Fatih Gürsu – Kayip

Her zamanki koltuğumda oturuyor, televizyonda adını o anda hatırlayamadığım ama daha önce izlediğimi zannettiğim bir film izliyordum. Yorgundum, filmin başını hatırlayamıyordum. Ama o bilindik azılı izleyici inadıyla sonuna kadar devam etmeye çalışıyor, kapanan gözlerime zar zor engel olabiliyordum. Gözlerim kapanıvermiş. Nasıl kapandığını hatırlayamıyorum. 1 Kendime geldiğimde uykumu almıştım bile. Daha ne kadar uyumuştum ki oysa, beş dakika mı? Saatime baktım, o kadar bile olmamıştı. Hiç uykum kalmamıştı. Çok susamıştım. Mutfağa gittim. Film başlamadan önce koyu bir kahve içmiştim. Belki de oydu beni bu kadar susatan. Hazır mutfağa gidiyorken Ceren’e de acıkıp acıkmadığını, bir şey isteyip istemediğini soracaktım. Ama yoktu. Mutfakta, odalarda, banyo ya da tuvalette de yoktu.


Evde değildi. Ben uyurken acil bir şey gerekmiş olacak, onun için çıkmış olmalı diye düşündüm. Ya Emre? O neredeydi? Odasında değildi, küçücük yatağı bomboştu. Onu da mı götürmüştü. Tam cep telefonunu arayacaktım ki telefonunun hemen yanı başımda, sehpanın üzerinde durduğunu gördüm. Her zamanki yerindeydi. Telefonunu da almamıştı. Tekrar tekrar gezindim evde. Yoktu. Biraz sonra gelir diyerek televizyonun karşısına geçtim. Susuzluğumu unutuvermiştim. Filmin sonunu kaçırıp kaçırmadığımı merak ediyordum. Televizyonu açtım. Bir şey yoktu. Kanalların hepsi gitmişti.

Ne yapalım, deyip tekrar mutfağa döndüm. En büyük bardağımızı dolaptan aldığım soğuk suyla doldurdum. Bir yudum almıştım ki içemedim. Bu ne biçim suydu böyle. Hiç tadı yoktu. Sanki bayatlamıştı. Bardağı lavaboya boşalttım. Başka bir şişeden yeniden doldurdum. Ama o da öyleydi. Beceriksizce bir kaç küfür salladım. Yapabileceğim bir şey yoktu. Susuzluğum da o bayat tatla geçmişti. Hem Ceren de neredeydi? Ya Emre? Yine yan komşuya mı gitmişti yoksa, uyumamı fırsat bilip. Anahtarımı alıp daireden çıktım. Yan kapının zilini çaldım.

Açan olmadı, tekrar çaldım. Sonra tekrar tekrar. Evde yoktular herhalde. Peki nereye gitmişti o halde? Artık kızmaya başlıyordum. Sinirli adımlarla tekrar eve girdim. Döndüğünde iyice azarlamalıydım. Ne zamandır fazla yüz veriyordum. Bu yüzden de haber vermeden istediği yere gider olmuştu. Bir not yazsa, çıkarken uyandırıp söyleyiverse kızacak mıydım sanki. Yaptığı düşüncesizlikti. Kesin yine o Ermeni kadının dükkanına gitti diye düşündüm. Alacağı ne kaldıysa artık oradan. Belki de sadece meraktan, acaba dün baktıktan sonra yeni bir şey getirdiler mi diye yine gitmişti. Hemen gitmeliyim deyip uyumamı fırsat bilmişti. Hepsi o kadının suçuydu aslında.

Hayır, gelecek aya kadar yeni bir şey gelmeyecek, demiyor, bilmiyorum, belki akşama, belki yarın sabah diyerek gerçek cevabını gizliyordu. Ben gitmeyecektim. Eve gelecek, karşımda utanacak, ben taviz vermeyince de sıkılarak özür dileyecek, sonra da bana sulanmaya çalışacak, ama ne yaparsa yapsın, evet, ne yaparsa yapsın, bu sefer ona izin vermeyecek, hatta azarlayacak, bu sefer haddini bildirecektim. Evden çıkmadan sabırla koltuğumda bekledim. Ne zamandır elimin varmadığı o kitabı okumaya başladım. Hava kararana kadar da okudum. Sürekli kulağım kapıdan gelecek bir seste olduğu için kitaba kendimi tam olarak veremiyordum. Yine de hava kararana kadar sıkılmadan okuyabildim. Ceren hala yoktu. Nerede olabilirdi? O dükkana gitse çoktan dönmesi gerekirdi. Hava kararmaya başladığına göre uyanmamdan bu yana iki saat kadar bir süre geçmiş olmalıydı. Kızgınlığım yavaş yavaş korkuya dönüşüyordu. Belki de sadece taze ekmek almaya gitmiş, Emre’yi de ağlayıp beni uyandırmaması için yanında götürmüş, ama yolda başına bir şey gelmişti. Çıkıp onu arayabilirdim. Bir kaza ya da benzeri bir şey olsa mutlaka geriye izler kalır, o telaş devam ediyor olduğundan birilerinden bir şeyler öğrenebilirdim.

Evden çıkmalıydım yalnızca. Evin içindeyken hiç bir şeyden haberim olamazdı. Önce mahallemizin marketine, sonra fırına, manava ve nihayetinde o Ermeni kadının dükkanına gitmeliydim. Araba çarpmıştı belki de. Hiç sağına soluna bakmayı beceremezdi zaten. Şu anda onu hastaneye götürenler ya da hastanedeki birileri bana ulaşmaya çalışıyor, Ceren kendinde olmadığı için telefon numaramızı öğrenemiyorlardı. Bu yüzden ben bir yerleri aramalıydım. İlk önce polisi aramalıydım. Hemen numarayı çevirdim. Çaldı, bir kaç kez daha çaldı ve çalmaya devam etti. Açan olmadı. Polis imdat santralinin ucunda kimse yok muydu? Başka nereyi arayabilirdim? Bir hastane olabilirdi, ama hangisi? Numarasını nereden bulacaktım? Kafam birden karışıvermişti. Birine danışmalıydım. Hemen babamı aradım. Evde yoktu.

Annem? O da yoktu. Ceren’in annesini de arayabilirdim ama benden daha çok endişelenirler, işleri daha da karıştırırlardı. Belki de oraya gitmişti. Filmlerdeki gibi, hiç bir şey söylemeden beni terk etmiş, Emre’yi de alıp annesinin evine gitmişti. Olabilir miydi? Ne yapmıştım ki ona? Belki de başka biri? Olabilir miydi? Evden çıkıp en yakın karakola gitmeye karar verdim. Arabasızlık hiç bu kadar kötü olmamıştı. Yürüyerek yirmi dakikada giderdim. En yakın karakol Şişli karakoluydu. Koşa koşa karakola doğru gidiyordum ki bir garipliği fark ettim. Etrafta kimsecikler yoktu. Sokak bomboştu. Daha da garibi bir iki tane araba yolun üzerinde bırakılıp kaçılmış gibi, yol ortasında öylece duruyorlardı. Farları boşu boşuna yanıyor, onları daha bir terkedilmiş gösteriyordu. Bir şey mi kaçırmıştım. Nükleer bir saldırı tehlikesi vardı da öğrenmeyen bir tek ben mi kalmıştım? Ya da daha gerçekçisi, bir biyolojik saldırı.

Belki de saldırı gerçekleşmişti ve herkes en uygun sığınaklara çoktan gizlenmişlerdi. Beni arayıp da uyaracak bir tek dostum bile yok muydu? Galiba yoktu. Ya Ceren? Belki o da o telaşla Emre’yi kucağına aldığı gibi evden çıkmış, beni koltukta unutmuştu. Televizyon kanallarındaki ve diğer her yerdeki, hatta polis imdattakiler bile saklanıyorlardı şimdi. Geride bir tek ben kalmıştım. Ya annem babam? Yıllar önce boşanan bu iki insandan biri olsun beni hatırlamamış mıydı? Belki de telefonlar kilitlenmiş, herkes de vakit kaybetmeden sığınağa koşmuştu. Bense dışarıda kalmıştım. Tek dışarıda kalan ben olmuştum. Durduğum yerde dönüyor, bir hareket, bir kıpırtı arıyordum. Yoktu. Hiç bir şey, hiç bir hareket, hiç bir ses yoktu. Hayır, aslında bir ses vardı. Hafiften sıcak bir rüzgar esiyor, beni daha da terletiyordu. Bu sonbahar ayında hava ne kadar da sıcaktı. Neredeydi bu sığınaklar? Bodrum katları sığınak olarak mı kullanılacaktı? Ama niye hiç ses yoktu.

Her yerin ışığı yanıyordu oysa. Bütün daireler, dükkanlar, boş arabalar. Hem o kadar insan bodrumlara tıkışacak, hiç ses çıkarmadan beklemeyi (?) nasıl becerecekler, neyi bekleyeceklerdi? Hayır başka bir yere gitmiş olmalıydılar. Terliyordum. Yalnızlıktan ve çaresizlikten su çıkarıyor, ne yapacağımı bilemeden, yaslanacak bir yer, bir şey arıyordum. Metro. Evet. Herkes metroya inmiş, en derin ve en geniş yer orası olduğu için herkes oraya sığınmıştı. Oraya gitmeliydim. Yeniden koşmaya başladım. Karakol da yolumun üzeri sayılırdı, bir bakabilirdim. Belki bir kişiyi olsun orada bırakmışlardı. Belki de bir kişi kalmayı kabul etmişti. Karakolun önünde üç tane polis arabası vardı. İçeride ışıklar yanıyordu, bütün diğer binalar gibi.

Hiç durmadan koşarak hemen içeriye girdim. Nöbetçi yoktu. Koşmaktan yorulmuş hatta nefes nefese kalmıştım. Ne de olsa böyle koşmayalı çok uzun zaman olmuştu. İçeride duvara dayanıp biraz dinlenmeye çalıştım. Sonra ayakta duracağıma oturayım diyerek hemen sağdaki ilk odaya girdim. İçerde kimse yoktu. Hemen kenardaki sandalyeye oturdum. Bir ses bekledim. Burada olsun birini bulacağımı umuyordum. Burası otoritenin bir merkezi değil miydi? Dışarıda kalanlar için, ya da kalan bir kişi için dahi beklenmez miydi? Bağırdım, kimse yok mu diye bağırdım. Sandalyeyi tekmeledim, masayı dağıttım, çekmeceleri çıkardım, ışığı kapattım, tekrar açtım, tekrar kapattım, tekrar açtım. Askıyı yerinden sökmeye çalıştım, dolapları devirdim, ses çıkarabilecek her şeyi yaptım. Ama ben durduğumda her şey de duruyordu. O kadar ses çıkardıktan sonra daha da yorulmam gerekirdi ama içeride daha fazla kalamazdım.

Çıkmadan önce son bir kez odaları gezindim. Bir silah aradım. Bir tabanca. Ya da benzeri, kendimi korumama yarayabilecek en ufak bir şey. Dışarısı karanlık ve sessizdi. Ama girdiğim odaların hiçbirinde yoktu. İçeride kalmaya daha fazla dayanamayıp dışarı fırladım. Metroya gitmeliydim. Herkes orada olmalıydı. Osmanbey durağına, en yakın girişe doğru koşmaya başladım. Pek de hızlı değildim artık. Etrafta birilerini görebilme umuduyla önüme bakmadan yavaş ve kısa adımlarla koşmaya çalışıyordum. Adımlarımın serseri seslerinden başka hiç bir ses duyamıyor, her bir karaltıya hareket eder umuduyla daha bir dikkatli bakıyordum. Neredeyse yönümü şaşıracakken son anda soldaki sokağa döndüm. Dönmemle de düşmem bir oldu.

Ayaklarım birbirine dolanmıştı.Çok sert düşmüştüm aslında. Yüzümü son anda kurtarmıştım. Şimdi yere çarptığım dirseklerim fena halde acıyor, büyük ihtimalle de kanıyorlardı. Ayağa kalkmaya çalışmadım. Niye kalkacaktım ki? Yerde yüzümü asfalta çevirdim, ağlamaya başladım. Hep böyle olmaz mıydı? Gördüğüm her kötü rüyadan hep ağlamak üzereyken uyanmaz mıydım? En kötü yerinde, tamam, artık daha fazla dayanamayacağım, dediğim anda ağlayan gözlerim kendiliğinden açılmaz mıydı? Peki bu sefer ne diye olmuyordu? Beni duyabilecek kimse yoktu. Bağıra çağıra ağladım. Asfaltı ellerim de kanayana kadar yumrukladım. Yerde yuvarlandım, ters döndüm. Gökyüzü sonsuz karanlığı ile karşımdaydı. Ay ve yıldızlar sanki daha sönüktü ama gerçekti. Asfalt da gerçekti. Ben de. Beni gelip zorla kaldırmadıkları sürece kalkmayacaktım.

Ceren neredeydi şimdi? Ben pisliğine aldırmadan uzandığım asfaltta ağlayarak yatarken o neredeydi? O hala orada, dedim. Giden sensin. Sen öldün. Senden başka herkes bir anda ölemeyeceğine göre, ölen sensin. Ölüm sonrası işte tam yaşadığın gibi, böyle. Yapayalnız, sessiz, karanlık. Tekrar ve tekrar ölene kadar, ölmenin yolunu bulana kadar buradasın. O ise koltuğundan düşünce ölmene sebep olan kırık boynunu kıpırdatmadan seni düzeltmeye çalışıyor şimdi. Biraz sonra seni almaya gelecekler. Biraz da bu yüzden seni onlara hazırlamak istiyor. Bakın, elimden geleni yaptım, ama yine de öldü, demeye hazırlanıyor. Onu orada bırakıp gittin. Bir de gencecik yaşında sorumluluğunu taşıyamayacağı bir bebek bıraktın. Ona bir de Emre’yi bıraktın. Bir kıpırtı duyunca hemen doğruldum.

Doğrulmamla onunla göz göze gelmem de bir oldu. Kocaman gözleriyle baktı bana. Gözleri karanlıkta parlıyordu. Tehlikeli olan o muydu, ben miydim? Buna o karar verecekti. Ben hareket edemiyordum. Gözünü gözümden ayırmadan biraz daha baktı. Hareket etmemle ne olacağını kestiremiyor, kıpırdamamaya çalışıyordum. Gözümü dahi kırpmadım. O da kırpmadı. Sonra zararsız olduğumu anladı. Yavaş adımlarla hemen yanı başında yatmakta olduğum dükkana girdi. Ceren’le hiç sevmediğimiz bir köfteciydi bu dükkan. Bazılarına göre iştah açıcı, ama bize göre mide bulandırıcı köfte kokuları yayılırdı oradan sokağa. Gerçekten de mide bulandırıcı mıydı yoksa sadece Ceren öyle düşündüğü için mi ben de öyle düşünüyordum? Ceren köfte sevmezdi, ben severdim. Aslında oradan yayılan kokular gerçekten de iştah açıcıydı.

Hemen ayağa kalktım. Yavaşça onu takip ettim, köfteciye girdim. Masalarda ya da herhangi bir yerde yanan lambaların dışında içeride birinin varlığına dair bir işaret yoktu. Akşam kapanmadan önce temizlenmiş, toparlanmış gibi her şey tam yerindeydi. Hepsini geçip buzdolabının yanından mutfağa girdi. Takip ettim. Aradıkları orada, hemen ızgaranın yanındaydılar. Benim belime gelecek kadar yüksekti ama bir çırpıda zıpladı, hiç zorlanmamışı. Güzelce dizilmiş pişirilmek için hazır bekleyen köftelerin düzenini bozdu. Nasıl seçtiğini kimsenin bilemeyeceği bir tanesini kenara çekip yemeye başladı. Bir farkı, garipliği yoktu. Sarı pis tüylerine bakılırsa bir sokak kedisiydi. Kimse onu evinde beslemezdi. Bu benim içimde bir umut ışığı yaktı. Etrafta başka birileri de olabilirdi.

Metro. Evet, oraya gidiyordum değil mi? Çıkmadan önce kediyi de yanıma alsam mı diye düşündüm. Ama bir kediyi ona zarar vermeden hayatta yakalayamazdım. Saçma bir fikirdi zaten. Ama bir tek o vardı, benden başka sadece o. Kucağımda tepinen bir kediyle ne yapacaktım? Koşarak çıktım dükkandan. Dinlenmiştim. Metro artık daha yakındı. Aşağı inen merdivenlere geldiğimde yorulmuştum. Nefes nefese kalmıştım. Ana caddede sayamayacağım kadar çok araba yol ortasında neredeyse sıra halinde duruyorlardı. Yanan farlarıyla çok eskiden izlediğim bir filmi hatırlattılar bana. Kimseye çarpmadan yürüyemeyeceğiniz kaldırımlarsa bomboştu şimdi. Ölmüş olmamalıydım. Kimse yoktu ama bunun bir açıklaması var gibiydi.

Arabalar sessizce sahiplerini bekliyorlardı. Sokaklar da. Aşağıda merdivenin sonu gözüküyordu. Dönüp inmem gereken bir merdiven daha vardı. Kötü bir metroydu bizimkisi. Fazla derindeydi. Kimse bir durak için binemezdi bu yüzden. Aşağıya inip tekrar yukarıya çıkana kadar bir duraklık mesafeyi yürümüş olurdun zaten. Ama bu özelliği aynı zamanda onu daha güvenli bir sığınak yapıyordu. Bu yüzden de herkes aşağıda olmalıydı. Ceren de. Bir kez daha düşmemeye dikkat ederek hızlıca inmeye başladım basamaklardan. Düşersem gerçekten ölebilirdim burada. İkinci merdivenlerden inerken artık aşağıyı görebiliyordum. Orada da kimse yoktu.

Ama yine de aşağıya kadar indim. Durak aynı, her zamanki gibiydi. Daha önce de bir kez buraya geldiğimde yine hiç kimse yoktu. O zaman burada, şehrin göbeğinde ama yalnız olmama içimden sevinmiş, tadını çıkarmak için oturduğum bankta ellerimi iki yana açıp gözlerimi kapatmış, floresanların sesine bırakmıştım kendimi. Gözlerimi açtığımda merdivenlerden gülüşerek iki sevgili iniyorlardı bile. Bir umutla bir kez daha geldiğim merdivenlere baktım, boştu. Beni bekliyordu. Geldiğim gibi gidecektim. Hem ne yapacaktım ki burada kalıp. Yine de sonuna kadar yürüdüm durağın. Koşacak bir yer yoktu artık, kalmamıştı. Ellerimi ceplerime soktum. Beyaz gömleğim toz içinde kalmış, dirseklerinde kırmızı lekeler oluşmuştu. Bir ayna olsaydı, uzun uzadıya bakardım şimdi. Tekrar yukarıya, gün yüzüne çıkmalıydım.

Ne yapacaktım ki burada kalıp? Caddeye çıktığımda iyice yorulmuştum. Kaldırıma oturdum. Şimdi nereye gidecektim? Eve mi? Başka neresi vardı? Bir tanıdığı deneyebilirdim belki. Kimim vardı ki gidecek? Ayağa kalktım. Bir şeyler yapmalı, hareket etmeliydim. Gençken, çok daha gençken, tek başına sokağa çıkar, gidecek bir yerim, yapacak bir işim, ya da yalnız yürümemi engelleyecek biri olmadığı için, ayaklarım beni nereye götürürse oraya giderdim. Burası hep aynı yer olurdu. Orada benim gibi yürüyen pek çok kişi görür, onlarla beraber diğerlerini izlerdik. Orada, gidecek bir yeri olmayan herkesin kendi kendilerine gidecekleri yerde, gidecek bir yeri olan insanlarınki ile bakışları çakışır, yalnız olanlar olmayanları izler, onlara imrenirlerdi. Orada her türden insan bulunur, sabah güneş doğarken de hava çok kötüyken de daima izleyebileceğiniz birileri olurdu. Orası herkesin kalabalıkta kendisini kaybedeceği, kendisini unutacağı yerdi. Orada özgür insanlar özgür adımlarla yürürler, adımlarına dikkat etmek zorunda hissetmezlerdi kendilerini. Orada, İstiklal Caddesi’nde daima görünce gördüğünüze memnun olacağınız bir yabancı sizi beklerdi. Tabii ki oraya gidecektim. Başka neresi vardı ki?

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir