Franco Maria Ricci – Rus Öyküleri

Dostoyevski’yi, kaçınılmaz biçimde, yine onun yarattığı bir kişilik olarak imgeliyoruz. Yaşantısında sefalet, entrika, mahkumiyet, Sibirya’da hapislik, aşağılanma, alkol, kumar, sara ve, tıpkı diğer insanların yaşamında olduğu gibi, talih ile talihsizlik iç içe; ne ki, onun hakkındaki birincil imgemizi doğrulayan bütün bu gerçekleri hükümsüz kılan tek bir şey var: Bitimsiz ve zengin yazınsal işçiliği. Dostoyevski’nin bildik kahramanı kaygı ve suç, dizginsiz bir itiraf ve pişmanlık arasında gidip gelir; kurmacaların karmaşık işleyimine gün be gün teslim olmuş biri gibi düşünmeyiz onu. Dostoyevski bir Raskolnikov’sa eğer, Shakespeare’in Parkalar veya Hamlet olduğu ölçüde ya da Cervantes’in Don Kişot olmaya özenen A lonso Quijano oldu9 ğu ölçüde Raskolnikov’dur. Sonunda yazarın tuhaf yazgısından geriye kalan düşleri boyunca bunu görürüz. Bizim zamanımızın politik değişimlere ölçüsüz bir önem atfettiği söylenebilir; Dostoyevski kitaplarının bize gösterdiği bürokratik ve hiyerarşik Rusya ‘nın durumuysa bugünkünden çok farklı değil. Steplerden söz ederken sanki pampalardan söz eder gibidir, imgelediği büyük ve dal budak salmış aileler bu kıtanın güneyinde yaşayan ailelerin ta kendisidir belki de. Alaycı biçimde yüceltilmiş kılı kırk yaran bürokrasi, Tiınsah’taki sonu gelmez düş lemin özlü temasıdır. Öykünün yereyi, kabusa varan bir düştür ama ince alaylı vurgusu ve başkişilerinin kırılganlığı ve önemsizliği sayesinde kat kat uçurumun derinliklerinde yitip gitmez. Okuyucu, Dostoyevski’nin timsahın içinden bir türlü çıkamadığından kuşkulanır ve bu da sayfaların neden bir sonuca kavuşmayıp durumsal episodlar boyunca sürüp gittiğini gösterir. Metnin İspanyolca çevirisinin kısa giriş yazısında, Rafael Cansinos-Assens, bu eserin bir fragman olduğunun ayırdında değil gibidir. Olay, Kafka’yı öncelercesine kendi etrafında döner ve karakterleri açınlayan tek şey de budur. Aynı şey, Alonsa Quijano ile Sanço’nun ruhlarında belirip derinleşen çeşitlemelerle tek bir serüvene temellenen Don Kişot ‘ta da olur. Bu seçkide, eğer istenirse, Andreyev ile Dostoyevski arasında bir yakınlık olduğuna hükmedilebilir. Bu ikisinin, hiç kuşku yok ki, patetik bir 10 itkiyi ve düşmanca bir dünyanın teskin edilemez görümünü aktardığı gözlemlenecektir.


Gerçekçilik ve simgecilik polemiğinden söz açmak bildik bir şey. Ancak bu iki karşıt okulun her ülkede farklı biçimler aldığı ve her durumda farklı şeyleri nitelediği unutuluyor; örneğin Rus Gerçekçiliği ile İtalyan Gerçekçiliği arasında çok az ortak yön vardır ya da hiç yoktur. Leonid Andreyev, kendine has Slav biçemiyle, her iki okulun da tanınmış bir izleyicisidir. Savva ve Anfisa gerçekçi, İnsan Hayatı, Lanet, Okyanus ve Kara Maskeler ise simgeci yapıtlarıdır. Bu kitap için Lazarus başlıklı öyküsünü seçtik. 1855 yılında İngiliz yazar Robert Browning ikircikli ve uzun bir şiirinde aynı temayı işlemişti. Browning’in Lazarus’u, ürkmüş bir çocuk gibi, küçücük şeyleri ve dünyanın gerçeklerini yeniden keifeder; Andreyev’inki ise ölümü tattıktan sonra bu dünyadaki her şeyin çok kırılgan olduğunu ve yıkımın nihai son olduğunu hisseder. Perişan ve soğuktan donmuş bir halde yeniden insan içine karışır; diğerleri için katlanılmaz olan vahşi bakışında bu son yazılı gibidir. Dünya mefhumumuzu kişisel bir olgu gibi biçimlendirebilecek olan bu hayranlık uyandırıcı anlatı, kendi billuru içinde Andreyev’in acı dolu yazgısını yansıtır. Sefaleti çok yakından tanıdı ve intihar dürtüsü hiç yakasını bırakmadı . Yedi Asılmışlar ve Uçurum’un eriştiği yazınsal başarı, hep mustarip olduğu siyasi kovuşturmalarla gölgelendi . Yoldaşları tarafından değeri bilinmemiş bir devrim yandaşı olan Andreyev, öldü11 rüleceği tehditleri üzerine Finlandiya’ya kaçtı. Orada sefalet ve umutsuzluk içinde öldü, tıpkı başkişisi ve ikizi Lazarus gibi. Bu seçkinin son öyküsünün edebiyatın bize bahşettiği en hayranlık uyandırıcı öykülerden biri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Teolojik anlamda konuşmak gerekirse, başlıca teması, dünya işleri sayesinde değil, inayetle kurtuluşa ermedir.

Ne ki, bu soyut iddia, kesinliğe ve son sayfaların umulmadık ihtişamına kara çalma tehlikesini içeriyor. Son iki metindeki düşsellik, başlangıçtan beri aşikardır; Lev Tolstoy’un öyküsü İvan İlyiç’in Ölümü’nde kaçınılmaz, şaşkınlık uyandırıcı ve doğaüstü açınlama en sonda çıkagelir, tıpkı bir ruhun son deneyimi gibi. Tolstoy’un gerçekten eşsiz, olması gerektiği gibi ünlü ve insan bilisiyle yazınsal kusursuzluğun bir arada olduğu bu çalışmasını okumaktan kendimizi mahrum etmemeliyiz. J orge Luis Borges 12 Rus Öyküleri Timsah Fiyodor Dostoyevski 1865 yılının 13 Ocak günü, öğle üzeri saat yarımda, değerli dostum, meslektaşım, hatta uzaktan akrabam olan İvan Matveiç’in eşi Yelena İvanovna, Pasaj’da belirli bir giriş ücretiyle gösterilen timsahı görmek istiyordu. Yurtdışına çıkış biletini cebine koyarak izne ayrılan İvan Matveiç, karısının bu önüne geçilmez isteğini yenemiyor, hatta kendisi de meraktan yanıp tutuşuyordu. ”Güzel bir düşünce; bakmalı timsaha! Avrupa’ya gitmek üzereydik ama, yerli hayvanlar yerine bunu göstermekle hiç de kötü bir şey yapmış olmam,” diyordu kendi kendine. Bunları düşünerek karısını koluna taktı ve hemen Pasaj’a gittiler. Ben de her zamanki gibi, bir aile dostu olmam dolayısıyla onlarla birlikte gittim. Şimdiye değin İvan Matveiç’i hiç böylesine şen bir ruh haliyle görmemiştim. Gerçekten de o sabahı hiç 15 unutamayacağım. Şu bir gerçektir ki, hiçbirimiz önceden kaderimizin ne olacağını bilemiyoruz! Pasaj’a girerken binanın muazzamlığına hayran olmuştu. Hatta başkente yeni gelen hu canavarın gösterildiği mağazaya yaklaşırken benim giriş ücretim olan yirmi beş kapeği de ödemek istedi. Oysa şimdiye değin hiç böyle yapmamıştı. Ufak salona girince, içeride timsahtan başka tepelikli papağanların, ayrıca kafes gibi özel bir bölmede maymunların da bulunduğunu gördük. En dipte, sol duvarda, banyoya benzer, sık demir ağla örtülü büyük bir çelik kafes duruyordu.

Dibinde bir verşok1 kadar su vardı. Bu sığ su birikintisinde kocaman bir timsah kıpırdamadan, kütük gibi yatıyordu. Bizim nemli, yabancıların hiç hoşlanmadığı iklimimiz yüzünden tüm yeteneklerinden yoksun kalmışa benzeyen hu koca canavar, ilk bakışta hiçbirimizde öyle özel bir ilgi uyandırmamıştı. Yelena İvanovna, sözcükleri uzakta, acınma dolu bir sesle, “‘Demek timsah böyleymiş,” dedi. “‘Oysa hen düşünmüştüm ki . Apayrı tasarlamıştım onu!” Anlaşılan, pırlanta gibi bir şey sanıyordu timsahı. O sırada timsahın sahihi olan Alman içeri girdi ve son derece gururlu bir bakışla süzdü bizi. İvan Matveiç, kulağıma, “‘Haklı elbette,” diye fısıldadı. “‘Çünkü şu anda Rusya’da timsah gösteren tek kişi olduğunu o da çok iyi biliyor.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir