Faruk Bildirici – Gizlikulaklar Ülkesi

Telefon dinleme konusu, çoğu insan gibi benim de George Orwell’in ünlü 1984 kitabı ve E Francis Coppola’nın, başrolünde Gene Hackman’ın bir dinleme uzmanını oynadığı, ‘Görüşme’ (The Conversation) filmiyle dikkatimi çekti. Türkiye’de 1995 yılında yoğunlaşan siyasilerin telefonlarının dinlendiği iddiaları, beni konuyla daha yakından ilgilenmeye itti. O dönemde hazırladığım ‘Telekulak Dosyası’ adlı yazı dizisi, Hürriyet’te yayımlandı. Telefon dinlemeler, o günden sonra bir daha ilgi alanımdan çıkmadı. Zaten Türkiye siyasetinin gündeminden de hiç düşmedi. Dosyam iki yıl içerisinde kabardıkça kabardı. Biriken bilgi ve belgeler, giderek üzerimde büyük bir baskı oluşturmaya başladı. 1997 Kasım ayında masaya oturup ilk satırları yazmaya başladığımda birinci sorunum, kafamda oluşan manzarayı kağıda dökme yöntemi oldu. Kitaptaki satırlarda yerlerini almak için bekleyen verilerin bir bölümü daha önceden başkaları tarafından kaleme alınmıştı. Bir bölümünü ise kendi araştırmalarımla bulmuş; olayların tanığı olan insanlardan dinlemiştim. Konunun 13 özelliği nedeniyle konuştuğum onlarca insanı kaynak gösterme olanağım yoktu. Birçok kişi, adının tamamen gizli kalmasını istemişti. O zaman klasik bir araştırma üslubunu kullanamazdım. Akademik bir dil, bu çalışma için uygun bir dil olmazdı. Telefonlardaki gizli kulakların yaklaşık yüz yıllık serüveni daha çok bir masalı çağrıştırıyordu.


Telekulak, tüm ülkelerde, telefonun icadından hemen sonra doğmuştu. Türkiye’de de telekulaklar hep var olmuş; siyaseti gölgesi kadar yakından takip etmiş. Gölge, zaman zaman farkedilmiş; açığa çıkmış; ama günışığı çarpınca yine gözden kaybolmuş; hiç mahkum olmamış. Telekulak öyküleri günlük yaşamın sıradan parçaları haline gelmiş. Evet, sıradanlaşmış. Bir hastalık mıdır, yoksa bir özellik mi bilemem, ama Türkiye’de, sıradanlaşan şeyler, olağanlaşıyor. Olağanlaşma, zaman da biraz üzerini örtünce, ‘kanıksama’ fiilini devreye sokuyor. İşle o zaman itiraz etme şansımızı yitiriyoruz. Oysa itiraz, bireyin bilincinin başkalarının ellerine teslim edilmemesini simgeleyen en kutsal insan hakkı. Alışmak ve itiraz, yanyana değil, karşı karşıya duruşu ifade eden iki sözcük. İtiraz cephesinden bakınca, gizli kulakların Türkiye serüveni tam bir ‘sıradanlaşma masalı’ idi. O halde yapmam gereken de bu masala uygun bir dil tutturmaktı. Konuşmalarla, aktarmalarla bölünen akademik bir tartışma, araştırma kitabı yerine, yazmam gereken olayları kendi dizgesi içinde yalın dille anlatan bir kitap olmalıydı. Alıntılar, aktarmalar, dipnotlarla sunulabilirdi. İsteyen isimleri, tarihleri ve mekanı görmezden gelip bir masal kitabı olarak algılayabilir, isteyen de ‘Siyasetin örtülü tarihi’ni okuyup, Türkiye siyasetine farklı bir pencereden baktığını düşünebilirdi.

Bu kararı verdikten sonra yazmak kolay oldu. Lawrence Durrell’in ‘çağdaş iletişimsizlik aracı’ olarak tanımladığı telefona, Attila İlhan’ın şiirindeki ‘ihbarlar birer 14 sansar/bir telefondan bir telefona atlar’ mısralarının gözlüğüyle bakmaya çalıştım. Kendi yaklaşımımı yargı cümleleri yerine, olaylarla birlikte yoğurarak aktarmayı yeğledim. Bir noktayı vurgulamamda fayda var. Elinizde tuttuğunuz kitap, telefon dinlemeleri konusunda Türkiye’deki ilk kitap değil. Bilebildiğim kadarıyla bu konudaki ilk ürün, Enis Coşkun’un, 12 Mart dönemindeki olayları anlattığı Gizli Dinleme adlı kitabı. O neden’le, Gizli Kulaklar Ülkesi, Türkiye’de bu konuya özgü ikinci çalışma. Oysa Batıda bu tür araştırmalar çok daha fazla. Amerika’da bu dosyanın kapağının açılmasını sağlayan en önemli araştırma, James Bamford’ın, 1982’de yayınlanan Bulmaca Sarayı adlı kitabı. Bu araştırmayı, Watergate olayını ortaya çıkaran gazeteci Bob Woodward’in Peçe-CIA’nin Gizli Savaşları (1981-1987) adlı kitabı izledi. Bu alandaki çalışmalara, Alman gazeteciler Egmont R.Koch ve Jochen Sperber’in Bilgi Mafyası adlı kitapla katkıda bulundu. Bu üç değerli çalışmayı örnek aldım. ‘Bilgi Toplumu’nun Gözetim’ cephesinde yaşananların Türkiye’deki manzarasını, mümkün olduğunca ayrıntılı biçimde kağıda dökmeye çaba harcadım. Türkiye’nin yakın tarihinine özel bir yolculuğa çıktım.

Çalışmalarım sırasında en büyük desteği Hürriyet Ankara Bürosundaki arkadaşlarımdan gördüm. Tabii, Sedat Ergin’in bilgi ve belge desteğinin, Prof. Dr. Kurthan Fişek’in teşviğinin rolünü unutamam. L. Doğan Tılıç’ın her adımdaki yardımlarını, Belkıs Kılıçkaya’nın Paris’teki gazete arşivlerindeki koşuşturmasını, Doç.Haluk Geray, Mete Kavuncu, Haluk Zontul ve Rukiye Özcivelek’in iletişim teknolojisi alanındaki yönlendirmelerini, Ünal İnanç’ın arşivinin kapılarını açmasını, Selva Akın’ın bilgisayar ustalığının katkılarını da kaydetmeden geçemem. ‘Evdeki kızlara’ gelince, Serpil, Elif ve Aslı için söylenecek en iyi söz, belki Haluk arkadaşımın yaptığı gibi ‘çalın15 mış zamanlar’ için özür dilemek. ‘Elektronik Göz’ adlı kitabının önsözünde David Lyon’un ailesinden söz edişini anımsamak da duruma uygun düşebilir: “Sue’nın seramik stüdyosu, ev işlerine yardım etmek, müzik yapmak, kır yollarında bisiklete binmek, vahşi göllerde kanoya binmek de elinizdeki kitap kadar hayatımdır.” Evet, Lyon’un bu sözlerinden yola çıkarsam; ‘Yazmak şehvettir’ ama onlar da benim hayatım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir