Gerald A. Browne – Yesil Buz

Yürüyüşe çıkmış insanlar. Görünüşlerinden başka bir şey çıkarmaya olanak yoktu. Sırtlarında çantaları, döşekleri, su mataraları, tavaları sallanıyordu. Birinin üzerinde parlak mavi bir kazak vardı. Diğeri sarılı, yeşilli, turunculu bir pan~ ço, bir ruamı giymişti. Birileri tarafından farkedilmemek gibi bir korkuları da yok gibiydi. Tepeden aşağı inmek için en kolay yolu seçmişler, arka arkaya yürüyorlardı. Yamaç öylesine dikti ki dümdüz gidemiyorlar, kâh sağa kâh sola kıvrılarak sanki rahatsız edilmelerinden dolayı intikam almak istermişçesine ayaklarını kaydıran uzun otların arasında ilerliyorlardı. Chiquinquira kasabası bulundukları yerden görülmeliydi artık. Yalnızca üç milleri kalmıştı. Ancak sabahın erken saatlerinde dağ eteklerine çöken gümüşü msü sis ortalığı örtüyordu. Çevrelerindeki And dağları ve karlı yamaçlar yüksekteki bir sis bulutu tarafından ikiye bölünmüştü. Gökyüzü ile yeryüzündeki iki sis tabakası arasında açık havada sıkışmış kalan yolcular üzerlerinde ağır bir baskı hisse/// ‘• indikleri tepenin eğimine kendilerini kap/ / dosdoğru aşağıya koşmak için dayan/ / vardı içlerinde. Ama buna karşı koyup/7 / tular ve sabırla zikzaklar çize çize so// / at sonro aşağıya vardılar. Burada,/// — 8 — “diğer bir yamaçla indikleri yamaç arasında hendek gibi dar bir yo! uzanıyordu.


Artık yürüyüş kolaylanmıştı. Şimdi daha hızlı yürüyorlardı, güvenlerini kazanmışlardı yeniden. Az sonra Chiquinquira’da olacaklardı. Oraya vardıklarında epey boş zamanlan olacaktı. Bogota’ya tren saat ikide kalkıyordu. Ayrılacaklar, kenti gezecekler, dinsel birkaç anı eşyası alacaklar, bir parkta ya da bir kahvede, bir masa başında dinlenebileceklerdi. Sıradan işler yapacaklardı yani. Bogota’ ya .varana kadar birbirlerine yanaşmayacaklardı. Şimdi güneş sisi iyice yenilgiye uğratmıştı artık. Yolcuların önlerindeki uzun gölgeler adımlarından kaçıyor, kendilerini daracık patikadan bir yola doğru indiriyordu. Derin çukurlarla kaplı toprak yola yol denmezdi ya, burası yörenin haritalarında bile gösterilmiyordu hatta. Kullanıla kullanıla kendiliğinden yol olmuş denilebilirdi. Belki de İspanyolların madene gidip gelmek için kullandıkları yoldu. Yolcular yolu kullanmak niyetinde değildiler.

Yolu enlemesine aşıp doğrudan doğruya kasabaya gireceklerdi. Kavşağa gelene kadar cipi farkedemediler. Araba otuz metre kadar ötede, hemen hemen çalılarla örtülü bir halde, yol kenarına park edilmişti. Sanki beklermiş gibi duran dört asker vardı çevresinde. Üçünde otomatik tüfekler vardı, dördüncüsü de bir teğmendi, Durmaları için biri seslendi. Durdular. Askerlerden üçü kendilerine doğru yürüyüp çevrelerinde yer aldılar. Sonra teğmen ağır ağır yaklaştı. Adamlarından daha uzun boyluydu. Üniforması buruşuktu, gömleğinde şarap lekeleri vardı, ama teğmenlik demirleri parıl parıldı. — 9 — Teğmen Costas. Karşısındakilere tecrübeli bakışlarla bakarken ilgisiz bir tavır takınmayı biliyordu. Üç genç, bir genç kadın ve bir de yaşlıca adam. Silah taşımıyor olabilirlerdi, ancak mana giymiş olan konusunda bundan pek emin olamazdı. «Yukarda ne yapıyordunuz?» diye Teğmen Costas yaşlı adama sordu.

«Toprak yapısını inceliyoruz.» «Kaç günden beri?» «On.» «İki hafta öncesi sizi orada görmüşler ama.» «Belki de o kadar olmuştur. İnsanın zamanı unutması iyi bir şeydir.» Teğmen başını sallayarak bunu onayladı. «Kağıtlarını göster.» Kağıtlar uzatıldı. Teğmen karşısındaki adamın resmine baktı. Adını yüksek sesle okudu: «Profesör Julio Santos.» «Evet.» «Senatör Santos’un akrabası mısın?» «Yeğenimdir.» «Şu halde resmi izin kâğıdın vardır.» «Evet.» «Yazılı olarak.

» «Teğmenim, üniversiteden bir araştırma grubu olduğumuza emin olun. Bunlar öğrencilerimdir.» Profesör Santos, görevini yapan bir insana karşı anlayışlı olduğunu belirten bir ses tonuyla konuşuyordu. Teğmen öğrencileri inceledi. Kız güzeldi. Hepsi de korkmuş görünüyorlardı. Silah tehdidi altında bulunmaktan. Doğaldı bu. «Gelecek Pazar yeğenimin yanında olacağım,» dedi Profesör. — 10 — Teğmen Costas ağzını örtmeye gerek duymadan esnedi. Bu iş için sabah gün doğmadan kalkmıştı. O zorunluluk olmasaydı şimdi belki de… «Üzerinizi aramalıyız,» dedi. Profesör Santos yumuşak konuşmasını sürdürüyordu. «Bogota’ya on iki trenini kaçırmamızı istemezsiniz herhalde.» ‘ «Saat ikide tren,» diye Teğmen düzeltti.

Profesör Santos sırt çantasını çıkardı. Diğerleri de. Çantaları yere bir arada bırakıp kenara çekildiler. İki asker çantaları araştırdılar. Görev savma kabilinden ama yine de ayakkabıların içine kadar uzanan bir araştırma. Çantalarda çoğunlukla yiyecek vardı. Az sonra bütün eşyalar çevreye dağılmıştı. Teğmen dikkatsizlikleri için erleri azarladı. Ama belki de kızgınlığının gerçek nedeni bu değildi. Onun bu öfkesi adamlarını şaşırtmıştı, bu yüzden gerektiği gibi dikkatle bitirmediler aramalarını. Eşyaları alıp alıp çantalara tıkıştırmaya başladılar. Teğmen o işi bırakıp adamların üstlerini aramalarını söyledi. Cepler boşaltıldı. Bacaklar, kollar, bel, gövdenin önü ve arkası elle yoklandı. Kızı da öyle aradılar.

Kızın üstünün aranması epey uzun sürdü. Profesör Santos ve diğerlerinin itirazlarına rağmen bütün askerler sırayla aradılar kızın üstünü. Kız ilk başlarda vücûdu kaskatı, gözleri elimdik ilerde duruyordu. Ama sonra diğerleri de aynı şeye başlayınca geri çekildi, ellerinden kurtulmaya, kendini korumaya çalıştı. Teğmen kızın neden ilk başta direnmediğini düw — 11 — şündü. Acaba sonradan direnme gösterirse daha inandırıcı olabileceğini mi düşünmüştü? Önemi yoktu ama. Kuşku anlamsızdı. Hiçbir şey bulamamışlardı. Gitsinler trenlerine yetişsinler. Tam o anda çantaların üzerine eğreti yerleştirilen bir matara kayıp yere düştü. Yola çarptığı anda içinden garip bir ses geldi. Yolcular eşyalarına doğru bir adım attılar. Teğmen Costas kendilerine oldukları yerde kalmalarını emretti. Matarayı alıp salladı. İçinde bir şey vardı.

Kapağını açıp matarayı ters çevirdi. Parmaklan arasından yere su döküldü. Avcunun içinde sekiz yeşil taş kalmıştı. Yontulmamış zümrüt. Herbiri yarım parmağı boyunda. Teğmen Costas taşlardan birini güneşe doğru kaldırıp bakınca kaba taşın içindeki parıltılı temiz yeşil rengi görebiliyordu. Bir şeyi onaylarmış gibi homurdandı kendi kendine. Askerler şimdi dikkat kesilmişlerdi. Teğmen bu kez herşeyi yeni baştan kendisi aramaya başladı. Yarım somun mısır ekmeği içinde oniki zümrüt buldu. Bir torba kuru erik… on beş erik. Herbirinin içinde çekirdek yerine birer tane zümrüt vardı. Evde yapılmış sabunlardan dört kalıbının içinde de birer zümrüt. Diğer mataralarda da değerli taşlar çıkmıştı. Sonunda tatmin olmuş olarak doğruldu Teğmen Costas.

Bu kez yolculara — ki şimdi artık elmas kaçakçılarıydılar — üzerindekileri çıkarmalarını emretti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir