçüklerim Bur gaç la Duduş var, onları da sever tabiî. Ama beni daha cok. Bt saklı bir şeydir. Aramızda.

Bunu bir o bilir, bir ben. Sezdirme: başkasına. Ben de sezdirmem. Dedemin sevmediği kimdir bilir misiniz? Babam! Babam biraz «kabazeyin» bulur. «Ekiz akılh!» der. «Ekiz akıllı: Bİ aklı ıkı kışı bölüşmüş!» Biraz da «kendimci», «ckarsever» bu lur, onun ıçm sevmez. Sevmediğini açıklamasa da anlarım ~” “…….y…….’— “” ^¦yi” e«5»«”« y^’- ^k cuik Orada taşın başında çönüp duruyordum dedem çıkıp gel€U’ kamımda tarhana- Eskiden cükümü ney ellerdi. Oynar se-di. Ayaklarına meslerini giymiş. Kapıyı aralık bırakmîş ardın’Verdİ” Şimdilcrde ellemiyor hiç. dan benim keklik geldi. Saçakları dolandı, iki üç adım sekti <<Kekli£in yemini verdin mi goçum?» kekliğim. Sonra saçağın topraklı bir yerine kapanıp eşinmeğe <<Vereceğ’m dedem, cımıcık ısınayım…» başladı.

Bakıyorum nasıl coşkun eşiniyor… Çilli kekliğim! Göklerin en üst katlarına baktım. Duru, dupduru mavilik- Dedem oturmadı yanıma. Jzaklara bakıyordu ötegecedeki1°’İn İÇİnde akip gidiyordu köPük köPük bulutlar. Çok çok yük-yarmalara. Yarmaların ötesindeki Çankırı köylerine. MinaresiySL<ktİ göklerimiz- Tertemizdi, duruydu… le falan dikilip dururdu Kaşlı. Dedem hiç sevmez o köyü Ben <<Ama neden bu kadar erken basıy°r soğuklar?» de sevmem. Bizim köye düşmandır Kaşlı. Ararmz mera yüzünden <<Erzulum falan halt etmiş, böyük zulüm burada!» aÇ’ktır— ı E?İP eşip toprağın üstüne kapandı keklik. Kedimizin adı Arada büklerimiz görünüyor. c” «Karaduman». Kapıyı aralayıp geldi, mır mır’layıp kekliğin b dikildi. Seslendi dedem: «Ge bisik bisik!» İplemedi de- demi.- Ben koştum tutayım diye, keklik uçtu. Dama çıkan merdivene kondu, gitmedi uzağa.

Oradan sekip yukarı çıktı. Biliyorum kaçıp gitmez, elcik’tir; ama uğraştırır beni! Islık çalıp «Küy küy küy!» ettim. Bana bakıp güldü dedem. «Gülüşünü seveyim!.» dedi. Ben de güldüm. Yürüdüm kekliğin ardından. Gün ısıtıyor haggaten. Ilık, tertemiz havayı çektim ciğerlerime. Kollarımı açıp kapadım. Eğildim doğruldum. Köy okulunda cimnastiği sevmezdim, ama yalnız bunu severdim. «De-riiiiin nefes… al!» derdi öğretmenimiz. Alırdık hep birlikte. «Tut tut, tut ciğerlerinde temiz havayı! Ver!» derdi, verirdik birden.

Şimdi kendi kendime alıp veriyorum arada bir. Elli kadar evi damıyla köyümüz ayaklarımın altında. Mısırları, kabakları dambaşlarma çıkarıyorlar yavaş yavaş. Soğanları kazıp seriyorlar bir uçtan. Yakında bağlar bozulur. Şarapları, boğma’ları çıkarırlar. Birazını küplere, birazını şişelere koyup atarlar alt-evlerin serin yerlerine. Cemlerde küpleri, konuklar gelince de şişeleri açarlar. Bizim de biraz bağımız var. Yaparız boğma, şarap. Köyümüzde sofuluk yoktur. Köyümüzün tarlaları… Kıraçlar… Kır tepeler… Büklerimiz tâ Çayırlı’nın oraya kadar uzanıyor. Yabaniğdeleri, ılgınlar, yarpuzlar, ufak topak ahlatlar, kırmızı sarı yemişli alıçlar, böğürtlen, yemişen, karamuklar, topal söğütler; yarı yeri sazlık, yarı yeri hasır otlarıyle, kamışlarla kaplı özler… Arada çayırlıklar… Güzelim çayırlıklar… Sığırtmaç Hasan alır malları gider birazdan. Ev başına günde birer yufka toplar karısı. Mal başına da üçer hak buğday, yılda.

Kimi tozlu verir, kimi topraklı. Kimi bitli, kimi böcekli. Geçen yıldan kalanları süpürür verir kimi kuyudan, ambardan. Sığırtmaçlar köylerden, köyler sığırtmaçlardan hoşnut olmaz. Irmak, üğüne üğüne, kuyulana kuyulana akıp gidiyor. Koca ırmak, haritadan izledim, tâ Sivas’ın dağlarından çıkıyor, «İmranlı» yazan bir yer var. Dolana dolana bütün Orta Anadolu’yu gezip geliyor. Ve geze geze Karadeniz’e iniyor. Çok dür-zü ırmak, burnu havalı! 8 Bin sefer düş kurmuşumdur: Bir kafadengi arkadaşım olsun, o “İmranlı” yazan yerden yürüyelim, iki ayda mı olur, iki buçuk ayda mı, buralara kadar gelelim. Biraz yunup paklanıp gene düşelim yanı sıra, denize kadar gidelim. Kimbilir kaç yüz köy, kaç yüz oba, ağıl, bağ damı, bizim yaşta, köy okullarında okumuş arkadaş, gözleri her renkten binlerce kız; yüzlercesi köyler içinde birer «ben» kadar güzel… Nar ağaçları da yardır belki. Belki binlerce kızdan birazının adı Gülnare’dir. Bizim köyden yukarıda, bizim köyden aşağıda Gülnareme benzeyenleri vardır… belki! Ama ben Gülnarem kadar güzelinin çıkacağını sanmam gene de! Benimki başka. Yakıyor boğazımın altından, beynimin içinden, yüreğimden. Dedeme bir diyebilsem.

Irmağa çok dedim, yararı olmadı. Dinlemedi bile. Kuyulana kuyulana, döne döne akmasını bilir o! İki gök gürlemesinden sonra kabarıp azmasını bilir, hınzır!. Ağıllarımız ötegeçede, yarmaların dibinde. Yanmış bitmiş boz taşların tam kuytusunda. Ev yapanlar taşı oradan kazarlar. İlkin yuryumşaktır taşlar. Baltayla kesilir. Kerpiç gibi düzersin. İki hafta kadar günde kaldı mı semsert olur. Köprü yoktur ki arada! Onun için bekleyip suların azaldığı temmuzlarda eşeklerle, kağnılarla geçirirler. Çok zahmetli, çok pahalı… Varsıllar alabilir yarmaladan taşı. Yoksullar kerpice devam. Ama koyun davar için her gün gelip geçmek zorunda insanımız. Erkekler kurnaz mı, yoksa zorba mı? Kadınlara yıkmışlar bu işleri.

Onlar da heves güves yaparlar. Birbirleriyle yarışır gibi. Kimi, içine kısa birer don giyip, üstüne uzun donlarını çekerler, üçeteklerini kaldırıp bellerine bağlarlar, sırtlarında yem saman, tuz, çobanların azıkları, tütünleri, öyle geçerler. Geçince, ılgınların arasında kısa donlarım çıkarıp sıkarlar, bol donlarını giyerler. Kısa donlarını yabaniğdelerine serip yürürler. Dönüşlerinde gene giyerler, gene sıkarlar, ılgınların arasında bol donlarını giyip köye girerler. Köyümüzün kadınları don giyip çıkardıklarından, erkeklerin o yöreden uzak durması töre olmuştur. İlkokula başlayana kadar ben serbest gider gelirdim yanlarında. Erkekten sayılmadığını çağdı. Azgın kuzgun avratlar vardı. İçindekini soyunmadan, sıkmadan bol donlarını takmıverirlerdi. «Köye varanaca kurutur, kutum fırındır!» derdi Züifikâr’ın karısı. Âşık Mehmet’in karısı Dilber de şişinirdi: «Köye varanaca ıslak donu kurutmayan kutuyu ne yapayım?» Bizim on mu, on iki mi, neydi koyunumuz. Katışıktık Pa-şacıkgil’inkiyle. Yüzden fazlaydı onların.

Anam getirir götürürdü çobanın öteberisini. Sağmağa da anam giderdi sık sık. On güne bir sıra gelmeli değil mi? Üç güne bir gelirdi. Güzleri çok üşürdü anam. Bu zalim sızıları ırmaktan aldı. Köyümüzün avratlarının yarısı sızılı, iyi biliyorum ırmaktan. Heves güves koştular, sızılandılar. Erkekler gitmedi, onlardan sızılı olan az. Anamın belden aşağısı, yazlan bile keman gibi* öter. Ağustos on beş oldu mu başlar… «Hep PaşacıkgiFin narına!.» der. Bu yüzden sevmez Paşacıkgil’i. Ben de sevmem, Ka-ramigil’le delmetakma oluşlarından. En zıddımız da Karamı dürzüsü. Şımardıkça şımarır varsıllığından.

Köyün içinde bunlar öyle kendimci, öyle çıkarsever herifler ki, beni tiksindirirler. İnsan nasıl bu kadar çıkarsever olabilir anlamam. Bu yüzden Karami’nin kızlarını da sevmem. Onlar da beni, bizim gibileri sevmezler, biliyorum. Onların gözü yukarlarda, varsıllıklarını artırmada, şehirlerde okuyup şehirlerde evlenmede, oralarda kalmada, oralarda yaşamada. Bensem köyümü severim. Köyümüzü… Bir delik bulsam, oradan geçip bir okula girebilsem, söz temsili okuyup bir yararlı beceri, bir geçerli yetki kazanabilsem; bunları gelip köyümde kullanmak, köylülerime göstermek isterim. Yukardan bakmam köylülerime. Büyüksünme bilmem. Beni herkes bu yüzden sever: «Yaşar merimdir. Yaşar alçakgönüllüdür, akkındır; Yaşar bütün güzel huylarını dedesinden almıştır!.» derler. 10 AMERİKAN UÇAĞI Çene Yaşar’ın anlattığı parça. Köyümün kırlarına, büklerine, kuyulana kuyulana akıp giden ırmağa bakıp duruyordum, keklik sekip geldi yanıma. Eğilip kucağıma aldım.

Bakıyordum göğsünün çillerine. Gülnare’-min gözlerine benziyordu gözleri. Şaşıyordum, tıpkı onun sima-sıydi siması. Bir insanla bir kuş birbirini nasıl bu kadar andırır? Ahırdan anamın az önce çıkarıp Sığırtmaç Hasan’in önüne kattığı düvemiz de tıpkı Gülnare’ye benzer! Yemin et deseler ederim. Kekliğin boynundan tutup başını gözünü öptüm. Gülnare’min de yüzünde çil kırıkları var böyle. Kekliği öpüp Gülnare’mi düşledim. Yumdum gözlerimi. Tam açacaktım, «Güüürrrr!.» diye bir azgın uğultu havayı yarıp geçiverdi üstümden. Baktım bir uçak. Gölgesi yarmaların yüzüne vuruyor. Irmağın üzerinden büklere aşağı aktı gitti. Göz açıp kapamadan Kaşlı’ya, Çayırlı’ya vardı, geçer gider sanıyordum, birden harmanlayıp döndü, gene bize yukarı gelmeğe başladı. Rengi açık kahverengi, kanatlarında Amerikan bayrağının yıldızları görünen, son derece alçaktan uçup gelen bir zebellâ.

«Güüürrrr!» diye kaydı gene üstümden. Gene gölgesi vurdu. Bu sefer Çayoba, Koyunlu, Kavak, Akbelen yanlarına aktı. II «Yaşaaar! İn goçum! Bomba momba sallar, bu dürzülere güven olmaz!.» Allah Allak! Dedem Seferberliğin, Ulusal Savaşın Elvan Çavuşu; neden yılıyor Amerikanlardan? Nasıl bomba sallayabilirler bizim köyün üstüne? Hükümet anlaşmış, dost olmuş, o yüzden gelip bizde kalıyorlarmış. Bir bomba şallasın tanısın. Tuttuğu gibi atar bizim hükümet kolundan. Türklerden kahraman ulus var mı? Hiç rastlamadım tarih kitabımızda. Dedem nerede olursa olsun, kim olursa olsun, kuşkulu durmayı sever. «Herifler içimize girdiler, ne sırrımız saklımız varsa görüyorlar. Bu kadar olmaz!» diye döğünür yıllardır. En çok İsmet Paşa’-ya kızar. Bayar’a, Menderes’e temelli zıt. «Daha iyi bir çoban da yok ki oy vereyim!» diyor, gitmiyor sandık başına benim bildiğim. Giderse de atmıyor.

«Ne zaman bir hükümet çıkar hastir çeker Amerikanlara, o zaman atarım! Küsüm şimdi, küs olduğum dürzülere ne vereyim oyumu?» diyor. Nineme de attır-mazdı sağlığında. Fakat babama geçmiyor sözü. Anam da babamın dediği yana atıyor. «Ulan ekizakıllı Seyiiit! İnsan bir yanılır! Sen hep yanılmadasın! Atıyorsun atıyorsun bunca yıldır, bir şey geçmiyor eline! Öyleyse niçin atıyorsun? Öyle akılsız adamsın ki Bölükba-şı’na bilem oy verdin, lâf ebesine! Ben hökümet isterim başımda, daşşaklı! «Hayt!» dediği zaman cavın titretsin! Dostunu düşmanını bilsin cımıcık! Amerikaylan kız alıp vermiş kadar içli dışlı, sarmaş dolaş hükümetleri zorlan sevecek değilim!.» Dedemin bu konuşmalarından olacak, son seçimde İşçi Parti-si’ne verdi babam. Bir sefercik. Dedemin kafası bu, küsküsü yabancılar! Başta Amerika! Okulda öğretmenimiz de böyle dedi bir gün. Gerçi o öğretmeni ertesi yıla komadan attılar. «Türkiye Atatürk’ün gününde bağımsız oldu, şimdi o bağımsızlık görünüşte var, aramıza girip bizi içimizden bağladılar. Sat bakalım bakırını, demirini başka devletlere. Satamazsın! Al bakalım makineleri, mermileri başka devletlerden. Alamazsın! Kazık mazık, sadece Amerika’dan alacaksın!. Ucuz pahalı, Amerika’ya satacaksın!.» Karami’yle Pa-şacık attırdılar bu öğretmeni.

Adı Halûk’tu, Afyon’dan gelmişti. Sonra hep vekil öğretmenleri, yedek subayları verdiler, biz de yarım yurum çıktık. Sınava girdim Sağlık Okuluna, Hasan-oğlan’a; kâğıdım gelmedi, gelmiyor. Dedem diyor: «Askerlikte sanat öğrenirsin!» Daha Ali ağam yapmadı, ne zaman sıram gelecek de gidip sanat öğreneceğim, geçiyor çağım!. Bir daha döndü Amerikan uçağı. Bir daha geliyor. Yarmalara gölgesi vura vura Kaşlı’ya kadar varıyor, bir daha harmanlayıp dönüyor, Kavak, Akbelen yanlarına gidiyor. Öyle de alçaktan. Gök gözlerini, sarkık gerdanlarını göreceğim neredeyse içinde uçanların. Gene dönecek mi? ne arıyor? diye bakıyordum, dedem merdivene tırmanmış bağırıyor: «Yaşaaar! İnsene dedem! Gözüm seyirip duruyor! Bakarsın bir sakarlık çıkarır dürzüler!.» Aha bir de baktım Karami’nin büyük oğlu Nevzat damba-şma çıkmış, bir yoşuk bayrakları var, almış eline, sallıyor. Güya selâm veriyor. Ama geç kaldı, geçip gitti, gelmez bir daha. «Bilebildin mi neden uçuyooor?» «Bilemedim dede…» «Büklerde domuz var mı, yok mu? Ava gelecekler…» Aklımdan geçmedi değil. Tilki, tavşan, keklik, ördek, sülün, domuz boldur buralarımızda.

Yıllardır Kırıklı’dan gelirler minibüslere dolup… Şimdi Amerikanlar geliyor sık sık… «Tüketecekler göreceksin! Bir tek av kuşu, domuz, tavşan bırakmayacaklar… Karami’nin avrat da unu eler, taze ekmek pişirmeğe başlar birazdan, gör bak! Paşacık’ın evde de billur bardaklar yıkanır, eski şaraplardan çıkarırlar, hazırlık görülür. Ulan bir köy bu kadar kösnük olmaz, ayıptır!.» Böyle gururlu bir dedem olduğu için seviniyorum. Anamın anası da böyle ince düşünüşlü, tokgöz bir ihtiyar. Onu da bu yüzden çok severim, çok özlerim. Tâ Akbelen köyünde duruyor 13 ninem. Aslı Koyunlu dan. çok olmuş, Kocası oıunce yem kuccı-ya varmış Akbelen’e. Muharrem Çavuş da ölmüş, ninem dönmemiş Koyunlu’ya. Kocasının ilkinki avratlarının çocuklarından olma torunlarını gözetiyormuş. Biz bir bayram gittik anam fe-lân. Nasıl cevizlik, dutluk bir köy! Nasıl yağlar peynirler tulum tulum evlerinde! Heybemizi doldurduktan başka, küçük keseler, torbalar verdiler kucaklarımıza dönüşte. Nasıl da eli-açık insanlar hem!. Biz de ne götürelim? Anam gözleme pişirdi bir bohça. Biraz alıç, biraz ahlat, biraz bulgur, buğday.

İşte orada bakıp bakıp ırmağı daha çok sevdim. Tâ İmranlı’da çıktığı yere varmak, oradan onunla döküle döküle akıp gelmek özlemini diplerden, derinlerden duydum. Baktım dedem darılıyor, kekliği kucağıma alıp indim, girdim içeri. Babam duvarın dibinde oturuyordu. Ali ağam da babamın dibine oturmuş. Anam bulaşıkları yumuş, ortalığı toplamış, hayatın dibindeki odunu çırayı düzeltiyormuş. Burgaç, kazları ırmak kıyısına sürmüş. Duduş sokağa çıkmış

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir