Francis Fukuyama – Guven

yüzyılın önde gelen Hegel yorumcularından Alexander Kojfeve, yüzyılın ortalarında, Hegel’in tarihin sona erdiğini ilan etmekte esas itibarıyla çok haklı olduğu sonucuna vardı ve kendisi gibi düşün * adamlarına, bu noktanın ötesinde yapacak pek fazla bir şey kalmadığına karar verdi. Felsefe çalışmalarını hafta sonlarına sıkıştırarak, o sıralar yeni oluşturulan AET’deki (Avrupa Ekonomik Topluluğu) işine ağırlık verdi ve 1968’de ölümüne kadar da bu görevi sürdürdü. Bu gelişmenin ışığında, daha önceki kitabım, Tarihin Sonu ve Son Adam’daki (The End of History and the Last Man) temaları, ekonomi hakkında bir kitapla sürdürmem bana çok doğal gözüktü. 20 Ekonomiye verilen önemin neredeyse kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Tabii ki, komünizmin çöküşünün ardından gelen belirgin bir istikrarsızlık ve kıtanın politik geleceğine ilişkin Avrupa’daki kötümserlik, büyük çapta bir buhran yarattı. Ancak politikaya ilişkin tüm sorular, bugün ekonominin yörüngesine kayıyor; ulusların güvenlik problemleri, Doğu ve Batı’daki kırılgan sivil toplumlardan yükselen sorunlarla şekilleniyor. Fakat ekonomi bunların ötesinde başka bir şeydir. Ekonomi, sosyal yaşam üzerinde temellenir ve modern toplumların kendi kendilerini nasıl organize ettikleri sorusundan ayrı olarak anlaşılamaz. Modem kabul görme mücadelesinin gerçekleştiği bir arenadır ekonomi. O halde bu kitap, başanlı bir ekonominin nasıl oluşturulacağı veya Amerikalıların Japonları ya da Almanlar 1 ! nasıl taklit etmeleri gerektiğini açıklayan “rekabetçilik” üzerine hazır reçeteler sunan bir çalışma değildir. Daha çok, ekonomik yaşamın modem hayatı nasıl yansıttığı, şekillendirdiği ve temelini oluşturduğunun anlatısıdır. Farklı kültürleri ekonomik performansları açısından karşılaştırmaya ve aralarındaki karşıtlıkları göstermeye çalışan bir çalışma, ister istemez değindiği herkesin tepki ve eleştirilerine açıktır. Yeryüzündeki kültürlerin karşılaştırılmasına bu kitapta geniş bir şekilde yer verdim. Birtakım tartışmalı toplumlar hakkında benden daha fazla bilgiye sahip olanların, bu konuda sayısız itirazlar, istisnalar getirebileceklerini ve kitaptaki farklı genelleştirmelere aykırı düşen kanıtlar üzerinde düşünebileceklerinden eminim. Ayrıca kendi kültürlerini yanlış anladığımı veya daha kötüsü, bu kültürler hakkında önemsizleştirici ya da küçümseyici fikirler öne sürdüğümü düşünenlerden önceden özür dilerim.


Bu çalışmada pek çok insana teşekkür borçluyum. Kitaba emeği geçen üç editörden Ervin Glikes, 1994’te zamansız ölümünden önce kitabı imzaladı. Free Press’ten Adam Bellovv kitabın tamamlanışına tanık oldu ve Peter 0009(1611/10 ilk taslaktan son halini almasına kadar çok büyük emeği geçti. Aynı zamanda bu süreçte çeşitli noktalarda yardımları olan dostlarıma teşekkür ederim. Bunlar arasında Michael Novak, Peter Berger, Seymour Martin Lipset, Amitai Etzioni, Ezra Vogel, Atsushi Seike, Chie Nakane, Takeshi Ishida, Noritake Kobayashi, Saburo Shiroyama, Steven Rhoads, Reiko Kinoshita, Mancur Olson, Michael Kennedy, Henry S. Rovven, Clare Wolfowitz, Robert D. Putnam, George Holmgren, Lavvrance Harrison, David Hale, Wellington K. K. Chan, Kongdan Oh, Richard Rosecrance, Bruce Porter, Mark Cordover, Jonathan Pollack, Michael Svvaine, Aaron Friedberg, Tamara Hareven ve Michael Mochizuki’ye teşekkür ederim. Ayrıca Abram Shulsky’nin kitabın kavramsallaştırılmasına çok büyük katkıları oldu. Bir kez daha, bu kitabı yazarken bana hoşgörü gösteren James Thompson ve RAND Corporations’a minnettarlığımı belirtirim. Ayrıca yayın danışmanım Esther Newberg ve Heather Schroder’e teşekkür borçluyum. Bu kitabın içerdiği materyalin çoğunu, çalışmanın tüm aşamalarında paha biçilmez değerde yardımları olan, araştırma asistanlarım Denişe Ouigley, Tenzing Donyo ve özellikle Chris Svvenson’un yorucu çalışmaları olmaksızın, asla kendi başıma keşfedemezdim. Kitabı adadığım karım Laura, daima dikkatli bir okuyucu ve eleştirmen oldu ve olağanüstü düzeyde yardım etti. Bu çalışma boyunca, benim en büyük desteğimdi.

Din sosyoloğu olan babam Yoshia Fukuyama, birkaç yıl önce sosyal bilimler klasiklerinden oluşan kütüphanesini bana devretti. Uzun yıllar bu bakış açısına direndikten sonra, sanırım şimdi babamın bu konuya ilgisini çok daha iyi anlıyorum. İlk taslağı okudu ve yorumlarını yaptı; ama kitap yayınlanmadan önce vefat etti. Yaşamını adadığı ilgi alanlarının burada ne kadar yansıtıldığını anladığını umuyorum. Daha önce olduğu gibi, daktilograflara sunulan geleneksel teşekkür yerine, bu kitabın üretim sürecinde kullanılan bütün netvvork’leri, bilgisayarları ve yazılımları yaratan tüm teknik elemanlara ve tasarımcılara -ki çoğu göçmendi- teşekkürler. ÇEVİRMENİN ÖNSÖZÜ Japon kökenli Amerikan siyaset bilimci Francis Fukuyama, bu kitabında toplumlar arasındaki ekonomik performans farklılıklarını açıklamak için çok ilginç tezler ortaya atıyor. Batı’da büyük ilgi uyandıran kitabın dayandığı ana tema, bir toplumda insanların birbirine duydukları güven düzeyi. Son dönemlerin popüler düşünürü, ekonomik refahın yaratılmasını ağırlıklı olarak sosyal sermayeye ve bir toplumun bireyleri arasındaki güven duygusunun yaygınlığına bağlıyor. Fukuyama buna göre toplumlar) yüksek güvenli ve düşük güvenli olarak ikiye ayırıyor. Güvene bağlı olarak da sosyal sermayenin ve bunun alt kümesi olarak kendiliğinden sosyalleşmenin topiumların siyasi ve ekonomik hayatındaki yaşamsal öneminin altını çiziyor. Fukuyama’nın görüşleri Batı’da birçok eleştiriye maruz kaldı. Hatta bu tezlerin doğruyu yansıtmadığını ileri süren analitik çalışmalar yapıldı. Ancak toplumlar arasındaki siyasi ve ekonomik farklılıktan açıklamada, kültür giderek daha fazla başvurulan bir faktör haline geliyor. Fukuyama’nın ele aldığı kültürler arasında Türkiye yok. Oysa 1990’lann ikinci yansında çok hızlı ve sancılı bir değişim sürecinden geçen Türkiye’yi, kitapta tartışılan temalar son derece yakından ilgilendiriyor.

Aile şirketleri, profesyonel yönetime geçme, yakın gelecekte aile şirketlerinde ikinci kuşağın başa geçmesiyle boy gösterecek dağılma tehlikesi, gönüllü sivil örgütlenmelerin cılızlığı ve bunun ekonomik ve siyasi hayat üzerindeki etkileri, politikanın toplumun taleplerinden kopmasıyla kendini gösteren kaotik siyasi yaşam… Tüm bu konuları, bir kez de farklı bir perspektiften inceleyip, geçmişten bugüne kültürel faktörlerin gelişmeye hangi noktalarda fren yaptığı ve ne kadar etkili olduğu konuları araştırılmayı bekliyor. Belki böylece, ekonomik gelişmenin siyasi hayatın önünde gittiği Türk toplumunun önüne konan örnek toplum modellerinin, insanları birbirinden yalıtmaya değil, işbirliği ve uzlaşabilme yetisini geliştirmeye hizmet etmesi gerekliliği de gündeme gelebilir. Elimizdeki verilerin ışığında, güven düzeyi açısından Türkiye gerçekten çok acınası’bir noktada. Gündelik hayatta her an burun buruna geldiğimiz örnekler, Türk insanının birbirine güvenmediğinin kanıtı. Toplumsal araştırmalar da bu olguyu destekliyor. Belirli aralıklarla yapılan Dünya Değerler Araştırması verilerine göre Türkiye, dünya ülkeleri arasında güven düzeyinin en düşük olduğu ülkelerden biri. 1990’da yapılan araştırmada ‘çoğu insana güvenirim’’ diyenlerin oranı yüzde 10 düzeyindeydi. 1997’de tekrarlanan aynı araştırmada güven düzeyi bu kez yüzde 6.5’e gerilemiş. Bir diğer deyişle insanlarımızın birbirine güven duygusu yedi yıida yüzde 35 azalmış. Siyasi hayatta sık sık kullanılan terimlerden “Güven Bunalımının, sadece politik düzlemden ibaret olmadığı, tüm sosyal katmanları saran bir olgu olduğu görülüyor. 40 ülkede yapılan araştırma, Türkiye’deki güven düzeyini diğer ülkelerle karşılaştırmaya imkân veriyor. Dünya Değerler Araştırması baz alındığında, 40 ülke arasında Türkiye Brezilya’dan sonra insanların birbirine en az güvendiği ülke. Güven açısından, toplumsal mutsuzluğun inanılmaz boyutlarda olduğu Rusya’dan bile geride olmamız çok ilginç. Oysa araştırmanın yöneticisi Prof.

Ronald Inglehart’ın söylediği gibi insanlann birbirine güvenmesi, sağlıklı bir ekonomi için olduğu kadar istikrarlı bir demokrasi için de hayati önem taşıyor. Fukuyama’nın üzerinde durduğu konulardan biri de aile ile devlet arasındaki gönüllü sivil kuruluşların varlığı. Güven düzeyi düşük ülkelerde, devletle aile arasında gönüllü birleşmeler çok zayıf. Bu da bir toplumda insanların ortak hedefler doğrultusunda işbirliği yapabilme ve organizasyonel yeteneklerini kısıtlıyor. Türkiye açısından baktığımızda, araştırmalar bu aradaki alanın “bomboş” olduğunu gösteriyor. PİAR Profil ’97 araştırmasına göre Türkiye’de sivil örgütlenmelere üye olma oranı şöyle: Siyasi parti ve gruplar yüzde 3.9, sendikalar yüzde 1.3, spor kuruluşları yüzde 1.2, meslek odaları yüzde 0.8, eğitim-sanat grupları yüzde 0.5, tarikatlar yüzde 0.4, insan haklarıyla ilgili dernekler yüzde 0.2, çevre koruma demekleri yüzde 0.2… Liste böyle uzayıp gidiyor. Hiçbir toplumsal örgütlenmeye üye olmayanların oranı ise yüzde 90.

8. Bu oran kitapta ele alınan yüksek güvenli toplumlardaki müthiş enerjik sivil hayatla karşılaştırıldığında, ortaya keskin bir kontrast çıkıyor. Fukuyama bu tarz bir toplum yapısının, aradaki kuruluşları yok eden veya kendine tabi kılan merkeziyetçi devlet politikalarından kaynaklandığını ileri sürüyor. Firma büyüklüğü ve ölçek, Türk ekonomisinin gündeminde olan diğer önemli konular… DİE’nin verilerine göre Türkiye’de küçük ölçekli işletmelerin, sayısal olarak toplam imalat sanayii işyeri içindeki oranı yüzde 95, toplam istihdam içindeki oranı ise yüzde 35. Büyük şirketler, imalat sanayii işyerlerinin, sayısal olarak sadece yüzde 0.39’unu oluşturuyor. Ancak kitapta da vurgulandığı gibi firma büyüklüğü ekonomik gelişmeye bir engel değil. Diğer yandan son yıllarda özellikle Anadolu’dan yükselen sanayileşme dalgasının, küresel pazarlara entegre olacak beceriyi göstermesi için profesyonel yönetime geçme şaıt gözüküyor. Başta tekstil olmak üzere yoğun emeğe ve ucuz işgücüne dayalı, gelişmiş ülkelerin hızla terk ettiği düşük teknolojili alanlarda odaklaşan ve yabancı ortaklıklarla büyümeyi seçen Türk şirketlerinin önünde, yüksek teknolojili endüstrilere geçebilme olasılığının, en azından stratejik olarak tartışılması gerekiyor. Bu noktada, hiç kompleks duymadan devletin düzenleyici rolü yeniden tanımlanabilir. Türkiye’nin 21. yüzyılın, en azından ekonomik açıdan ileri toplumları arasında yer alabilmesinin önkoşulları, belki de bu konuları geniş bir tabanda tartışabilmekten geçiyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir