Fredric Jameson – Gerçekçiliğin Çelişkileri

DİKKATİMİZİ gerçekçilik olgusu üzerinde yoğunlaştırmaya kalkıştığımızda tuhaf bir gelişmeyle karşılaştığımızı sık sık fark etmişimdir. Baktığımız nesne sanki titreşmeye ve bulanmaya başlamış gibi olur ve o noktada toplamaya çalıştığımız dikkat de fark edilmez biçimde bölünüp iki uca doğru kayar: gerçekçilik hakkında değil de, gerçekçiliğin doğuşu hakkında düşünürken buluruz kendimizi; nesnenin kendisi hakkında değil de çözülüşü veya sona erişi hakkında. Bu iki yana düşen konularda çok önemli çalışmalar çıkmıştır: ilki hakkında, mesela lan Watt’ın artık kanonikleşmiş Romanın Yükselişi kitabı** ve Michael McKeon’un anıtsal yapıtı Romanın Kökenleri; ikincisiyle ilgili olarak da bir sürü derleme ki, ya “gerçekçiliğin sorunları” gibi bir başlık taşıyorlardır (bu alanda tipik örnek, Lukacs’ın gerçekçi pratiğin yozlaşarak doğalcılık, simgecilik ve modernizme evrilmesiyle ilgili yakınmalarıdır) ya da “bir yeni romana doğru” diye adlandırılmışlardır (burada da en bilinen örnek, Robbe-Grillet’nin bizim güncel gerçekliğimizi yakalamak açısından Balzac tarzı tekniklerin yetersizliğine ilişkin yazılarıdır). Bu kaymaların burada sunmaya çalıştığım teorinin biçimini nasıl belirlediğini daha sonra açıklayacağım. • Antinomi, lmmanuel Kant’ın felsefesinde, birbirine zıt ama ikisi de akıl tarafından haklı gösterilebilecek tezlerin aynı anda geçerli olduğu bir durumu anlatır. Karşıt tezlerden birinin doğruluğu ötekinin yanlışlığı anlamına gelmediği gibi, bu karşıtlıktan bir “sentez” de doğmaz. Kant’a göre, bu durum, sonlu insan aklının kendi asıl yetki ve geçerlilik alanırun dışına doğru sonsuzca ve meşru olmayan bir biçimde genişleme eğiliminin bir görünümüdür. – ç.n. ••lan Wan, Romanın Yükselişi: Defoe, Richardson ve Fielding Üzerine İncelemeler, çev. Ferit Burak Aydar, İstanbul: Metis, 2007. – ç.n. 10 GERÇEKÇILIGIN ÇELiŞKiLERi Ama önce, burada incelenmeyen başka bazı olasılıklara da işaret etmemiz gerekiyor (öte yandan, sunduğum teorik girişimin amacı, bu olasılıkları dışarda bırakmak da değildir). Mesela, edebi kategorilerin en eskisi olan mimesis hfila insanları düşünme ve çalışmaya kışkırtabilmektedir.


Frankfurt Okulu’nun o çok kendine özgü “mimetik dürtü” fikriyle antropoloji ve felsefede kendine gururlu bir yer bulan bu fikir, Lenin’in yansıma teorisinin (Widerspiegelung) izinden giden Robert Weimann gibi araştırmacılarca daha provokatif biçimde işlenmiştir (Auerbach’ın bu terimi tam olarak klasik denemeyecek kullanımından ileride söz edeceğim).1 Mimesis terimini ilk kez felsefeye sokan Aristoteles, Hegel’in “düzyazının dünyası” diyeceği şeyin ürünü olan ve bizim roman adını verdiğimiz biçimi bilmiyordu şüphesiz; biz de ne yazık ki bu kitapta tiyatro pratiğini dikkate almayacağız. Aynca, mimesis’le ilgili daha sonraki tartışmalara, kavramın görsel sanatlardaki kullanımının fazlaca sızdığından kuşkuluyum ben; bu etki, tartışmayı temsil mi yoksa soyutlama mı (resimde) veya Hollywood mu yoksa deneyselcilik mi (sinemada) gibi bir noktaya doğru sürüklemiştir. İşte, görselliğe bu dönüşün işaret ettiği şeyin gerçekçilik tartışmasında zorunlu bir yeri olduğunu da bu noktada vurgulamak gerekir: gerçekçilikle ilgili herhangi bir tartışmada, onu tanımlamakta kullanılan şu ya da bu ikili karşıtlığın kaçınılmaz bir işlemsel değeri vardır. Meselenin herhangi bir nihai çözüme erdirilmesini imkansız kılan da her şeyden önce budur. Bir kere, ikili karşıtlıklar, taraf olmaya zorlar (tabii, Hauser’de veya farklı bir biçimde Worringer’deki gibi, bu karşıtlığı iki seçenek arasında bir çeşit ebedi döngüsel gidiş geliş olarak görmüyorsak2). Gerçekçilik: ondan yana mısınız, yoksa karşı mı? Ama neye oranla yandaş veya karşıt? Bu noktada, liste en azından görece sonlanmaz hale gelir: gerçekçilik mi, yoksa 1. Robert Weimann, “Mimesis in Hamlet”, Shakespeare and the Question of Theory içinde, haz. Geoffrey Hartman ve Patricia Parker, New York: Routledge, 1985. Aynca bkz. Literarische Widerspiegelung, haz. Dieter Schlenstedt, Berlin: Autbau, 1981. 2. Amold Hauser’in Sanatın Toplumsal Tarihi (1954) ile Wilhelm Worringer’ in Soyutlama ve Özdeşleşim’deki (1907) etkili ve biraz kozmolojik karşıtlıklarından söz ediyorum. GERÇEKÇiLiK VE ANTiNOMiLERi 11 romans mı; gerçekçilik mi epik mi; gerçekçilik mi melodram mı; gerçekçilik mi idealizm mi3; gerçekçilik mi doğalcılık mı; (burjuva veya eleştirel) gerçekçilik mi sosyalist gerçekçilik mi; gerçekçilik mi Şark masalı mı4; ve tabii, en sık sahneleneni, gerçekçilik mi yoksa modemizm mi.

Böyle bir karşıtlık oyununda kaçınılmaz olduğu üzere, bunların her birine siyasal, hatta metafizik bir anlam yüklenir – sinema eleştirisinin Hollywood “gerçekçiliği” ile Yeni Dalga ve Godard’ın yıkıcı biçimleri arasında kurduğu (bugün biraz eskimiş görünen) karşıtlıkta olduğu gibi.5 Bu türden karşıtlık çiftlerinin çoğu, gerçekçiliğin ya olumsuzlandığı ya da bir (estetik vb.) ideal haline getirildiği coşkulu “yan tutmalara” yol açacaktır. Gerçekçiliğin böyle karşıtlıklarla tanımlanması, tarihsel (veya dönemleştirici) bir nitelik de edinebilir. Nitekim gerçekçilikle modemizm arasındaki karşıtlığın içinde başından beri bir tarihsel tahkiye vardır ve bunun da yapısal veya üslupla ilgili bir değişme öyküsüne indirgenmesi çok kolay değildir. Ama böyle bir öykülemeyi zapturapt altına almak da zordur, çünkü kendi sınırlarının ötesinde başka dönemler türetmeye yatkındır: mesela postmodemlik, modernin kendisine bir “son” biçiliyorsa eğer; ya da Aydınlanma ve sekülerleşmenin bir başlangıç evresi ki, asıl gerçekçilik dönemini öncelediği varsayılmaktadır (bu işleme yön veren dönemleştirme mantığı, bir klasik sistemin ya da kapitalizm-öncesi bir sabit türler/ tarzlar sisteminin varsayılmasına yol açacaktır). Dönemleştirme konusuna odaklanmak, bizi kaçınılmaz olarak edebiyat tarihinin dışına çıkarıp kültürel tarihe (ve onun da ötesinde, üretim tarzlarının tarihine) götürür mü? Bu sorunun cevabı, muhtemelen, kapitalizmin kendisini ve onun özgül kültürel sistemini söz konusu zaman silsilesi içinde nasıl konumlandırdığımıza bağlı olacaktır. Başka bir de3. İdealist roman gibi kışkırtıcı bir kavramı George Sand ile ilgili çalışmasında Naomi Schor geliştirmiştir. Bu kavram, daha sonra Jane Tomkins’in Amerikan “Westem” tilrüyle ilgili çalışmasında, Hıristiyan dinsel ve aile gelenekleriyle bağlantılı olarak işlenecektir (geleneksel “Westem”, bu gelenekleri aşındırmaya yönelir). 4. Bkz. Srinivas Aramavudan, Enlightenmenr Orientalism, Chicago: Chicago University Press, 2012. 5. Burada, Screen dergisinin 1960’1ar ve 70’lerdeki en parlak dönemini de hatırlamak gerekir.

12 GERÇEKÇILIGIN ÇELiŞKiLERi yişle, böyle bir odaklanma, gerçekçiliği, başka birçok tarz arasında bir tarz olarak görelileştinne eğilimindedir – tabii, modernlik gibi dolayırnlayıcı kavramların yardımıyla kapitalizmi dosdoğru insanlık tarihinin merkezine yerleştirmiyorsak eğer. Çünkü bu noktada başka bir bileşim, başka bir ilişkilendirme daha girer işin içine: gerçekçiliği, özellikle modem (ama mutlaka “modemist” değil) bir biçim olarak romanın kendisiyle özdeşleştirme eğilimi. İki kavramla ilgili tartışmalar birbirinden ayırt edilmez olur, en azından birinin ya da ötekinin tarihi söz konusu edildiğinde: romanın tarihi kaçınılmaz biçimde gerçekçi romanın tarihidir ve fantastik roman ya da epizodik roman• gibi farklı, “çizgi-dışı” tarzların ya ona karşı ya da yine onun altında toplanması da pek bir itirazla karşılaşmaz. Ama aynı şekilde kronolojinin kendisi de indirgenir. Böylece bir Bahtin’e göre, “romanlığın”, roman olmanın kendisi, kadim İskenderiye dünyası kadar Ming hanedanı Çin’inde de bulunabilecek bir “modernliğin” işaretidir, belki de asıl işareti ve semptomu.6 Bahtin de romanı ya da bizatihi gerçekçiliği hem bir edebi olgu hem de toplumsal hayatın niteliğinin bir semptomu olarak gören önemli yazarlardan biridir. Bahtin için roman, bir çokseslilik aracıdır, toplumsal seslerin çoğulluğunun tanınması ve ifadesi: bu yüzden, içinde çok farklı ideolojiler barındıran bir nüfusa demokratik açılımıyla moderndir. Auerbach da demokrasiden benzer bir anlamda söz eder; şu farkla ki, ona göre bu açılım küreseldir ve “gerçekçi” bir toplumsal hayatın ya da modernliğin dünyada roman tarafından fethedilmesinden oluşur.7 Ama Auerbach için, “gerçekçilik”, ya da onun verdiği anlamla mimesis, sözdizimsel (sentaktik) bir fetihtir: karmaşık bir gerçekliğin ve sektiler bir gündelik hayatın farklı düzlemlerini bir arada tutabilecek sözdizimsel biçimlerin yavaş yavaş • Birbiriyle ilişkileri sıkı bir olay örgüsüyle kurulmamış “öykülerin” toplamından oluşan roman. – ç.n. 6. Bkz. “Epik ve Roman” başlıklı denemesi, The Dialogical lmagination, haz. Michael Holquist, Austin: Uııiversity ofTexas Press, 1994.

7. Erich Auerbach, Mimesis: The Representation of Reality in Western Literature, Princeton: Princeton Universiıy Press, 1953, s. 552, “insanların yeryüzündeki ortak hayatı”. GERÇEKÇiLiK VE ANTiNOMiLERi 13 biriktirilmesi ve kullanılması ki, Auerbach’a göre Batı’daki ikiz tepeleri Dante ile Zola’dır. Lukıics, romanın biçimsel ve tarihsel karnesi konusunda daha ikirciklidir: Roman Kuramı’nda, bu biçimin ayırt edici özelliği, esas olarak, sorunsallaşmayı ve tümüyle sektiler bir modernliğin uzlaşmaz çelişkilerini kaydedebilme yetisi olarak belirir. Sonraki yıllarda, sektiler modernliği kapitalizmle ve romanı da gerçekçilikle özdeşleştirmeye yönelecektir Lukıics; romanın görevi de tarihin dinamiklerinin yeniden canlandınlmasıdır.8 Ama bir biçim olarak gerçekçi romanın (deyim yerindeyse) bu üç savunmacısında da şu noktada bir belirsizlik vardır: bu biçim belli bir toplumun ilerlemiş, geç bir evresindeki durumunu mu kaydediyordur sadece, yoksa toplumun bu ileri evrenin ve sunduğu (siyasal vb.) imkaruarın farkına varmasında da bir rol oynamakta mıdır? Söz konusu belirsizlik (kararsızlık da denebilir), bu ilk envanterde özetlemek istediğim ve sorunu biçim ve içerik yönünden kavrayan bazı değerlendirme tarzlarında da ortaya çıkar. Bir biçim (veya tarz) olarak gerçekçilik, bir “gizem-bozma” ya da gizemden arındırma işleviyle ilişkilidir, özellikle Quijote’yi ilk (modem, gerçekçi) roman olarak aldığınızda. Farklı biçimlere bürünebilir bu işlev. Quijote gibi kurucu bir örnekte, bir tür olarak romansın çürütüldüğünü görürüz; ve bunun yanı sıra, romansın idealleştirici değerleri de, içeremedikleri bir toplumsal gerçekliğin özelliklerini öne çıkarmak amacıyla kullanılıyordur. Modernliğin bir ilk döneminde (bir tür burjuva kültür devrimi içinde) aydınlanma ve özellikle sekülerleşmenin temel görevler olarak belirdiğine değinmiştim: gerçekçilik için bunlar özünde negatif, eleştirel veya yıkıcı görevlerdir; sonradan yerlerini burjuva öznelliğinin inşa edilişine bırakırlar. Ama öznenin kurulması her zaman tabularla ve bir yığın içsel kısıtlamayla (bunun bir modeli Weber’in “Protestan ahlakıdır”) desteklenen bir müdahale olduğu için, tevarüs edilmiş ruhsal 8. LuUcs’ın biçimsel görüşlerinin en derli toplu özeti, “Tahkiye mi Betimleme mi?” başlıklı denemesinde bulunabilir; Georg Lukacs, Writer and Critic içinde, Londra: Merlin, 1970. Bu anlaanak-betimlemek karşıtlığının Lukacs’ın Zola’ nın doğalcılığını reddedişinde de (aynı ölçüde siyasal bir ret) temel etken olduğunu göreceğiz.

14 GERÇEKÇILIGIN ÇELiŞKiLERi yapı ve değerlerin kazınıp defedilmesi de gerçekçi tahkiyenin bir işlevi olarak kalacaktır -gerçekçi anlatının gücü, insanların sıkı sıkıya tutunduğu yanılsamaları böyle can yakarak iptal etmesinden gelmiştir hep. Ama sonradan, gerçekçi roman bazı büsbütün yeni öznel deneyimler keşfetmeye ya da inşa etmeye yöneldiğinde (Dostoyevski’den Henry James’e kadar), negatif toplumsal işlev zayıflamaya başlar ve gizemden arındırma da daha modemist bir dürtü olan yadırgatma ve algının tazelenmesine dönüşür; bu çerçevede ortaya çıkan metinlerin duygu tonu da, hem Lukacs hem de Franco Moretti’nin işaret ettiği gibi, kabullenme, vazgeçiş ya da uzlaşmaya eğilim gösterir. Öte yandan, gerçekçiliğin kendi ideolojisi de bu geçişi içerik açısından sahnelemeye yönelecektir ve bu noktada gerçekçiliğin burjuvaziyle ve burjuva günlük hayatının ortaya çıkışıyla sıkı bir ilişkisi vardır. Bu günlük hayatın da büyük ölçüde bir kurgu, bir inşa olduğunu ve inşa faaliyetine gerçekçilik ile tahkiyenin de katıldığını vurgulamak isterim. Sartre mimesis’in her zaman eleştirelliğe en azından yatkın olduğunu öne sürmüştü: doğaya (ki bu örnekte burjuva toplumudur) tutulan ayna aslında hiçbir zaman insanlara görmek istedikleri şeyi göstermez ve bu yönüyle her zaman gizem-bozucudur. 9 Şüphesiz, daha önce değindiğimiz gerçekçilik eleştirileri, bu edebiyatın ideolojik işlevinin kendi okurlarını o andaki biçimiyle burjuva toplumuna alıştırmak ve uyarlamak olduğu fikrine dayanmaktaydı: rahatlık ve içselliğe prim veren bir edebiyattı bu, bireyciliğe, paranın nihai bir gerçeklik olarak kabullenilmesine prim veren (bunlara bugün piyasaların, rekabetin, belli bir “insan doğası” imgesinin vb. kabullenilmesini de ekleyebiliriz). Ben kendim de, bu derlemenin başka bir yerinde, gerçekçi romancının toplumsal gerçekliğin dayanaklılığında, burjuva toplumunun değişime ve tarihe gösterdiği dirençte bir yerleşik çıkarı olduğunu, o gerçekliğe ontolojik bir yatının yapmış olduğunu tartışıyorum. ıo Öte yandan, üslup 9. Jean-Paul Sartre, “Whaı is Literaıure” and Other Essays, Cambridge, MA: Harvard University Press, 1988, s. 91: “Okurlarına tevazuyla uzattığı ayna sihirlidir: Kıskıvrak yakalayıp efsunlar ve zor durumda bırakır.” 1 O. Bkz. bu kitabın ikinci kısmında “Zaman Deneyleri: Takdiri İlahi ve Gerçekçilik” bölümü.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir