G. H. Hardy – Bir Matematikçinin Savunması

Ünlü İngiliz matematikçisi G. H. Hardy’nin “A Mathematician’s Apology” ismini verdiği bu kitap ilk olarak 1940 yılında basılmış. Hardy’nin amacı matematiği savunan bir tez öne sürmek. Kitabın 1967 yılındaki dördüncü baskısına C. P. Snow’un alışılmıştan uzun bir önsözü eklenmiş. Kitabında Hardy kendisinden çok az söz ediyor. Snow ise Hardy’in hayatını, renkli ve sıradışı kişiliğini anlatmanın yanısıra, o yıllardaki Cambridge ve Oxford Üniversitelerinin yoğun entellektüel atmosferini canlı bir biçimde aktarıyor. Doğal bir matematik dehası olan ama çok yetersiz bir eğitim görmüş Ra-manujan adlı Hintli bir katibin Hardy tarafından keşfinin ve bu iki farklı insanın kısa ancak verimli işbirliğinin öyküsü de bu önsözde yer alıyor. Bir matematikçi için en güzel işlerden birisi kendi konusunu, deneyimlerini ve matematikle uğraşmaktan aldığı hazzı matematikçi olmayanlara aktarmaya çabalamaktır. Matematiği savunurken biraz da bizi okuyan veya dinleyenleri etkilemek ve ilgilerini çekmek için matematiğin günlük hayatta daha çok tanınan mühendislik, fizik gibi alanlardaki uygulamalarından bol örnekler veririz. Bu yolla matematiği savunurken ister istemez matematiğin özünden uzak düşeriz. Hardy ise tezinde bu kolay yöntemden özellikle kaçınıyor. Hatta bir bakıma “yararlı” matematiğin aslında derinliği olmadığını ve iyi matematikte olması gereken güzellikten yoksun olduğunu öne sürüyor.


Yararlarını vurgulamadan matematiği savunmak imkansız gibi görülebilir. Oysa bu kitapta Hardy matematiğin özünü, güzelliğini ve derinliğini sanattan, edebiyattan, satrançtan ve kriketten örnekler de vererek yalın fakat işlek bir dille anlatmayı başarıyor. Matematik ve sanattaki yaratıcılık unsurlarının ortak yanlarını da gün ışığına çıkarıyor. Yaşının ilerlemesiyle yaratıcılığının azaldığını kabullenen ve bu nedenle matematik yapmak yerine matematik hakkında yazmak gibi “ikinci sınıf bir iş yapmaya kalkıştığını daha ilk satırlarında belirten Hardy, insanlığın ortak zekasının bir anıtı olan matematiği bu kitabıyla genel kültürümüzün bir parçası yapmak için çok yararlı bir katkıda bulunmuş oluyor. Kendi anlayışıyla ironik bir biçimde ters düşse de, böylece belki Hardy matematiği savunurken kendi matematiğinden daha kalıcı ve değerli bir yapıt ortaya çıkarıyor. Tosun Terzioğlu Önsöz Christ College*1) yemek salonunda, Hardy’nin, onur masasında konuk olduğunu saymazsak, sıradan bir akşamdı. Hardy, Cambridge’e Sadleirian Profesörü® olarak henüz dönmüştü. Hakkında daha önce genç Cambridge matematikçilerinden bir-şeyler duymuştum. Onun dönüşünden dolayı sevinç duyuyorlardı. Onlara göre Hardy gerçek bir matematikçiydi; fizikçilerin dilden düşürmedikleri Dirac’lar, Bohr’lar gibi değil, pür matematikçilerin en pür olanıydı. Ayrıca açık fikirli, egzantrik, radikal ve her zaman her konuda konuşmaya açıktı. Daha sonraki yıllarda olsa onun için herhalde ‘matematikçilerin yıldızı’ derlerdi, ama yıllardan 1931’di ve bu deyim henüz ingilizce diline girmemişti. Masanın daha uç tarafındaki yerimden onu incelemeye koyuldum. Güneşte yanmış, kızılderilile-rinkini andıran bronzlaşmış bir yüz, şimdiden kırlaşmış saçlar… Yüzü güzeldi -çıkık elmacık kemikleri, ince bir burun, soyut ve ciddi ama içsel keyfini ve muzipliğini ele vermeye her an hazır bir ifade… Gözleri koyu kahverengi ve bir kuşunki gibi parlaktı -soyut düşünme alışkanlığı olanlarda sıkça rastlanan türden bir bakış. O aralar Cambridge birçok ünlü ve olağanüstü simayla doluydu; ancak Hardy’ninki bunlardan en çarpıcı olanıydı.

(V College : Cambridge Üniversitesini oluşturan, bir veya daha fazla konuda lisans ve lisansüstü eğitim ve araştırma yapan birim. (Ç.N.) (2) Bazı kürsüler önemli veya ünlü kişilerin adlarına ihdas edilmiştir. (Ç.N) Ne giydiğini pek hatırlayamıyorum; olasılıkla spor ceket ve flanel pantalon. Einstein gibi rahat bir giyim tarzı vardı, ama ondan farklı olarak bu rahat giysileri pahalı ipek gömleklerle çeşitlendirirdi. Yemekten sonra oturma salonunda şarap içtiğimiz sırada, bana Hardy’nin benimle kriket hakkında konuşmak istediği söylendi. Ben henüz bir yıl önce gelmiştim ama Christ gibi küçük bir Colle-ge’de en yeni üyelerin bile ne yapıp ettikleri hemen öğrenilirdi. Yanına oturtuldum ama tanıştırılmadık. Sonradan öğrendiğime göre Hardy, formaliteyi gerektiren bütün işlerde utangaç ve çekingen davranırdı; özellikle de tanıştırılma işleminden ürkerdi. Başının hafif bir hareketi ile tanışma faslını geçiştirip hiç bir giriş yapmadan konuya girdi: “Kriket konusunda biraz birşeyler biliyormuşsu-nuz, öyle mi?” “Evet” dedim, “az birşeyler.” Beni derhal sıkıca sorgulamaya koyuldu. Oynuyor muydum? Nasıl bir oyuncuydum? O aralar akademik çevrede pek yaygın olan bir tutumu benimseyen, yani kriketi oynamayıp yalnızca yazılan her-şeyi takip ederek oyun hakkında fikir yürütenlerden hiç hoşlanmadığını sezer gibi oldum. Ben de vasıflarımı -olduğu şekliyle- döküştürdüm.

Cevaplarımı kısmen de olsa olumlu bulmuş olacak ki daha ciddi, taktikle ilgili sorulara geçti. Geçen yılın son deneme maçındad) kimi kaptan yapardım? Eğer seçiciler İngilizleri kurtaracak adamın Snow olduğuna karar verselerdi oyun strateji ve taktiğim ne olurdu (“kendini, oynamayan kaptan yerinde düşünebilecek kadar alçakgönüllü olabilirsen”)? Konunun içinde kaybolmuş, herkes ve herşey unutulmuş olarak, sorgulama böylece devam etti. (1) Deneme maçı : ‘test match’. Uluslararası kriket maçlarına verilen isim. (Ç.N) Sonraları birçok vesile ile farkettiğim gibi, Hardy ister kendisinin ister başkalarının olsun, sezgi ve izlenimlere güvenmezdi. Ona göre, birinin bilgisini değerlendirmenin tek yolu onu sorgulamaktı. Bu, matematikte, edebiyatta, felsefede, politikada, kısaca her konuda geçerliydi. Eğer karşısındaki kişi soruları blöf yaparak cevaplar, sonra da işin içinden çıkamazsa, bu kendi bileceği şeydi. Bu parlak ve yoğun beyin için, ilk ele alınacak konular en öncelikli olanlardı. Oturma salonunda o akşam, benim yeterli bir kriket arkadaşı olup olamayacağımı anlaması gerekiyordu. Başka hiç bir şeyin önemi yoktu. Sonunda son derece sevimli ve çocuksu bir içtenlikle gülümsedi ve Fenner’de (üniversitenin kriket alanı) gelecek kriket sezonunun oldukça doyurucu sohbetlerle daha çekilir olabileceğini umduğunu söyledi. Lloyd George ile olan tanışıklığımı, onun frenolojiye*1′ olan büyük ilgisine nasıl borçluysam, Hardy ile olan dostluğumu da gençliğimin gereğinden fazla bir bölümünü kriket ile heba edişime borçluyumdur. Bundan alınacak ders ne olur bilemem ama, benim için büyük şans olduğu bir gerçek.

Bu, entellektüel yönden, yaşamımın en iyi dostluğudur. Biraz önce de değindiğim gibi, zihni çok parlak ve yoğundu; öyle ki, diğer beyinler onun-kinin yanında biraz bulanık, biraz sıradan ve karışık gibi kalırdı. Einstein ve Rutherford gibi büyük bir dahi değildi. Deha diye birşey varsa, kendisinin kesinlikle bir dahi olmadığını her zamanki açıksöz-lülüğü ile belirtildi. Kendisinin, en iyi olasılıkla, kısa bir süre için dünyanın beşinci en iyi pür-matematikçisi olduğunu söylerdi. Kişiliği de beyni gibi güzel ve duru olduğundan, çalışma arkadaşı ve dostu Littlewood’un kendisinden bariz ölçüde daha (1) Frenoloji: Kafatası şeklinden karakter saptama bilimi. (Ç.N) güçlü bir matematikçi olduğuna, protejesi Ramanu-jan’m da gerçekten (aynı kapsam ve etkinlikte değilse de) en büyük matematikçilerinki gibi doğal bir dehaya sahip olduğuna her zaman dikkat çekerdi. Bu matematikçiler hakkındaki sözleri, bazen insanlara, onun kendisini yeterince değerlendirmediğini düşündürürdü. Gerçekten de, kıskançlıktan olabildiğince uzak, asil bir ruhu vardı. Ancak onun yargılarını kabul etmemek, sanırım niteliklerini de anlamamış olmak demektir. Ben, onun Bir Matematikçinin Savunmasındaki kendi sözlerine inanmayı yeğlerim. Öylesine gurur dolu, ve bir yandan da öylesine alçakgönüllüdür ki bu sözler: “Karamsarlığa kapıldığım, ya da kendini beğenmiş, sıkıcı insanları dinlemek zorunda kaldığım zamanlar hala kendime şöyle söylerim: ‘Ben de sizlerin hiç bir zaman başaramayacağınız bir şey yaptım. Littlewo-od ve Ramanujan ile hemen hemen eşit koşullarda ve birlikte çalıştım.'” Herneyse, onun sıralamadaki kesin yerinin saptanmasını matematik tarihçilerine bırakmak gerekir (ancak, en iyi çalışmalarının çoğu başkaları ile işbirliği içinde yapıldığından, bu da hemen hemen olanaksızdır).

Ama onu Einstein, Rutherford ya da herhangi başka bir büyük dahiden üstün kılan bir-şeye sahipti: küçük, büyük, herhangi bir zihinsel uğraşıyı, isterse sadece bir oyun olsun, bir sanat eserine dönüştürme yeteneği. Kanımca, ona hemen hiç farkında olmadan böyle bir zihinsel haz veren de, her şeyden çok bu meziyeti idi. Bir Matematikçinin Savunması ilk basıldığı zaman Graham Green, bir eleştiri yazısında, bu kitabın yaratıcı sanatçı olmanın anlamını, Henry James’in not defterlerinin yanısıra en iyi anlatan kitap olduğunu dile getirmiştir. Hardy’nin, çevresindeki herkes üzerindeki etkisini düşündükçe, sırrın burada yattığına inanıyorum. Hardy orta halli, meslek sahibi bir ailenin çocuğu olarak 1877’de dünyaya geldi. Babası o zamanlar küçük bir okul olan Cranleigh’de muhasebeci ve sanat öğretmeni idi. Annesi Lincoln Öğretmen Eğitim Koleji’nde müdür muavinliği yapmıştı. Her ikisi de yetenekli ve matematiğe yatkın kişilerdi. Çoğu matematikçi gibi onun da genetik kökenini araştırmaya gerek yoktur. Çocukluğunun büyük bölümü, Einstein’in tersine, geleceğin bir matematikçisinin tipik özelliklerini taşıyordu. Daha konuşmaya başladığı sıralarda, hatta ondan da önceleri, müthiş bir zekâ derecesi sergiliyordu. îki yaşına geldiğinde milyonlu sayıları yazabiliyordu (bu, matematik yeteneğinin genel bir belirtisidir). Kiliseye götürüldüğünde ilâhilerin numaralarının çarpanlarını düşünerek eğlenirdi. O zamandan başlayarak hep sayılarla oynadı. Herkesçe bilinen, ama yine de dayanamayıp daha sonra anlatacağım, Ramanujan’ın hasta yatağı başındaki o dokunaklı sahne de bu alışkanlığın sonucu idi.

Bu sahne meşhurdur; ancak bu konuya ileride değineceğim. Onunki, aydın, kültürlü, kitaplarla dolu geçen bir Victoria çağı çocukluğuydu. Annesi ve babası belki biraz katı, fakat aynı zamanda çok iyi yürekli insanlardı. Böyle bir Victoria çağı ailesinde geçen çocukluk, zihinsel açıdan belki biraz zorlayıcı olsa da, bizim çağımızda olduğu kadar tatlı bir dönemdi. Onun çocukluğu iki açıdan sıradışı idi. Birincisi, çok erken yaşlarda, onikisinden çok daha önceleri, aşırı bir öz-bilincin baskısı altında ezilmesiydi. Annesi ve babası onun korkunç zeki olduğunu biliyorlardı ve kendisi de bunun farkındaydı. Her derste sınıfın birincisiydi. Ancak sınıf birincisi olarak ödül almak için bütün okulun önüne çıkması gerekiyordu ve buna tahammülü yoktu. Bir akşam birlikte yemek yerken, sınavlarda bilerek yanlış cevaplar verip bu dayanılmaz işkenceyi önlemeye çalıştığını anlatmıştı. Ancak numara yapma yeteneği o kadar kısıtlıydı ki ödülleri yine de o kazanıyordu. Bu utangaçlığı zamanla biraz azaldı ve rekabeti benimsedi. Savunma’da şunları söylüyor: “Çocukluğumda matemetiğe karşı özel bir tutkum olduğunu hatırlamıyorum; matematik mesleği hakkında da pek yüce şeyler düşünmezdim. Matematiği sınavlar ve burslarla ilgili birşey olarak algılardım. Öteki çocukları yenmek istiyordum; matematik de bunu gerçekleştirmemin en kısa yolu gibi görünüyordu.

” Bununla birlikte, son derece hassas bir yaradılışla yaşamak zorundaydı. Sanki herkesinkin-den üç kat eksik deri ile doğmuştu. Einstein, manevi olgunluğuna ulaşmadan önce, dış dünya ile ilgili konularda güçlü egosunu altetmek zorunda kalmıştı. Hardy’nin ise yeterince güvencede olmayan bir egoyu güçlendirmesi gerekiyordu. Bu durum onu daha sonraki yıllarda, moral konumunu ortaya koyması gerektiği bazı zamanlar, kendisini zorla kabul ettirmek zorunda bıraktı (bu Einstein için hiç sözkonusu olmamıştı). Öte yandan, yine aynı tavır ona, kendisi hakkında tam bir açıklıkla konu-şabilmesini sağlayan, iç dünyasını tanıma ve o güzel içtenlik özelliklerini de kazandırdı (Einstein bunu hiç yapamamıştı). Mizacındaki bu çelişkinin, ya da gerginliğin davranışlarındaki acaip bir saplantı ile bağlantılı olduğunu sanıyorum. O klasik bir anti-narsist idi. Fotoğrafının çekilmesine tahammül edemezdi. Bildiğim kadarıyla sadece beş fotoğrafı mevcuttur. Odasında ayna, tıraş aynası bile bulundurmazdı. Bir otele gittiğinde ilk işi bütün aynaları havlularla örtmekti. Suratı bir gargoyl’aW benzeseydi bile bu hareket insana tuhaf gelebilir; ancak daha da tuhafı şudur ki o bütün yaşamı boyunca olağanın (1) Gargoyl : park ve duvar çeşmelerinde ağız kısmından suların boşaldığı tuhaf görünüşlü hayvan kafası heykelleri. (Ç.N) üstünde yakışıklı bir kişiydi.

Fakat gerek narsiz-min, gerek anti-narsizmin, dışarıdan bakanların gördükleri ile, kuşkusuz bir bağlantısı yoktur. Bu davranış biçimini insan egzantrik olarak yorumluyor; ama gerçekten de öyleydi. Onunla Einstein arasında bir yaradılış farkı vardı. Einstein’la uzun süre birlikte olanlar -Infeld gibi- süre uzadıkça onun giderek daha yabancılaştığına, kendilerine daha az benzediğine tanık olmuşlardır. Onların yerinde olsam, eminim ben de aynı şeyleri hissederdim. Hardy ile ise tam tersi geçerliydi. Onun davranışları bizimkilerden farklı, hem de adamakıllı farklıydı. Fakat bu farklılığın, temelde bizimki ile aynı olan, ancak daha narin, daha az korumalı, daha hassas sinirlerden oluşmuş bir yaradılışın bir tür üst yapısı olduğu ortaya çıkıyordu. Çocukluğuna ait diğer fark ise daha dünyevi bir olguydu; ama bu da kariyeri önündeki bütün parasal engellerin kalkmasını sağladı. Katıksız dürüstlüğü ile Hardy bu konuda aşın titizlik gösterecek sbn kişiydi. Ayrıcalığın anlamını, kendisinin de buna sahip olduğunu biliyordu. Ailesinin bir öğretmen maaşı dışında geliri yoktu; ancak 19. yüzyıl ingiltere’sinin en iyi eğitim olanakları hakkında bilgileri vardı. Böyle bir bilgi, bu ülkede her zaman her tür servetten daha değerli olmuştur. Kazanmasını bilenler için burslar daima vardır.

Genç Wells veya genç Einstein için var olan yitip gitme tehlikesi Hardy için hiçbir zaman, en ufak ölçüde bile söz konusu olmadı. On iki yaşından itibaren yalnızca hayatta kalması yeterliydi; yeteneklerine gerekli ihtimam gösterilecekti. Gerçekten de, on iki yaşındayken, Cranleigh okulunda yapmış olduğu bazı matematik çalışmaları nedeniyle, o dönemde ve uzun zaman sonra da İngiltere’nin en iyi matematik okulu olan Winchester için ona bir burs verildi (acaba günümüzde t herhangi ünlü bir okuldan böyle bir esneklik bekleyebilir miyiz?). Bu okulda matematik ona tek kişilik bir sınıfta okutuldu. Klasik derslerde de en üstün öğrenciler kadar iyiydi. Sonraları, biraz gönülsüz de olsa, orada iyi eğitildiğini ifade etmiştir. Dersler dışında okulu hiç sevmedi. Diğer Victoria çağı özel okulları gibi Winchester de oldukça katı bir okuldu; öyle ki Hardy bir kış az kalsın ölüyordu. St. Paul okulunda gündüzcü olup konforlu evinde kalan Littlewood’a, rahat ve kolay devlet okullarında okuyan diğer arkadaşlarına gıpta ederdi. Winchester’den ayrıldıktan sonra ¦ bir daha o okulun yakınına bile uğramadı; ancak bu ayrılış Trinityd) için şartsız bir burs kazanarak yolunu bulmuş bir kişi için kesin ve kaçınılmaz birşeydi. Winchester’le ilgili olarak içinde garip bir burukluk vardı. Keskin gözlü, doğuştan yetenekli bir top oyuncusuydu. Ellili yaşlarında salon tenisinde üniversitenin en iyi ikinci raketini çoğu zaman ye-nerdi; altmışlı yaşlarında da kriket alanında şaşırtıcı vuruşlar yaptığına tanık oldum. Winches-ter’de bir saat bile antrenörle çalışmamıştı.

Bu yüzden oyunu kusurluydu; ama bir antrenör tarafından çalıştırılsaydı, birinci sınıf olmasa da ona yakın düzeyde bir vurucu olacağını düşünürdü. Kendisi hakkındaki bütün öteki değerlendirmeleri gibi bunun da isabetli olduğu kanısındayım. Victoria çağı gibi, kirikete ilginin dorukta olduğu bir dönemde böyle bir yeteneğin tamamen gözden kaçması gerçekten gariptir. Sanırım, böylesine zayıf ve hastalıklı, böylesine ürkek ve utangaç okul birincisinde böyle bir yeteneğin bulunacağı kimsenin aklına gelmemişti. (1) Trinity : Cambridge Üniversitesi’ni oluşturan onlarca College den biri. (Ç.N.) O günlerde bir Wykehamist*1′ için doğal olan şey, Oxford’daki New College’e gitmekti. Bu seçim ona kariyeri yönünden büyük bir fark yaratmazdı (ancak o New College’e gitseydi, Oxford’u her zaman Cambridge’den daha çok sevdiği için bir daha oradan ayrılmazdı ve bazılarımız da çok şey kaçırmış olurduk). Trinity’e gitme kararının nedenini, Savunma kitabında şakayla karışık, ama her zamanki yalın gerçekçiliği ile şöyle anlatır: “On beş yaşlarındayken hayallerimde (biraz garip bir şekilde) ani bir sapma oldu. Alan St. Aubyn -gerçek adı Mrs. Francis Marshall- tarafından yazılmış Camb-ridge’deki sözde üniversite hayatıyla ilgili bir seri kitap içinden, elime Trinity’de Bir Fellow’ adlı bir kitap geçti. Kitabın iki kahramanı vardır; biri asıl kahraman Flowers, ki hemen her bakımdan mükemmel bir insandır, diğeri de çok daha zayıf yaradılışlı biri olan Brown. Flowers ve Brown üniversite yaşamlarında bir sürü badire ile karşılaşırlar.

Flowers bütün zorlukların üstesinden gelir, ikinci Wrangler<2> olur ve otomatik olarak bir fellowship <3> kazanır. Brown ise hep yenik düşer, ailesini perişan eder, içkiye dadanır, fırtınalı bir gecede alkol krizlerinden başrahip yardımcısının duaları sayesinde kurtulur, sıradan bir diploma için bile zorlanır ve sonunda misyoner olur. Bütün bu talihsiz olaylar arkadaşlıklarını bozmaz. Flowers, Kıdemliler Salonunda ilk kez porto şarabı yudumlayıp ceviz atıştırırken, sevgi ve merhametle Brown’u düşünür. “Evet, -Alan St. Aubynin ölçüleriyle- Flowers oldukça iyi birisiydi ama benim saf ve masum kafam (1) Wykehamist : 14. yüzyılda yaşamış, Winchester okulu ve Oxford’daki New College’in kurucularından Lord William Wyke-ham adına verilen bursları kazananlar. (Ç.N) (2) Wrangler : Tripos denilen Cambridge Üniversitesi matematik şeref listesi sınavlarında en yüksek derece alanlara verilen bir lakap. (Ç.N) (3) Fellowship : Araştırma bursu. (Ç.N) 10 11 bile onun zeki olduğunu kabullenemedi. Eğer bütün bunları o başarabildiyse ben neden yapamayacaktım? Özellikle de, salondaki son sahne beni alabildiğine büyüledi ve o andan itibaren, elde edinceye kadar, matematik benim için Trinity’de bir araştırma bursu demek oldu.” Hardy 22 yaşında ‘Mathematical Tripos Part II’ denilen, Cambridge Üniversitesi Matematik Şeref Payesi sınavını birincilikle kazanarak bu bursu elde etti.

Bu arada önüne iki küçük sorun çıktı. Birincisi Victoria çağına özgü teolojik bir sorundu. Hardy —sanırım daha Winchester’dan ayrılmadan önce- tanrıya inanmadığı kanısına varmıştı. Bu onun için, kafasındaki bütün diğer kavramlar gibi kesin ve berrak olan, ya beyaz ya siyah türünden bir sonuçtu. Kiliseye gitmek Trinity’de zorunluydu. Hardy, kuşkusuz kendine has çekingen kararlılığı ile öğrenci işleri müdürüne, vicdani nedenlerle kiliseye gidemeyeceğini söyledi. Olasılıkla işinde detaylara aşın meraklı birisi olan müdür de ailesine yazıp durumu anlatması gerektiğinde ısrar etti. Annesi ve babası geleneklere bağlı dindar kişilerdi. Müdürün bildiği, Hardy’nin ise çok daha iyi bildiği gibi bu haber onlara acı verecekti -yetmiş yıl sonra bizim pek anlayamayacağımız türden bir acı. Hardy vicdanı ile boğuştu. Konuyu geçiştirecek kadar dünya adamı değildi. Hatta bu sorunun nasıl ele alınacağını bilebilecek olan George Trevelyan ve Desmond MacCarthy gibi daha sofistike arkadaşlarının tavsiyelerini isteyecek kadar bile dünya adamı değildi (bunları bana bir öğleden sonra Fen-ner’de anlattı; çünkü yara hala kapanmamıştı). Sonunda ailesine mektubu yazdı. Biraz da bu olayın etkisiyle, dinsel inançsızlığını açıkça ve aktif olarak hep sürdürdü. Seçimlerde oy kullanmak gibi biçimsel işler için bile okul kiliselerine gitmeyi reddetti.

Din görevlilerinden arkadaşları oldu ama tann hep onun kişisel düşmanı kaldı. Bütün bunlarda ondokuzuncu yüzyıl zihniyetinin bir yansıması vardır. Öyle olmakla beraber, Hardy söz konusu olduğunda, her konuda olduğu gibi bu konudaki sözlerini ciddiye almamak da yanılgı olur. O bu konuyu da şakaya vurmayı bildi. Örneğin otuzlu yıllarda, çok zevklendiği bir olay hatırlıyorum. Lord’s kriket alanında geleneksel bir profes-yonelamatörler maçı vardı. Sabahtı; güneş de tribünlerin üzerinden parlıyordu. Fidanlığa bakan tarafta vuruş yapacak bir oyuncu, nereden geldiği belli olmayan bir ışık yansıması yüzünden iyi göremediğinden yakınmış, hakemler de biraz şaşırmış bir halde ortalığı kolaçan etmişlerdi. Yansıma otomobillerden mi geliyordu? Hayır. Pencere camları? Alanın o yanında pencere yoktu. Sonunda hakemlerden biri, haklı bir zafer edasıyla yansımanın kaynağını buldu; ışık iri yan bir rahibin göğsünde asılı duran kocaman bir haçtan geliyordu. Hakem, rahipten haçı çıkarmasını nazikçe rica ederken o sırada orada bulunan Hardy de Mefisto-vari kahkahalardan iki büklüm olmuştu. O gün öğle yemeğini kaçırdı: bütün din görevlisi dostlarına kartpostal yazıyordu (telgraf ve posta kartı en sevdiği iletişim araçlarıydı) Fakat tannya ve tannnın vekillerine karşı savaşta zafer hep aynı tarafın olmazdı. Aynı günlerde, Fenner’de, sakin ve güzel bir mayıs akşamı kilisenin saat-altı çan sesleri etrafa yayılıyordu. Hardy “hayatımın en mutlu bazı saatlerinin bir Katolik kilisesinin çan seslerinin duyulduğu bir yerde geçiyor olması ne talihsizlik” dedi.

Öğrencilik yıllarının öbür hayal kırıklığı mesleki nitelikteydi. Cambridge Üniversitesi, hemen hemen Newton çağından beri ve bütün ondokuzuncu yüzyıl boyunca Matematiksel Tripos denilen, bir tür şeref sıralaması sınavının etkisi altında kalmış12 13 ti. ingilizler yarışma sınavlarına -İmparatorluk Çin’i hariç- diğer bütün ülkelerden daha çok güven duyagelmişlerdir. Gerçi bu sınavları geleneksel adalet prensiplerini gözeterek yaparlar, ancak çoğu zaman sınavların içeriğine karşı aşırı bir duyarsızlık gösterirlerdi. Aynı tutum bugün de sözkonusu-dur. Matematiksel Tripos’ların çok gözde olduğu o günlerde de durum kuşkusuz öyleydi. Bu sınavlarda sorular işlemsel bakımdan genellikle hayli zordu; ancak, ne yazık ki, sınanan kişi için matematiksel hayal gücünü, kavrama yeteneğini, ya da yaratıcı bir matematikçi için gerekli olan herhangi bir niteliği gösterecek olanağı sağlamıyorlardı. En başarılı adaylar (onlara Wrangler’lar denir ki, hala kullanılan bu terim ‘birinci sınıf anlamına gelmektedir) aldıkları notlara göre kesin bir sıralamaya tabi tutulurdu. College’ler, kendi mensuplarından biri BaşWrangler olduğu zaman şenlikler düzenlerlerdi, îlk iki veya üçüncü sıradaki Wrangler’e de derhal lisansüstü araştırma bursu olan ‘Fellowship’ verilirdi. Bütün bunlar son derece ‘Ingiliz-vari’ idi. Bu sistemin bir tek sakıncası vardı: yüz yıl boyunca ingiltere’de ciddi matematiğin gelişmesini fiilen kösteklemiş olması. Hardy bir matematikçi olarak üne kavuşur kavuşmaz bu sakıncayı kendine has berrak sözleriyle dile getirdi ve bunu ortadan kaldırmak için mücadele arkadaşı Littlewood ile birlikte çaba gösterdi. Trinity’deki ilk sömestrde Hardy de kendisini bu sisteme kaptırdı. Matematik egzersizlerinden oluşmuş bir koşu pistinde bir yarış atı gibi çalıştırılacaktı ve o daha on dokuz yaşındayken bunun anlamsız bir şey olduğu kanısındaydı. Çoğu müstakbel Baş-Wrangler’in gönderildiği ünlü bir eğiticiye teslim edildi.

Bu eğitici, bütün engelleri, sınav sorumlularının bütün oyunlarını biliyorduysa da matematiğin kendisine karşı son derece ilgisizdi. Genç Einstein bu durumda olsaydı isyan eder; ya Cambridge’i terkedip gider ya da önündeki üç yıl hiç bir formal çalışma yapmazdı. Ama Hardy – üstünlükleri olduğu gibi sakıncaları da var olandaha güçlü, ingiliz’lere has bir profesyonel ortamda yetişmişti. Önce konusunu değiştirip tarihe yönelmeyi düşündüyse de sonradan kendisine ders verecek gerçek bir matematikçiyi bulma akıllığını gösterdi. Ona karşı olan takdir hislerini Hardy Savunma kitabında şöyle dile getirir: “Benim gözlerimi ilk açan, Profesör Love oldu. Birkaç sömestr hocam oldu ve bana analizin ilk önemli kavramlarını öğretti. Ama ona olan asıl minnettarlığım bana Jor-dan’m ünlü Cours d’Analyse’ini okumamı önermesi nedeniyledir (kendisinin asıl alanı uygulamalı matematiktir). Bu harikulade eseri okurken duyduğum hayranlığı hiç unutmayacağım. Bu kitap benim kuşağımdan birçok matematikçinin ilham kaynağı olmuştur; ben de matematiğin gerçek anlamını, onu okurken kavramışımdır. O andan itibaren, kendimi sağlıklı bir başarı hırsı ve güçlü bir matematik tutkusu olan gerçek bir matematikçi olarak algılamaya başladım.” Hardy, 1898’deki Tripos sınavında 4. Wrangler oldu. Buna biraz içerlediğini itiraf ederdi. Yarışın saçmalığına rağmen kazanması gerektiğini bilecek kadar da doğuştan yarışmacıydı. 1900 yılında, daha saygın bir sınav olan Tripos H’ye girdi ve haket-tiği sonucu da, bursu da aldı.

Bu tarihten itibaren yaşamı esas itibariyle rayına oturmuştu. Amacını biliyordu: ingiltere’de matematiksel analiz çalışmalarına daha titiz bir yaklaşımı benimsetmek. “Yaşamımın tek büyük ve kalıcı mutluluğu” dediği araştırmalarını hiç bırakmadı. Ne yapması gerektiği konusunda herhangi bir kuşkusu yoktu. Ne kendisi, ne başkaları onun bü14 15 yük yeteneğinden şüphe ediyordu. Otuz üç yaşındayken Royal Society/1) ye seçilmişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir