Fatih Bayhan – Ataturk’un Aski Latife

2005yılı Uşşakizade Ailesi vârisleri açısından karışık ve sıkınalı bir yıldı. Zira; 1975 yılında vefat eden teyzemiz-halamız Latife Uşşaki nin Türk Tarih Kurumu na ailemiz tarafından verilen anılan üzerine, mahkeme tarafından 1980 yılında konulan 25 yıllık yayın yasağı sona ermek üzereydi. Bu sırada kamuoyunda çeşitli kesimlerce yedi yersiz konuşmalar yapılıyor, gazetelerde köşe yazarlarınca akıllı akılsız yazılar yazılıyor ve saçma sapan fikirler ileri sürülüyordu. Bu mesnetsiz fikirler 25 yıllık yayın yasağına istinaden gündeme getiriliyor ancak gerçekleri aileye sormak, ailenin neden bu kâğıttan Türk Tarih Kurumu na verdiğini araştırmak, mahkemenin hangi nedenle yayın yasağı koyduğunu sorgulamak bir yana, ne mahkemesi olduğunu araştırmak bile kimsenin akima gelmiyordu. Kulaktan dolma yalan yanlış bilgilerie içinde Atatürk aleyhine yazılar olabileceği ve hükümetin bu kağıtlara el koyduğu söylentileri pompalanarak, ulu önder Atatürk’ü ve eşinin ailesini siyasi bir kamplaşmanın içine çekmeye çalışıyorlardı. Türk Tarih Kurumu adına belgeleri inceleyen Ord. Prof. Reşat Kaynarın, ‘Latife Hanımın belgeleri olmadan Türkiye Cumhuriyeti hin kuruluş tarihi yazılamaz’ ve ‘bu anılar kimi yeıde Latife Hanım’ın bazı hissi feveranlarını içermekle birlikte birincil elden belgedirler ifadesine rağmen, kafa karıştırıcı anlatımlar gazetelere ve belgesellere konu olmaya devam ediyordu. Hiç kimse, 25 sene önce Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk için tehlikeli! olabilecek bir şeyin nasıl olup da 25 sene sonra tehlikesiz olup açıklanabileceği gerçeğini sorgulamıyordu bile. Elbette yazılanlarda böyle bir tehlike yoktu. Ama kimin umurunda!. O günlüklerde ve mektuplarda bir dönem ve büyük bir aşk vardı. Hüzünlü, yarım yüzyılı devirmiş bir aşk. Modern bir genç kadının aşkı ve birey olma savaşının getirdiği zorluklara bir de bir ülkenin kurtuluşu aşamasındaki zorluklar ve reisicumhur eşi olmanın getirdiği ek yükleri düşünün.


Tüm bunlara kocasının dayanılmaz karizması ve genç kadının sevdiği adamı elbette kıskanmasının ve yeni bir devlet kurmak için delicesine çalışan kocasının sağlığını koruma çabasının getirdiği zorluklar da cabası. Kimin dost görünüp aslında düşman olduğu, kimin kocasının, paşasının sağlığını bozduğu… İşte tüm bunlar. Acı bir hayat, acı bir aşk… Gerçekler ve günün şanları, sansasyonel haber açlığıyla savaşa hazır medyamızı pek de fazla ilgilendirmiyordu. Latife Hanım intihar ettiği söylenen Fikriye Hanım gibi romantizm açlığımızı giderebilecek bir kadın değildi onlara göre. Mustafâ Kemal’in ileride Türk kadınında görmek istediği hasletleri boşanma pahasına bulduğu karısını neden seçtiğini, onda ne bulduğunu neden başkası ile değil de özellikle onunla evlenmek istediğini anlamaya çalışmaktan bile kaçan bir anlayış! Hatta Fikriye Hanımı ve Zübeyde Hanımı gerçek manada “tanıma’yı reddediş. İşte bu ortam içinde yıllarca Avrupa’yı dolaşmış, hukuk okumuş Latife Hanımı, Ataya hayatı zehir eden şirret ve şımarık, aklı havada bir genç kız olarak göstermeye çalışarak küçük düşürüp ulu önderi yücelteceğini zannederken, aslında eşi nezdinde modem Türk kadınını ve ne yazık ki farkında olmadan Atatürk’ü de küçülten, 1935’li yılların tek parti tek adam zihniyetinde, erkek egemen, şoven ve faşizan yaklaşımlarla örülmüş bir aymazlık… İşte bu noktada 2007 yılında, bir kitapçıda Fatih Bayhan imzasıyla “Latife Hanımın Kâğıdan” adlı eseri gördüm. İlk hissettiğim, her zaman olduğu gibi eyvah acaba bu sefer ne felaket yazmışlar korkusu ve üzüntüsü oldu. Ancak kitabı elime aldığımda, sonradan tanıştığım zarif eşi Selma Hanıma ithaf edilmiş olduğunu fark ettim. Yazar bir kadın olmasa da kadın duyarlığını yabana atmayan biriydi. Kitabı aldım ve okudum. Eserin derin bir araştırma içeren dengeli, zarif ve samimi bir çalışma olduğunu söylemek bile hafif kalabilir. Gerçekler aile dışından objektif bir gözle anlatılarak kaleme alınmış ama bu sırada birbirlerine olan duyguları ve dönem gerçekleri tahrif ve tahrip edilmeden yerli yerine yerleştirilmişti. Kitabı annem Gülümser Ökeye verdim ve annem her satırı dikkade inceledi. Sonuçta kitabın yazarı ile tanışmak istediğini söyledi, çünkü tebrik ve teşekkür etmek istemişti. O sırada kanser sebebi ile ağır bir tedavi görmesine rağmen tanışmaya muvaffak oldular. Özellikle kitabı eşine ithaf ettiği için sevgili Fatih’i annem çok takdir etmişti.

O günden bu güne dört hatta beş sene geçti. Şimdi ailelerine sevgili küçük Araş da katıldı. Mutlulukları hep artarak daim olsun inşallah. O zaman başlayan dostluğumuz hep kuv-vedenerek devam edip annemin de vasiyeti ile “Teyzem Latife” adlı röportaj, kitaba dönüştü. Ama arada Mustafâ Kemal’i ve dönemi daha iyi anlamak adına inanılmaz bir özveri ile ince ince araştırılarak hazırlanmış “Fikriye Hanım” ve “Zübeyde Hanım” isimli iki kitap daha ortaya çıkardı Fatih. Bugünün en önemli sorununun, Mustafâ Kemal’i doğru anlayabilmek olduğunu gördüğü için, onun coşkun ruhunun kilitlerini açabilecek kadınları kaleme aldı. Bugün mesele Mustafa Kemal’i saymak ya da körü körüne sevmek değil, onu anlayabilmektir. Onu bugünün şanlarında yargılayarak değil de, o günlerin penceresinden değerlendirebilmek için zamana bir noktalı virgül koymaya ihtiyaç var. Bu da ancak, Mustafa Kemal’in düşünce dünyasının temellerini atarak ona yön veren duygu dünyasını kavramakla başarılabilir. Bu zorlu iş ancak çocukluk aşkı annesini, gençlik aşkı Fikriye’yi ve ölümüne kadar âşık olduğu yegâne kadın olan Latife’yi anlamaya ve anlatmaya çalışmaktan daha iyi yapılabilir mi?. 1930 yılında, Serbest Fırkanın kuruluşu esnasında yeniden barışma durumu söz konusu olunca, Latife Hanım bu teklifi kendince belki de haklı sebeplerle reddettiğinde, ‘Gel gitme kadın şarkısını gramofondan dinleyerek bir hafta ağlayan bir erkeğin aşkının derinliğini sorgulamak herhalde kimsenin haddine değildir. Bununla birlikte bunu araştırmak ve yerine yerleştirmek de boynumuzun borcudur. İşte şimdi elinizde buluna güzel eser, bu duygularla kaleme ılınmış bir bütünleme olarak karşınızda. Mustafâ Kemal-La-:ife aşkının derinliklerine dalarken trajik bir dönemi; bir imparatorluğun sonunu, ümitsizlikten doğan umudu ve yepyeni pir devletin kuruluşunun sancılarını, tarihin bu müstesna şahsiyetinin etrafındaki insanların, ailesinin gerçeklerini okuya-;aksınız. Zamanının ötesine taşan insanlara ve onların aşkına sanık olacaksınız.

Teşekkürler sevgili arkadaşım, iyi ki varsın. Teşekkürlerimle… Mehmet Sadtk ÖKE Latife Uşşaki’nin yeğeni 21.12.2011 BomontU İstanbul KARARIM KATİDİR, BOŞANIYORUZ Gecenin derin sessizliğini bozan o gürültülü kavga, hiç (ğ/ bitmeyecek bir karanlığın başlangıcıydı. Ankara’nın geceye yaslanan soğuğu, Çankaya tepelerinde uğultuyla dolanıyor, açık gördüğü kapıları bir bir vurup geçiyordu. Köşkün bahçesine kurulu çilingir sofrasında kimse kalmamıştı. Masa örtüsü esen rüzgârla bir o yana bir bu yana savruluyor, yarım bırakılmış sigaralar yere düşüyordu. Zeytinyağlı mezeler, beyaz leblebi ve peynir tabaklarıyla bir hayalet softasına dönüşen masada, bir süre önce şen şakrak bir sohbet yaşanıyor, kahkahalar az aşağıdaki sokaktan duyuluyor, zaman zaman ud ve piyano eşliğinde şarkılar söyleniyordu. “Bunu da mı görecektim…” diye hıçkırıklara boğulan Latife, Çankaya’nın sessizliğini bozmak istercesine bağırıyor, ayaklarını haşince ahşap köşkün yer karolarına vuruyordu. Bir ara bu bağrışmaya bir cam kırığı sesi karıştı. Latife, parmaklarını sürekli birbirine kenetliyor, terleyen avuç içlerini yüzüne siliyor ve durmaksızın ağlıyordu. Bu sinir harbinde tuvalet aynasının önündeki güzellik aynasını bir hışımla fırlatmış ve ayna kırılmıştı… “Bunlar da mı başıma gelecekti… Bunu da mı girecektim…” Odasına kapanmıştı. Odanın içinde dört dönüyor, bir türlü ne yapacağına karar veremiyordu. Onun bu halini frenleyeme-yen kardeşi İsmail’in eşi Melahat da köşkteydi. O olmasaydı kime sarılıp gözyaşı dökebilirdi… Kapıyı hızla açtı ve üzgün olduğu her halinden belli olan Melahata sarılarak hıçkırıklarla ağladı.

“Neden hep benim başıma geliyor bu sorunlar? Neden beni buluyor tüm derder? Ben muduluğu neden yakalayamıyorum?” diye gözyaşı ile ıslanan dudaklarından bu sözler dökülüyordu. Haksız da değildi Latife, henüz yirmisinde bir genç kızdı o. Ne kadar okumuş, kültürlü, eğitimli olursa olsun, sonuçta yaşının getirdiği sorumlulukların çok üstünde bir hayatın içindeydi. Bu hayat şartları onu erken olgunlaşmak zorunda bırakmışsa da, nihayetinde bir genç kızdı. Savaş ortamının tüm çocukları gibi erken büyümüştü. Onun yaşıtı erkek çocukları daha bıyıkları yeni terlemeye başlamışken orduya katılmış, birçok cephede çarpışmak zorunda kalan milletin Kurtuluş Savaşında hayatı ve yaşamayı öğrenmeden, ölümü ve gözyaşını tanımıştı. Genç kız, ailesiyle birlikte doğup büyüdüğü İzmir’i ve ülkesini, yaşanan Yunan ve İngiliz işgali yüzünden terk etmek zorunda kalmış, ne olacağı belirsiz bir geleceğe doğru akıp gitmişti. Yurda yeniden döndüğünde ise İzmir’in muzaffer komutanıyla tanışmış ve evlenmişti. Babasınm her türlü itirazına rağmen ‘tutkuyla bağlandığı Mustafa Kemal e’ hayır diyememiş ve hayatını birleştirmişti. Bir genç kızın savaş ortamında yaşadığı evlilikte neler olabilirdi? Birlikte el ele tutuşup kırlara açılabilir, fayton gezintisine çıkıp fotoğraf çektirebilir, balayı gezisinde sa-adetli günler mi yaşayabilirdi? Latife, evliliğine dair bir kare fotoğrafın dahi çekilemediği bir nikâh yapmıştı. Nikâh gecesini mutfakta geçirmiş, ertesi gün resmî seyahate çıkmak zorunda kalmıştı. Ama babası onu daha işin başındayken uyarmıştı; “sıradan bir insanla evlilik yapmıyorsun, normal bir yaşantın olmayacak, yarın ayrılmak zorunda kalırsan bana dert yanma.” İlk aylar güzel ve hızlı geçti, ancak yirmi yaşındaki bir genç kız için ortam oldukça ağırdı. Yeni bir devlet kuruluyor, yeni anayasa şekilleniyor, dünyayla her şey yeniden kuruluyordu. Bu ortam, özel aile ilişkilerine pek de fırsat vermedi.

Hızlı geçen 2,5 yılda güzel günler yaşanmıştı ama kim bilir kaç defa ayrılığın eşiğinden dönülmüştü. Kaç gece kavgalar yaşanmış, seyahatler zehir olmuştu, işte bu gece, zihninde sürekli yeni devletin şekillenmesiyle meşgul asker yöneticinin, bir türlü kuramadığını itiraf ettiği ailesinin büyük depremi yaşadığı gün oldu. Latife, Melahat ile uzun süre ağlaştı. Ancak bir yandan da sonrasını düşünüyordu. Şimdi ne olacaktı? Çünkü Mustafâ Kemal, o tartışmanın sonrasında köşkten ayrılmıştı. Çocuksu yanıyla sordu, “Dönecek tabii değil mi Melahat? Burası onun evi, ben de onun karışıyım. Dönecek değil mi?” diyordu. Melahat, olan bitenin şaşkınlığı içinde ne yapacağını şaşırmış bir haldeydi. Bir yandan da sürekli gözyaşı döken Latife’yi teskin etmeye çalışıyordu. “Dönecektir elbet Latife. Sen müsterih ol, aile içinde olur böyle tartışmalar. Ama sabah olduğunda her şey düzene girer, Paşa makul adamdır, sen müsterih ol, hadi artık ağlama!” dedi. Latife, teskin edici sözler üzerine biraz olsun rahatlamış buldu kendisini. Ama içten içe, “geri dönüşü olmayan bir yola girdiği” hissini yaşıyordu. O son bakışı aklına geldi Paşanın ve tekrar ağlamaya başladı… “Melahat ne olacak böyle? Ne olacak bir şeyler söyle haydi!.

Sabah olduğunda her şey eskisi gibi olacak mı? Emin misin” diye tekrar ağlamaya başladı… Melahat, omzuna eğilmiş gözyaşlarına boğulan Latife’nin saçlarını büyük bir şefkatle okşuyor, “Benim güzel kardeşim, ne olurdu biraz sakinleşseydiniz, ne olurdu, hem o kadar insan vardı masada, sana kaç kez söyledim Latife, biraz sakin ol. O bir erkek, unutma sakın bunu. Bir de onun devlet başkanı olduğunu düşün, tamam sen onun eşisin ama onu da bu kadar sıkma. Paşa da bir an olsun kızdı işte. Bir de alkol var, zaten her şeyin asıl müsebbibi o değil mi? Adam içmek istiyor, neden bu kadar engellemeye çalışıyorsun. A kızım, aldı başında bir adam, koca devleti yönetiyor, askeri yönetiyor, sen de durmadan adamın kurulu masasına müdahale ediyorsun. Bir daha yapma olur mu? Hadi ağlama artık… Gel şöyle otur bakalım. Otur haydi, otur bak sana şöyle bir bardak su getireyim, hele bir iç, kendine gel biraz, öyle konuşalım olur mu?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle