Fikret Başkaya – Paradigmanın İflası

I. Türkiye iki yüzyılı aşkın bir zamandan beri Batı gibi olmak için onu taklit ediyor. Küçük bir azınlığın “refahı” pahasına, giderek insanlığın varoluş koşullarını ortadan kaldıran burjuva uygarlığının “ayrıcalıklı” ülkelerine benzemek istiyor. Öyle bir burjuva uygarlığı ki: “Sahiplerinin çıkarma olarak sermayenin genişletilmiş yeniden üretimini sağlıyor da, bir bütün olarak toplumun basit yemden üretimini sağlıyamıyor.”(1 ) Her dönemde iktidarı ele geçirenler, “kurtuluş reçetesinin” ceplerinde olduğunu ve beş-on yılda sorunların çözüme kavuşacağım söylüyorlar. Ne var ki, beş-on yıllların sonu bir türlü gelmiyor. Hedef, ufukta bir çizgi gibi hep uzaklara kayıyor. Üstelik Latince deyimdeki gibi(**) uzaklaştıkça prestiji artıyor. Mustafa Reşit Paşa’nın 3 Kasım 1839’da Gülhane Parkı’nda okuduğu Tanzimat Fermanı’nda (Hatt-ı Hümayun): “Memleketimizin coğrafi durumuna, münbit topraklarına ve halkın kabiliyet ve istidadına göre lüzumlu şeylere teşebbüs olunduğu takdirde, beş on yıl içinde Allanın yardımıyla istenilen(***) şeylerin hasıl olacağı…” söyleniyordu. Bunun için de “bazı yeni kanunların konulması lüzumlu ve önemli görülmüş”tü… Türkiye’nin iki yüzyılı aşan “asrileşme”, “muasırlaşma”, “Batılılaşma”, “çağdaşlaşma”, “kalkınma”, “çağ atlama” problematiği, sömürgeleşme sürecinden başka bir şey değildir. Söz konusu olan, süreklilik gösteren bir çizgidir, İdris Küçükömer’in deyişiyle, bir “yenilgi tuzağıdır.”(2 ) Mustafa Reşit Paşa Osmanlı tmparatorluğu’nu, “Civilisation”a sokmaya çalışıyordu (!) Bugünün yöneticileri de Türkiyeyi “AET”ye sokmaya çalışıyorlar (!) Mustafa Reşit Paşa’dan bu yana bir buçuk yüzyıl geçtiği halde, Avrupa’nın hemen tüm kapılan Türklere kapalı. Batı’ya gidebilmek için vizeyi içine sindirmek ve barajı aşabilmek gerekiyor… Üçüncü Mustafa zamanında “bu devlet nasıl kurtulur” sorusu şimdilerde, “bu devlet nasıl kalkınır” sorusuna dönüşmüş görünüyor… Bütün bu dönem boyunca yönetici elitin topluma ve dünyaya bakışında radikal bir değişiklik söz konusu olmadı. (*) Londra mektubu 1843 (**) Majöor e longinquo reverentia (***) Altını biz çizdik (F.


B.) II. Bizim sümürgeleşme olarak gördüğümüz süreçte, Cumhuriyetin kurulma sıyla bir kopukluk ortaya çıkmamıştır. Cumhuriyet rejimi, Türkiye’nin emperya list Batı ile olan ilişkilerinde ve Kapitalist Dünya sistemi içinde Türkiye’nin ko numunda köklü bir değişikliği temsil etmiyor. Dolayısıyla, bir “yenilgi tuzağı”nı temsil eden paradigmanın dışına çıkmak söz konusu değildi. Resmi ideolojinin yaymaya çalıştığı görüşün aksine, Cumhuriyet dönemi de sömürgeleşme yolun da ilerlemekten başka bir şey değildi. III. Bugün Türkiye’nin kendi yolunu bulabilmesi, “sağlıklı” bir kalkınma yoluna girebilmesi, uluslararası düzeyde saygın bir ülke konumuna gelebilmesinin önündeki en büyük engel “yapay” bir resmi ideolojinin varlığıdır. Bu resmi ideoloji, bilimsel – entellektüel gelişmeyi ve yaratıcılığı sürekli engelleyerek, düşünsel alanı çoraklaştırmakta, demokratikleşmenin önünde önemli bir engel oluşturmaktadır. Cemil Meriç: “Bu hadım edilmiş idrakle, bu ‘izinli’ hürriyetle kalkınmak mümkün mü?” derken, bu açmazı çarpıcı bir şekilde ifade etmiştir(3 ) Geçerli resmi ideoloji, toplumun kendisi hakkında düşünme yeteneğini dumura uğratmaktadır. “Sermaye Uygarlığı” ile ilgili olarak doğru bir tavır geliştirebilmek için, iki yüzyıldır hep aynı çıkmaz yolun yolcusu olduğumuz ortaya konulmalıdır. Bu konudaki yanılgı da “Milli Mücadele” konusundaki yaklaşımlarda ve Cumhuriyet Rejimi’nin tahlilinde odaklaşıyor. Milli Mücadele ve Cumhuriyetin ilk on yıllan üzerinde kitabın hacmine göre biraz fazlaca durmamız bu bakımdan gerekliydi. IV. Böyle bir resmi ideoloji oluşturulmasının nedeni, Cumhuriyeti kuran kadroların tarihsel olarak geri (askeri ve sivil bürokrasi, ayan, eşraf, ağa, şeyh, komprador burjuvazi vb.) sosyal sınıflara dayanmış olmasındandır.

Eğer bir ideolojinin gücü temsil ettiği toplum sınıflarının (burada hakim sınıfların) gücünün ideolojik plana yansımasıysa, emperyalizm çağında bu sınıfların ilerici bir rol oynamaları olanaksızdı. Cumhuriyeti kuran kadroların bu niteliği veri olduğunda, ideolojik boşluğun resmi ideoloji ile doldurulması bir “zorunluluk”tu. Böyle bir resmi ideolojiye dayanak yapılacak şeyler de sınırlıydı. Bunu: a) Mustafa Kemal’in kişiliği etrafında bir kişi kültü yaratarak; b) Milli Mücadele’yi “yeni” yönetici sınıfın ihtiyaçlarına uygun olarak yorumlayıp, olduğu gibi değil de, mülk sahibi sınıfların “olmasını istedikleri” gibi yeniden yazdırarak; c) Tek Parti dönemi “İnkılaplar”ının önemini abartarak “gerçekleştirdiler.” V. Cumhuriyetin yeni yönetici elitinin ve dayandığı tarihsel olarak geri sos yal sınıfların ihtiyacı olan bu resmi ideolojiyi oluşturmak da ittihatçı artıklarına ve onların devamı olan Cumhuriyet aydınlarına düşecekti. Cumhuriyet aydınlar resmi ideolojinin üreticisi ve yayıcısı olma misyonuna koşulmuşlardı. Resmi ideolojiyi üretip yaymaya koşulmuş aydınların devletle olan ilişkileri ve devlet karşısındaki konumlan da, ister istemez “özel bir veçhe” kazanmıştı. Bir bakıma Osmanlı aydınının konumuna benzer bir konumdaydılar. Dolayısıyla, kapitalist topluma özgü aydınlar gibi, devletten “görece bağımsız” değillerdi. Bu durum, düşünsel-entellektüel alam kısırlaştırmış, anti-demokratik, tek-tip, bağnaz bir düşünce kalıbının yerleşmesi sonucunu doğurmuşur. 10 VI. Yaklaşık yetmiş yıldır bir sermaye sınıfı yaratmak için büyük çaba har candı. Emekçi toplum kesimleri büyük baskılara maruz bırakıldı. Ne ki 1920’lerin “komisyoncu sermayesi” şimdilerde uluslararası sermayenin (çoku luslu şirketlerin) “taşaronluğu” konumuna ancak terfi edebilmiş durumdadır.

Türk özel sermayesi onca yıl “teşvik”, “destek” ve “vurgun”dan sonra yeni teş vikler, ayncalıklar istiyor ve ancak emperyalist sermayenin eteğine yapışarak ayakta kalabiliyor. Bugün de ülkenin geleceği bu “marazi” sermaye sınıfının di namizmine terkedilmiş durumdadır. VII. Osmanlı İmparatorluğu, son dönemlerinde, özellikle de geçen yüzyılda kendini büyük devletlere göre tanımlıyordu. Çarlık Rusyası’na karşı öteki em peryalist devletler için bir “tampon bölge” işlevi görüyor ve emperyalistler arası çıkar çatışmalarından yararlanarak (dış yardımla, vb.) ayakta kalmaya çabalıyor du. Emperyalizmin Ortadoğu ve Güneybatı Asya’daki çıkarlarının güvence altı na alınması işlevine koşulmuştu. Cumhuriyet Türkiyesi de kendisini aşağı yu karı aynı biçimde tanımlamaya devam etmiştir. Sovyet Rusya’ya karşı bir “tampon bölge” oluşturarak Ortadoğu pazarından pay almak isteyen emperyalist devletlerin çıkar çatışmasından yararlanmayı, dış yardım almayı ve dış destekle yaşamayı bir “ilke” haline getirmiştir. VIII. Türkiye’nin bugünkü performansı söz konusu olduğunda, egemen sı nıfların ve sözcülerinin yarattığı ideolojik şartlanmadan yeterince nasiplenmiş olanlar, ülkenin elli-altmış yıl öncesi durumuna bakarak “değerlendirme” yap mayı yeğliyorlar. Türkiye’nin son elli-atmış yılda belirli bir mesafe kaydettiği kesindir. Bu zaman zarfında yerinde sayan hiçbir toplum yoktur. Böyle bir şey zaten eşyanın tabiatına da aykırıdır. Önemli olan ülkenin kapitalist dünya siste mi içindeki konumunun ne olduğu, ne yönde, nasıl ve ne kadar değiştiğidir.

Üs telik her değişmeyi “ilerleme”yle, her büyümeyi de “kalkınma”yla özdeş say mak sakıncalıdır. Eğer bir anlam ifade ediyorsa; 1987 verilerine göre Türkiye nüfusunun % 40’ının (21 milyon) yıllık geliri 355 dolardı! Karşılaştırmanın an lamlı olabilmesi için, “geriye” değil “etrafa” bakmak gerekir. Bir toplumsal for masyonun başarısı düne göre bugün neye sahip olduğuyla değil, fakat karşı kar şıya olduğu sorunları çözebilme yeneteneğiyle ölçülür. IX. Üniversitelerde öğrendiğimiz ve öğretmekte olduğumuz “iktisat bilimi”, ileri sürüldüğü gibi, evrensel geçerliliği olan bir “bilim” değildir. Kapitalizmin ortaya çıktığı özel koşullarda Batı için Batılılar tarafından üretilen, ama bizimki gibi “yeni sömürge” statüsündeki ülkelerde de “tüketilen” “iktisat bilimi”, hakim durumdaki ülkelerin elinde ideolojik bir araç işlevi görmektedir. Söz konusu öğ reti, bizim ve benzer durumdaki azgelişmiş ülkelerin realitelerini açıklama gü cüne sahip değildir. Batı’da, Batılıların ihtiyaçları için üretilmiş teorik yaklaşım ların ve o yaklaşımlara dayanan iktisat politikalarının eleştirel bir değerlendirmesini yapmamız gerekiyor. Aksi halde bize gösterilen, ama sonu ol mayan bir yolda “yürümek”ten kurtulmamız mümkün değildir. X. Artık iki yüzyıldır dayatılan (asrileşme, muasırlaşma, Batılılaşma, çağdaş11 laşma, kalkınma, çağ atlama) ve her seferinde yeni bir şeymiş gibi sunulan paradigmanın iflas ettiğini kabullenmeliyiz. Bir şeyi daha kabullenmeliyiz ki; söz konusu paradigmanın dışına çıkmadıkça, gerçekten eşitlikçi, demokratik, gö-nençli, kendi ayaklan üzerinde durabilen bir toplumsal düzen oluşturmamız mümkün olmayacaktır. İşte, bu kitapta tartışma konusu edilen belli başlı sorunlar yukarıdaki temalar etrafında toplanıyor…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir