Friedrich Holderlin – Empedokles

Alman şiirinde özel bir yeri, özel bir önemi olan Friedrich Hölderlin (1770-1843) doğayla kendini birleştiren, kendinden doğaya açılan, doğadan kendi iç-evreninin derinliklerine inip oradan türlü türlü sesler getiren bir şiir anlayışının taşıyıcisıdır. Onun gözleri dış-evrene bakarken bile kendi içini, kendi özünü görür. Şiirinde, boyuna kendini doğalaştıran, doğa olaylarında kendinin yansıdığını sezinleyen, bu sezişlerini anlatmaya, şiirin diliyle açıklamaya yönelen bir tutum, bir güç kavranır eğilim vardır. Yaşayışının pek kısa bir dönemi içinde düzenli düşünebilen, yıllarının çoğunu çılgınlık içinde geçiren Hölderlin’in şiirinde derin bir insan anlatımı, daha doğrusu kendini doğaya veriş, özünü doğada buluş duygusu sezilir. 1806 yılında çıldıran ozanın bütün yazılarında doğayla birleşme, doğanın içinde kendini bulma çabalan kolayca görülür. Alman şiirine getirdiği yenilik de işte buradadır. Onun şiirlerinde, doğa konuşur, bir ozanın dilinde kendini, kendi anlatımını bulur gibidir. Onun bu derin doğa sevgisini, doğanın içinde yitişini, doğa olaylarıyla kendini ortaya koyusunu anlamak için 9 An die Natur (Doğa’ya), Sonnenuntergang (Güneşin Batışı), Aus Menon ‘s Klage (Menon’un Yakınması), Die Nacht (Gece), A m Abend (Akşam), Haelfte des Lebens (Yaşamın Yansı) adlı şiirlerini okumak, onlar üzerinde düşünmek yeter de artar bile. Derin biracı, insanın içini kemiren, yüreğini oyan, boyuna kımıldatan, bir yerde durdurmayan sürekli üzüntü Hölderlin’in şiirinde ilk göze çarpan özelliklerdir. O, daha çok acının, insan varlığına gizlice sinmiş, nereden geldiği bilinmeyen üzüntünün dile getiricisidir. Açı ile sevgi, sevinç ile derinden gelen, insanın birdenbire bütün varlığını kaplayan köklü tedirginlik şiirinin ana kavramları arasında yer alır. Durum böyle olmakla birlikte, Hölderlin gene de neden dolayı acı çektiğini, derin, yıkıcı bir üzüntü duyduğunu açık kanıtlarla ortaya koymaz. İnişler, çıkışlar, üzüntüden sevince, sevinçten üzüntüye dalışlar, bir şiirde beklenmedik çelişmeler çokluk şaşırtır insanı. Hölderlin bir acı çeken, üzüntü duyan ozan olarak çıkar karşımıza. Bizim Fuzuli’yi andırır bir bakıma.


Doğayı binbir boyam içinde görürken bütün sevinç verici görünüşler gözünden silinir, doğayı insana acı çektirdiği için seviyor sanırsınız. Doğada insanın ölmeyeceğine, yok olmayacağına inanmış bir durum, bir içten sezişi vardır dersiniz. Çokluk aldatır insanı şiiri. Günlük bir doğa olayı içinde birdenbire bir insan dikiliverir karşınıza. Onun gözünde bir ağacın yaprağında, bir akarsuyun karşısında yeşeren otta görülen yeşil insanın büründüğü bir boyaradır. Ağaçta insan açar, çiçekte insan gülümser, akar suda insan türkü çığırır ya da mı10 rıldanır. Doğaya, doğa olaylarına doymayan bir tutkusu, bir çözülmez bağlanışı vardır. Hölderlin’in böyle bir anlayışla doğaya sarılmasında, doğayı bir ana gibi kucaklamasında yaşamının, pek küçükken öksüz kalıp başka ellerde büyütülmesinin etkileri vardır. Öğrenimini yapması için gönderildiği dinci okullardan; sıkı, kuru koşullara bağlı bir eğitim görmekten kaçışı, yaratılışındaki doğaya açılma isteğinin ne denli derinlere kökler saldığını göstermektedir. Aşağı yukarı bütün şiirlerinde bu tutum kolaylıkla görülür. Doğanın çevremizi saran, işten dıştan bizi sürekli etkileyen olayları içinde Hölderlin bizim gördüğümüzden başka bir nesne görür, anladığımızdan başkasını anlar, düşündüğümüzden başkasını düşünür, aradığımızdan başkasını arar. Onun dilinde doğa sürekli bir canlılık, tükenmeyen bir yaratıcılık içindedir. Sanatçı doğanın dile gelmiş bir biçimi gibidir. Doğada, zamanda tükenmeyen, eskimeyen, boyuna güç kazanan, sürüp giden bir yaratıcı tin (ruh) vardır. Ozanın bu anlayışını Der Zeitgeist (Zamanın Tini) adlı şiirinde açıkça buluyoruz.

Doğa ile Tanrı birdir, birliktedir, însan doğanın içinde bu gücün izlerini taşıyan (daha sanatçı insan) bir varlıktır. Hölderlin’in böyle bir varlık anlayışına ulaşmasında en etkili neden eski çağ şiiriyle olan içten yakınlığıdır. Nitekim Hyperion adlı yapıtında eski Greklere duyduğu derin sevginin, bağlılığın izleri açıkça kendim göstermektedir. Eski Greklere duyulan bu aşırı sevgi, derin bağlılık yalnızca Hölderlin’e vergi değildir. Aşağı yukarı onsekiz ile ondokuzuncu yüzyılın bütün Batılı düşünürlerinde, sanatçılarında, aydınlarında bu nitelikler, eğilimler görülür. 11 Avrupa’yı eskiçağ kültürünün ışığa kavuşturmasında Grek diliyle yazılan yazıların önemli bir etkisi vardır. Avrupa’nın birçok alanda düzene kavuşmasında, düzenli düşünmesinde, kurumların kuruluşlarında en büyük etkinin Latinlerden gelmesine karşılık, onlara, Greklere duyulan sevgi duyulmamıştır öylesine. Oysa düşünceyi gerçek yaşama uygulama, yaşamla düşünce arasında bağlantı kurma anlayışı daha çok* Latinlerden gelmektedir. Böyle olmasına karşılık Grek sevgisi daha derindir Batı’nın yüreğinde. Şaşılacak iştir: Batı devlet kurmayı, okul açmayı, yasalarkoymayı, devletler arasında ilişkiler kurmayı, daha bunlar gibi topluma vergi birçok uygarlık kurumunu, kuruluşunu Latinlerden öğrenmişken gene de Grek sevgisi ağır basmaktadır. Bu aşırı sevgi daha çok sanattan^ şiirden gelmektedir. Grek düşüncesi kendini şiirle, yontuyla, tiyatroyla beslemesini bilmiş; bütün sanat dallarından elden geldiğince yararlanmıştır. Eski Grek ozanları yazılarında daha çok tanrıları konuştururdu, Hölderlin ise insan diliyle doğayı konuşturuyor bir bakıma. Bunun böyle olduğunu onun Der Mensen. (İnsan) adlı şiirinden anlamakta güçlük çekmiyoruz.

Yalnız bu “insan”m da Hölderlin’in kendisi olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Doğa gibi bütün insanlar .da Hölderlin’in özünde birleşmiş, bir araya gelmiş, kaynaşmış durumdadır. Hölderlin’in şiirine giren, onun en çok kullandığı sözlere bir göz atarsak bunların insanda bir devinme, bir kımıldanış uyandıracak nitelikte oldukları görülür. Bütün varlıklar, dağlar, taşİar, sular, ağaçlar, ırmaklar, dalgalar, 12 yapraklar, oylumlar, sevgi onun dilinde sürekli bir devinim içindedir. Onun dilinde, şiirinde duran, kımıldamayan, bu kımıldanışları içinde insanın bir yanını yansıtmayan bir tek nesne bulamazsınız. Sessiz bir uğultuya kapılır insan Hölderlin’i okurken. Bu bakımdan Hölderlin diyebilirim ki Alman şiirinin en devingen ozanıdır. Onun şiirinde kendi evrenine çekilen, bir kıyıda sessiz duran insan bile sürekli bir devinme akışı içindedir. Hölderlin’in insanı kendi içinde bütün doğayla elele verip devinen, boyuna kımıldayan bir varlıktır. Bu görüşü de eski Anadolu felsefesinde bulmaktayız. Birçok şiirinde bu eski felsefenin izlerini, eski mitosların işlendiğini, onlara değinildiğini görüyoruz açıkça… Hölderlin’in şiiri; yapısı, işlediği konular, tutumu, varlığa bakışı, olayları, nesneleri yakalayıp açıklayışı bakımından İlkçağ Grek – Latin şiirine benzer. Özellikle çevirisini sunduğum Empedokles’de Homeros gibi bir tutum göze çarpar. İlkçağ şiirinde özellikle Homeros, Vergilius, Ovidius, son ikisinden daha önce yaşayan Lucretius gibi ozanlar bir konuyu işlerken onun en küçük ayrıntılarına değin iner, içice geçen olayları ele alıp anlatır, birini bırakıp araya giren ikinci olayı alır, onu bırakıp ardından geleni işler, kesilmeyen bir anlatım akışı içinde konuyu genişletir gider. Durum Hölderlin’de de böyledir.

Homeros’un İhyada adlı yapıtında bulduğumuz güneş, günaçımı nitelemeleri, anlatımları, Ovidius’un masal işleyişleri, Lucretius’un derinlemesine nesnelere bakışı pek az bir değişikliğe uğrar Hölderlin’de. Doğa karşısındaki tutumuyla İlkçağ’ın adı geçen ozan13 larıyla çok yakın bir benzerlik içindedir Hölderlin. Yalnız, bu içli Alman ozanının insanın daha derinliklerine indiğini, insanı çırpınan, üzülen, doğa içinde sürekli bir özlem duyan varlık olarak aldığını unutmamak gerekir. İlkçağ şiirinde insan daha çok dış görünüşüyle ilgiyi çeker, şiire girer. Oysa Alman ozanında dış görünüş ikinci sırada kalıyor. Doğa olaylarının tükenmeyen akışı içinde bulur insanı Hölderlin. Bir suyun akışında konuşan bir insan, bir ağacın duruşunda düşünen bir insan tutumu vardır. Doğada görülen sessizlik, insanın kendi düşünce evrenine dalışı; gürültülerse dışa vurmuş, bitmek nedir bilmeyen didinişleridir. Şiirlerinde sık sık Tanrı adının geçmesine karşılık aşın bir Tanrı bağlılığı görülmez Hölderlin’de. Tanrı daha çok doğanın bütünü, doğanın içinde saklı yaratıcı bir öz kimliğindedir. Buna karşılık ulusunun geleneklerine büsbütün karşıt bir davranış içindedir de denemez. Sözgelişi Nietzsche’nin davranışlarını bulamayız onda, öte yandan çağdaşı Goethe’nin tutumundan da uzaktır. Hölderlin daha atılgan, daha korkusuzdur olaylar karşısında. Sevgisi, bakışı, nesneleri anlayışı daha bilgecedir, yalnız ilkçağ ozanlarına vergi bir bilgecelik içinde. Hölderlin olaylann özünde sürekli bir birliğin, değişmezlik ilkesinin bulunduğuna, olayları yöneten güçlü bir özün varlığına inanmıştır.

Empedokles’i bir konu olarak ele alması da bundan ileri geliyor bir bakıma. Empedokles, birleştirici, dağınıklık içinde yakınlaştıncı, nesneleri içice giydirici bir ilkenin, bir özün varlığına; doğada çarpışan iki karşı ilkenin sürekli bir yanyanalık içinde bulunduğuna inanan bir bilgedir. Hölderlin’i bu bakımdan etkilemiş olsa gerek.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir