Frans Emil Sillanpaa – Tasra Kizi

Finlandiya’nın en büyük romancılarından olan F. E. Sillanpaa, küçük toprak sahibi bir köylü ailesinin çocuğudur. Fin ülkesinin Haime ilinin ücra köşesinde bir köy kulübesinde doğdu. O civarlardan geçen derenin üstünde bir köprü vardı. Buna ilişkin olarak kulübeye ve aileye «Köprübaşı» anlamına Sillanpaa adını vermişlerdi. Ailenin üç çocuğundan sağ kalan tek oğluydu Frans Eemil. Bütün çocukluğu yapayalnız, durgun, hemen hemen bakir bir tabiat dekoru içinde geçti. Daha küçük yaşından beri kuzey gecelerinin donuk aydınlığının hayranlığını, karlar altındaki vahşi ormanların ve uzun kış aylarında birer buz alanı haline gelen Finlandiya göllerinin şiiri, onun sanatçı benliğinin gelişmesinde büyük bir rol oynamıştır. F. E. Sillanpaa’nın gençliğinde, çocuklar yalnız gezici okullarda öğrenim yaparlardı. Evlerine en yakın ilkokul onbeş kilometre ötedeydi. Daha sonra, yakınlarda açılan başka bir okula verilen Prans Eemil, kısa zamanda zekâsı ve okuma sevgisiyle öğretmeninin dikkatini çekti. O yıllar, Çarlık idaresinin Finlandiya’yı ruslaştırma politikasını güttüğü döneme rastlar.


Buna karşı uyanan millî kültürü ve vatan sevgisini yayma hareketi, en ücra köylere kadar uzanıyordu. Öğretmeni, F. Eemil’in babasına, çocuğu Tampere şehrindeki liseye göndermesini salık verdi. Yoksul denecek kadar dar gelirli köylü, büyük fedakârlıklarla oğlunu beş yıl lisede okutabildi; ama daha sonra gerekli masrafı yapmak imkânını bulamadı. Bundan sonra Frans Eemil ders vererek ve bazı varlıklı dostların da yardımı ile 1908 de liseden mezun oldu. Üniversitede Kimya ve Biyoloji öğrenimi yaparken «sanat hayatı» ile de ilgilenmeğe başlamıştı. Üniversiteye devam edebilmek için borç almak zorunda kalıyordu; borcunu ödeyemiyecek hale gelince kulübesine döndü. Annesile babası çok yaşlanmış, yoksul düşmüşlerdi. Yedikleri; ekmekle patatesten ibaretti. Frans Eemil, onlara da destek olabilmek için dergilere, gazetelere hikâyeler gönderdi. Kısa zamanda okuyucuların dikkatini çekti. Bir toprak kiracısının kızile evlendi; bu kadından altı çocuğu oldu. 1916 da «Hayat ve Güneş» adlı kitabını yayınladı. Yazar, bu eserinde baba evine dönüşünü ve evlenmesini anlatır. Sülanpaa’nın romanlarının kahramanları, yoksul köylüler, küçük toprak kiracıları, ırgatlar, zengin çiftliklerde çalışan hizmetçi kızlardır.

Onun eserlerinde insan ve tabiat derin bir ahenk içinde kaynaşır. İnsanların kaderile mevsimler arasındaki gizli bağıntıyı, çok sade, ama içten bir duyuşla vermesini bilmiştir. îlk ünlü romanı olan «Kutsal Sefalet» i 1918 de yayınlamıştı. Sillanpaa; ekmeği ve hürriyeti için savaşan yoksul köylülerin nasıl kan ve ateşe boğulduğunu anlatır bu romanında. «Silja» da; güzel, saf bir hizmetçi kızın hayat ve aşk serüvenini okuyoruz. Bu eserde büyük Fin kompozitörü SibelitJs’in «Finlandiya» senfonisindeki gibi, Finlandiya ormanlarının, göllerinin, kuzey mevsimlerinin, günlerinin, gecelerinin ve bahtsız bir kızın melankolisini, içli lirizmini duyuyoruz. Silja, o güzel köylü kız, Saint Jean yortusundan bir hafta sonra, ışıklı bir yaz günü gözlerini kapadı. Haline uygun bir son oldu bu. Anasız, babasız bir kızdı, sığınacak bir yakını da yoktu. Zaman zaman başkalarının bakımına ihtiyacı oldu ama, yine de yardım kurumlarına baş vurmadı, böylece, pek önemli olmasa da, bu küçültücü duruma düşmedi. Çalıştığı Kierikka çiftliğinde, hamamın yanında küçük bir oda vardı. îşte Silja, ıstırap dolu hayatını burada tamamlıyor, fakirce yemeğini, burada yiyordu. Ona karşı efendilerinin bu insanca davranışları onların iyiliğinden çok, çöküntü halindeki çiftlikte işlerin oluruna bırakılmış olmasındandı. Belki de biriktirip bir tarafa koyduğu birkaç kuruşunu düşünüyorlardı; sonra bir iki tane iyi elbisesi vardı. Ölümünden sonra, bunlar, ona bakanlara düşerdi elbet.

Zaten çiftlik sahibi kadın, sık sık hizmetçisinin dolabına el atardı. Babası gibi, temizliği seven Silja, bu daracık odayı oturulur bir hale sokmuştu. Odanın penceresinden, kesik kesik öksürüşü, tâ, yanık tenli çocukların oynadığı çayırdan duyulurdu. Bu öksürük sesi, âdeta, çiçekler ve yeşilliklerle birlikte çiftliğin havasına karışan bir yenilik olmuştu. Son demlerinde, genç kız, yalnızlığın o doyulmaz tadına ermişti. Veremlilerde olduğu gibi sonuna kadar zihninin berraklığını kaybetmediği için, bu yaz havası içindeki yalnızlık, onun duygularmdaki gerginliği azaltmaya yaramıştı. Yalnız görünüyordu ama, çok iyi yürekli can yoldaşları vardı. Hiç konuşmayan vefalı dostlardı bunlar. Odasına neşe saçan güneş, aralıkta yuva kuran kırlangıçların cıvıltısı onun ince duygularını okşuyor, ruhuna ışık ve mutluluk serpiyordu. Korkunç ölüm düşüncelerine kapılmamıştı hiç. Hasta kız, sık sık adını duyduğu ölümün yaklaştığını duymamıştı bile. Ecel, onu tabiatın dolup taşan güzelliklerinin verdiği en tatlı duygular arasmda alıp götürdü. Bir sabah, tanyeri ağarırken, uyanan kırlangıçların cıvıltıları arasmda, saat beşe doğru son nefesini verdi. Berrak bir pazar sabahıydı bu. Bir insanın ölümünden hemen sonra, geçmiş hayatı pek kısa görünür.

Silja’cık yirmi iki yaşındaydı; sekiz mil daha kuzeydeki bir köyde dünyaya gelmişti; sonra bütün ömrü boyunca yavaş yavaş güneye doğru yer değiştirmişti. Alın yazısı saf ve pırıl pırıldı. Çocukluğunun tâ ilk günlerindenberi, benliği incelik ve tatlılıkla yoğurulmuştu. Sevimli olduğu kadar, ince duyguluydu da. Seven bir insanın kulağı bu kızm kalbinin çarpıntısını duyar, bakışlarındaki alevi sezebilirdi, ömrü boyunca kaderine güler yüzle boyun eğmişti. Şimdi, Kierikka çiftliğindeki hamamın yanındaki odacıkta gözlerini kapamış olan Silja’nın bu kısa ömrü, tatlı bir sadelik içinde geçmişti. Tâ Silja’nın doğduğu gündenberi birbirinin ardı sıra gelen olaylar, bu sönen ailenin mutluluğunu hızla yeni yollara sürükledi. Böyle kendi halindeki ailelerin çöküşü ile ilgilenmez ama gerçekte yüksek ailelerdeki acı durumlar bunlarda çok daha sık görülür. Silja adındaki genç kızın bir pazar sabahı, sessizce ölümü, otuz yıl kadar önce başlamış olan bir dönemin sonu olmuştu. Bu başlangıç, Silja’nın babası Kustaa’nın dededen kalma Salmelus çiftliğini ele aldığı güne rastlar; çiftliğin ne zamandanberi ailenin mülkü olduğunu pek hatırlayan yok ama, en eski tapu kaydı 1749 a varmaktadır. Çiftliğin eski sahipleri hakkında kimse bir şey hatırlamıyordu; bununla beraber, bunların, o dolaylarda sayılan kimseler olduğu söylenir. Çiftlik en iyi günlerini Kustaa’nm babasının elindeyken yaşamıştı. Ayrıca iyi, kötü sebeplerin etkisiyle gücü kendiliğinden artmıştı. O vakitler Salmelus çiftlik evinin çatı pencereleri daha az varlıklı komşu çiftlik sahiplerine pek yüksekten bakar gibi görünmekteydi. Bu acaip saygıyı arttıran başka bir şey daha vardı: Çiftliğin mirasçısı, her bakımdan işi iyi giden bir tek kişi idi.

Bu çocuk, gençliğinde keyfince yaşadı. Çiftlik koca bir oyun alanıydı onun için; büyüyünceye kadar gülüp eğlenerek dolaştı burada… Salmelus’un genç efendisi, sakin ve onurlu insanlar olan anasile babasınm terbiyesini alarak yetişti. Onların, oğullarına öğüt verdikleri, ya da azarladıkları hiç görülmemişti. Böylece güler yüzlü bir delikanlı oldu. Babası gibi çekme burunluydu; yüzünün rengini, gözlerinin parlaklığını da anasından almıştı. Karı koca her halde bir çok umutlar besliyorlardı evlâtları için; ama açığa vurmuyorlardı bunu. Kimi zaman kadın oğluna şöyle üstü kapalı şekilde düşüncelerini açardı, ama bu birbirlerine olan sevgilerini gösteren karşılıklı şakalarla biterdi; oğlunun kendisine benzediğini hissediyordu; kocası da bunu sezerek için için seviniyordu. Çocuğun karakteri iki ana çizgi üzerinde gelışınişti; bir yandan düşünülmeden, içten gelen bir onurluluk ve doğruluk, öte yandan da Salmelus’un üstünlüğünün daima sürüp gideceğine olan inancı. Bu inançla o, insanların çiftliği değil, çiftliğin insanları yönettiğini düşünürdü. Kustaa Salmelus, delikanlılık yaşını geçip de erkeklik çağma bastığı zaman önce anasını, sonra da babasını gömdü. Annesi, baharda, buzların çözülmeğe başladığı günlerde ölmüştü, babası da sonbaharda gitti. Annesi ölür ölmez, Kustaa çiftliğin hayatındaki ilk sarsıntıyı hissetmişti; artık bir daha geri dönmemek üzere yeni bir yola giriliyordu. Bu değışınenin bir yükselme mi, yoksa çöküntüye doğru bir gidiş mi olduğunu kestiremezdi. Baharın can veren gücü ölümün ağırlığı ile, günlük yaşayışı da bu birdenbire meydana gelen bozukla aynı zamana rastlamıştı. îşin sadece, bir insanın bu dünyadan göçmesinden ibaret olmadığını, geride kalanların da şu güzel güneşli günlerde bile eskisi gibi yaşamadıklarını hissediyordu.

Başka türlü bir yazdı bu. Kustaa atları tavlaya götürmüştü. Dönüşte, yaz akşamımn alaca karanlığı içinde birden rahatsız edici bir sarsıntı geçirdi; tatlı bir uykuya dalmış olan çiftliği seyre dalarak, babasının yaşadığım, kendisinin de yaşadığını unutmuştu. İçine gömüldüğü yalnızlık birden, avlunun kapısında canlı bir varlık halinde karşısına çıkıverjmişti… Mutfakta çalışan hizmetçi kız Hilma, sundurmanın altmda oturmuş, dalgın gözlerle ufku seyre dalmıştı. Olağan üstü bir şey yoktu bunda. Çiftlikte çalışan adamlar mutfakta yemek yiyorlardı; Hilma da boşalan tabaklara yemek koymak için bekliyordu. Uzaktan bakılınca bu yüzlerce yaz akşamı, bir demetteki piyango biletleri gibi birbirine benzerdi. Ama biletlerin birinde büyük ikramiye saklıydı; yatma saatinde insanda umulmadık heyecanlar yaratan, tıpkı fırtına öncesi gerginliği gibi bir şeydi bu. Kustaa, geniş avlunun bir ucundan öbür ucuna gelinceye kadar, genç kız her zaman yaptığı gibi kalkıp, rahatça mutfağa girebilirdi. Ama böyle yapmadı; olduğu yerde oturdu kaldı; kederli bir hal vardı üstünde, dalgın bakışlarile genç adamın dikkatini çekmek ister gibiydi. Annesini kaybeden Kustaa’nın üzerinde genç kızm bakışları tatlı ve büyüleyici bir etki yapmıştı. Elindeki koşumları, genç kızm altında oturduğu sundurmanın köşesine koyacaktı; kızın omuzundan uzanarak bıraktı. İşte böylece Kustaa ile Hilma, bu yaz akşamı kaderlerini birleştirerek can yoldaşı olma yolunda ilk adımı atmışlardı. Unutulmaz bir akşamdı o. O akşamın etkisi çeşitli biçimlerde çiftliğin hayatında belli olmaya başladı.

Kustaa’nın babası az zaman sonra işi farketmişti; ama belli etmemek için elinden geleni yapıyordu. Bununla beraber, iki gencin sevgisi, henüz bir sonuca bağlanmamış olsa da, evi tatlı bir sevinçle doldurmuştu. Sevenlerin, bütün hareketlerinden, konuşmalarından, hatta susuşlarından mutluluk fışkırıyordu. Düşünülmeden mırıldanılan saf bir melodi, gürültülü bir sesten daha manalı olur. Hoşlanmadığı şeyler üzerinde hiç bir zaman açık seçik düşünmemiş olan, Salmelus ‘un efendisi, şimdi, karısının ölümünden sonra çiftliğin hayatında ve havasında meydana gelen derin sarsıntılar üzerinde düşünceye varmıştı; sonra bir takım değerlerin bir daha geri gelmemek üzere nasıl kaybolup gittiğini üzüntüyle görüyordu. İhtiyar Salmelus zihninin en olmayacak ufak bir şeye takıldığını farketti: fakir bir hizmetçiydi bu kız. Hayır mesele bu değildi; aksine genç kızda onurlu bir hal bile vardı. Yalnız bir çok ufak tefek olaylarda ihtiyar, yakın bir felâketin ilk alaylı belirtilerini sezer gibi oluyordu. Farkında olmadan ailenin eski yolundan ayrılmışlardı ve bastıkları toprak da pek sağlam görünmüyordu. Doğru yolu bulmadan da hiç bulacaklar mıydı ki gecenin bastırmasından korkulurdu. İhtiyar köylü, karısının ölümünden sonra çiftlikte hiç bir hazırlık yapmadığını birden farketti. Şimdiye kadar nasıl olmuştu bu iş? Bu da karısının bu dünyada lüzumsuz bir varlık olmadığını göstermiyor muydu? İhtiyar, odasma kapanıp, bilmezlikten gelmeyi istediği bir konuyu hatırladı: şimdi, kötü bir tabiat kuvveti ikisi de masum olan iki gencin yüreklerini oyuyordu. Çok masum oldukları için başlarma gelecek şeyler de o ölçüde çetin olacaktı. İhtiyar ağaçların koyu gölgelerine ve yonca tarlalarım seyre dalarak düşünüyordu. «Kız kardeşimi getirtmeliyim.

Belki meydana gelen değişikliğin zararını bir başka değişiklikle gidermek mümkün olur.» Kız kardeşi Martta’ya bir mektup yazarak hemen o gün postaneye götürdü. Orada kendisine uzaktaki bir semtte yapılacak bir düğün davetiyesi verdiler. Eve gün batarken geldi, düğünü hatırlayarak Kustaa’ya: «Sen gitmelisin, ben pek iyi hissetmiyorum kendimi.» dedi. Kustaa pek sevindi buna. Bu eğlenceli yolculuğa çıkarken pek keyifliydi. Ayrılırken sevgilisile vaad dolu ateşli gözlerle bakıştılar. Kustaa, düğündeki misafirlerin en neşelisi, en canhsıydı. Kustaa bu yolculuğun kendisine çok iyi geldiğini düşünüyordu. Yokluğunda ruhunda öylesine bir mutluluk birikmişti ki, genç adam tatlı bir huzur duyuyordu. Duyduğu derin mutlulukla kuş gibi hafif hissediyor kendini, yolda uçar gibi gidiyordu. Bir yol kavşağına geldiği zaman, bir kulübeden çıkan bir kadın, geçide kadar Kustaa’yı lâfa tuttu. Genç adam hiç bir şey sormadığı halde, kadından bir sürü şey öğrendi: düğün dönüşü bu tatlı akşam vakti hiç de acelesi yoktu. Kustaa’nın halası evi çevirmek için Salmelus’a gelmişti; gelir gelmez de evde iki kadına ihtiyaç olmadığını söylemişti.

Hemen geldiği gün de Hilma ile çıngar çıkartmıştı ve evin efendisi kıza nezaketle kendisine başka kapı aramasını söylemişti. Hilma da bunun üzerine ormanın kenarında oturan anasının babasının evine dönmüştü. «Bak hele! Bak hele! Haydi hoşça kalın!» «Güle güle, güle güle!» Kustaa öğrendikleri üzerinde, kulübeden iyice uzaklaştıktan sonra düşünmeğe başladı. Arkasına hiç bakmadığı için küçük bir kız çocuğunun peşinden geldiğini ve Kustaa’nın Hilma’nın doğduğu eve giden patikaya saptığını görür görmez kulübeye döndü. Kustaa, ormanın kenarına varınca dinlenmek ve mutluluğunun tadına doymak için bir yere oturdu. Şimdi yalnız ormanın ağaçlarını görüyordu. Doğduğu çiftliği düşünmüyordu bile. Yol yorgunluğu, hafızasından hiç silinmemiş olan çocukluğunun ışıklı günlerini hatırlatmıştı ona. Hilma’yı çocukluğundanberi tanıyordu. şimdi düğün için yaptığından daha uzak bir yolculuktan dönüyordu. Bu sıcak akşam havasında tatlı bir durgunluk vardı. Kustaa, gecenin geç saatinde Salmelus’daki odasına döndü. Genç bir adam odasını sever; çünkü kendisini candan bekler gibidir bu oda. O çok iyi tanıdığı kulübeye yaklaşırken heyecandan soluğu kesilecekti nerdeyse. Hafta ortasında bir gündü; bu son zamanlarda da bir çok şeyler olmuştu.

Salmelus’un biricik oğlunu, pazar kıyafetile, buralarda görmek alışılmış şey değildi. Üzerinde yürüdüğü yol, önünden geçtiği kapılar, ona hayretle bakıyor gibiydi; ev sahibi kadın kendisini güler yüzle karşıladı, onu beklediği belliydi; gözleri Kustaa’nın yol kavşağında rastladığı kadıncağızın gözleri gibi parlıyordu. Bereket versin Hilma odada değildi. — Hilma’nın bizden ayrıldığını duydum da kendisini görmeğe geldim. — Gerçekten de bir evde iki kadın fazla!, diye dişlerinin, arasından mırıldanarak Hilma’nın annesi kahve pişirmeğe koyuldu. — Hilma evde yok mu? — Boşuna zahmet ettin galiba. Hilma’nın küçük kız kardeşi : — Fırında! diye söze karıştı. Kustaa odadan çıkarken, kıskanç bir komşunun evinden çıkıyormuş gibi bir şeyler duydu içinde; merdivenden inerek, ağır ağır, avlunun öteki ucundaki firma doğru yürüdü. Küçük bir odaydı burası; penceresinden bakınca, şerbetçi otlarının sapları arasından kırlar ve bir göl görünüyordu. Kustaa, Hilma’yı bu basık tavanlı loş odada buldu. Evet şimdi karşısındaki, Salmelus’ta, sundurmanın altında oturan genç kızdı, ama bir değişiklik vardı halinde. Genç kız şimdi kendinin olan bir çevredeydi; göğsü inip kalkıyordu, ama korkudan değil; biraz çekingenlik duyuyordu, ama bu utangaçlığı pek tatlıydı. İkisi de şimdiye kadar bir tek sözle, ya da bir hareketle açığa vurmadıkları sevgilerini bu gece iyice anlamışlardı. Kustaa Salmelus, ileride Silja’nın babası olacak genç adam, hayatının bütün yollarını gülerek aşmıştı. Bütün bunların üstünden uzun yıllar geçmişti; bu uzun süre içinde her şey unutulmuştu; Salmelus’taki daha kesin sonuçlu olaylar daha sonraları meydana geldi… Ama o yılın sonbaharında, olay, daracık evlerinde ve dolambaçlı yollarında geleneklere sıkı sıkıya bağlı olarak yaşamış olan bir takım dar kafalı kimselerin zihinlerini kurcalamıştı.

Herkesin en çok merak ettiği şey, çiftlikle malların ne olacağı idi. Eski kiracılar hayat hakkındaki katı görüşlerini böyle temelinden sarsmış olan bir işi önceden sezemedikleri için kendi kendilerine fena halde kızıyorlardı. Eğer, hovarda bir köy delikanlısı, geceleyin, bir kiracının kızının odasına girebilirse, komşular için eğlenceli bir macera sayılır bu. Maceranm kurbanı olan kız kendisine bir nafaka bağlatır; hele becerebilirse küçümsenmiyecek bir para bile alabilir. Ama şimdi Kustaa Salmelus’un durumu böyle değildi. Kocakarılar bunun böyle olmadığını içgüdüsüyle sezerek veryansın ediyorlardı. Ama bütün bunlar çoktan unutulmuştu, ihtiyar geveze kadınlar birbiri ardınca, nihayet çenelerini bir daha açılmamak üzere kapayarak kulübelerinden alınıp mezarlığa götürülmüşlerdi ve şimdi sıra sıra otların büründüğü çukurlarda yatıyorlardı. Hala yaşamakta olan birkaç ihtiyar da Salmelus’un çiftliğim elinden çıkardığını ve şöyle bir kızla evlendiğini biliyordu ama, hikâyenin aslını anlatan yoktu. O gece ihtiyar Salmelus, oğlunu bekliyerek sabahın ikisine kadar gözünü kırpmadı. Kustaa, pek keyifli dönmüştü eve; onu gören babası her şeyi anlamıştı, başka bir şey görüp, öğrenmesine hacet yoktu artık.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir