Gerard De Villiers – 02 Kiyamet Gunu

Florida’da Tampa kontrol kulesinin nöbetçi memuru Stanley Lovell, otomatik makineden aldığı bir bardak Seven-up’ı yudumlayarak kestirmeye çalışıyordu. Saat üçtü ve güneş tüm sıcaklığıyla camlara vurmuştu. Delta Airlines’a ait bir DC 9 henüz yeni havalanmıştı ve alanda başka da uçak yoktu. Washington-Miami hava hattı üzerinde bulunan Tampa havaalanı öyle önemli bir durak değildi. Kontrol kulesinde çalışanların oyalandıkları tek uğraş, durmadan gelip geçen uçaklara telsizle bir “merhaba” demekti. Tek gözünü mavi göğe dikmiş olan telsizci, on dakika sonra kentin doğu çıkışında bulunan soğuk hava tertibatlı bungalovuna gidebileceğini düşünüyordu. Sevgilisi Maggie çalışmıyordu. Şu anda üzerine kombinezonunu geçirmiş, yatağa uzanıp kendisini bekliyor olmalıydı. Neşeyle geğirdi; altı saatlik aptalca bir görevden sonra eve gidip böylesine bir fıstık bulmak son derece keyif vericiydi! Başını kaldırıp yerini alacak olan telsizcinin gelip gelmediğine baktı. Allahın bu sıcağında, mesai yapmanın anlamı yoktu. Esnemek için ağzını açtığında, önündeki telsiz cızırdadı: — Burası N-CATR, North-Eastern 756 numaralı sefer. Washington’dan Kingston, Jamaika yönüne gidiyoruz. İlk durağımız, Miami. Silahlı iki adam bizi yolumuzdan dönmeye zorluyor… Stanley Lovell aptal aptal telsize baktı. Olur şey değil! Ses yeniden duyuldu: — Burası, N-CATR.


Florida’nın Tampa kulesi üstündeyim. Tehdit altında yön değiştiriyorum… Ses birden kesildi. Lovell bir süre susan hoparlöre baktı, sonra North-Eastern’in kanalını bulmak için telsiz kod kitabını açtı. Mikrofonu eline aldı: — Burası, Tampa kontrol kulesi. Ne oluyor, N-CATR? Yönünüzü ve yüksekliğinizi bildirin. Cevap yok… Lovell mikrofonu bırakıp bir şeyler görebilmek umuduyla bakışlarını gökyüzüne çevirdi. Aynı anda, DC 9’u farketti. Yaklaşık 15.000 fit yükseklikte, güneydoğu yönünde ilerliyordu. Parıldayan madeni gövdenin içinde birtakım olaylar geçtiğini düşünerek bir süre hareketsiz kaldı. Belki de bundan haberi olan tek kişi kendisi idi. Bu düşünce onu heyecanlandırdı. Bu gibi durumlarda yapabileceği tek şey vardı: Milli Savunma’yı haberdar etmek. Onların da olaya müdahele edecek uçakları vardı. Gerçi, uçaktaki yolcular nedeniyle uçakların da yapabileceği fazla bir şey yoktu.

Lovell, sinirden titreyerek telefonun ahizesini kaldırdı. Kuru bir ses hemen cevap verdi: — Ben, Üsteğmen Philipps, Florida Hava Koruma Birliği’nden. Kiminle görüşmek istiyorsunuz? — Kim olursa olsun, allahaşkına! dedi Lovell. Gözümün önünde bir uçak kaçırdılar. Olayı aceleyle anlatıp söz konusu uçağın bulunduğu yerin koordinatlarını verdi. Üsteğmenin başka bir telefondan haberi aktardığını duydu. Sonra telefonu kapadı. Beş dakika sonra, Florida armasını taşıyan üç F-84 yeri yalarcasına geçip gitti. Hava Koruma görev başındaydı. Olan Maggie’ye olmuştu! Lovell, olayın sonunu öğrenmek için kontrol kulesinde kalmaya karar verdi. Castro için uçak çalan Kübalılar olmalıydı bu hava korsanları. Lovell sağcıydı ve 1964 seçimlerinde Goldwater’ın seçimi kaybetmesine üzülmüştü. Seçilmiş olsaydı, Castro taraftarı olan herkesin köküne kibrit suyu dökecekti. Miami ana kontrol kulesinin kanalını çevirdiğinde, bir sesle karşılaştı: — … Miami, Kingston, Tampa üçgeni içinde bulunan tüm uçaklardan, North-Eastern Hava Yolları’na bağlı DC9 N-CATR uçağının yerini bildirmesini istiyoruz. Söz konusu uçak Kingston’a gitmekteydi.

Uçağın bilinmeyen kişilerin tehdidiyle yön değiştirdiğini sanıyoruz. Mürettebat telsize cevap vermiyor. Son mesajları Tampa kulesi tarafından alınmıştır. Ne olay be! Lovell, önemli biriymiş gibi kasıldı. Diğer istasyonları bulmak için telsizin düğmesini çevirdi. Birden, bir konuşma yakaladı: — Mavi-Lider, rotanız 118 derece. Key Largo radarı yönümüzü onayladı. — Anlaşıldı, Beacon 1. Rotamı 118’e çeviriyorum. Yükseklik 25.000 fit. Hedefi gördüğümüzde bağlantı kurarız. Karaib denizinde dolaşan bir uçak gemisiyle avcı pilotlarının arasında geçen bir konuşmaydı bu. Av başlamıştı. DC9 hayli öndeydi ve arayı açmıştı.

Lovell telsizin düğmesini çevirerek bazı askeri konuşmalara rastladı. Çevrede uçan tüm uçaklar DC9’un peşine düşmüştü. Zira, Küba hayli yakın sayılırdı. 150 mil uzaklıktaydı ve hava korsanlarının gitmek istediği yer kuşkusuz orasıydı. Fort Lauderdale hava üssünden, saatte 2400 kilometre hızla uçan Vindicator uçakları çoktan havalanmıştı. Lovell’in arkasındaki kapı aralandı. Nöbeti devralmaya gelen arkadaşı idi. — Ne o, uyukluyor musun? diye takıldı. Lovell ciddi bir tavır takındı. — Hiç de değil. Uçak kaçıran Kübalıların yakalanmasına çalışıyorum. Olayı kısaca anlattı. Elinde olmaksızın, gökyüzüne bakmaya devam ediyor, korsanların eline düşmüş bir uçakta neler olabileceğini tahmin etmeye çalışıyordu… *** North-Eastern’in 765 sefer sayılı uçağı Washington’dan tam saatinde havalanmıştı. Uçağın dörtte üçü doluydu. Jamaika’ya giden hatırı sayılır sayıda turist, Amerikalı iş adamları ve Karaib adalarına dönen meşin yüzlü bir sürü yerli vardı.

Asık suratlı bir hostes şeker dağıtmış ve yolculuğun Miami’ye kadar iki saat süreceğini bildirerek birazdan kahvaltı servisine başlayacağını duyurmuştu. Hava açıktı. Uçağın havalanışı sırasından bütün yolcular başlarını cama dayamış, Capitole’ü ve Potamac ırmağının gümüş renkli kıvrımlarını görmeye çabalamışlardı. Sonra, üç reaktörün motor gürültüsü konuşmaları engeller oldu. Bir erkek hostes, koltuklar arasında dolaşarak kokteyl ve aperatif dağıttı. Uçağın ön tarafında, birinci mevkide sadece dört yolcu vardı: öpüşmekten Potamac’a bile bakmayan genç bir çift, yaşlı bir din adamı ve otuz yaşlarında, kısa saçlı, üzerinde ince, kahverengi takım elbise bulunan bir adam. Yanındaki boş koltukta ağır olduğu anlaşılan bir çanta duruyordu. Elindeki viskiyi yudumlayarak “Reader’s Digest” okuyordu. Bir kez olsun, kolay bir görev vermişlerdi kendisine. Görevden çok bir tatil sayılırdı. Jamaika’da Kingston’a gidecek, İngiliz meslektaşlarını- ki hepsi içmeyi iyi bilirler- bulacak ve kabarık bir masraf faturasıyla Washington’a geri dönecekti. Orduda terfi etmek için iyi bir dümendi bu. Genç Binbaşı Lance, hayatından memnun bir tavırla, koltuğunu arkaya yatıran düğmeye bastı. Yanından geçip pilot kabinine giren iki adamı farketmemişti bile. İlk silah sesiyle öylesine şaşırdı ki, ne olduğunu anlayamadı bile.

Fakat ikincisinde içgüdüsel bir davranışla viski bardağını devirerek ayağa fırladı ve elini ceketinin altına, beylik tabancasına attı. — Kimse kımıldamasın! İspanyol aksanına kaçan kalın bir sesti bu. Fakat vurgular yerindeydi. Lance oturduğu yerde yarım döndü. Bir metre gerisinde, yüzüne çevrilmiş bir Thomson otomatik tüfeğin namlusuyla karşılaştı. Silah; suratı tıraşsız, üstünde düz gömlek ve mavi bir pantolon bulunan birinin elindeydi. Korkudan sapsarı kesilmiş diğer üç yolcu koltuklarına gömülmüşlerdi. Silahlı adam emri tekrarladı: — Kimse kımıldamasın! Sakın bir çılgınlık yapmayın. Yolculara hiçbir kötülükte bulunulmayacak. Birkaç dakika sonra Küba’ya ineceğiz. Sonra serbestsiniz. Yerlerinizden kalkmayın. Sözlerini desteklercesine silahını sırayla herkesin üzerine çevirdi, sonra geri geri giderek kapıyı aralık bırakıp turist mevkiine geçti. Lance, kapı aralığından içerde bir ikinci kişi, bir başka Kübalı daha farketti. Yolcular kımıldamadan oturuyorlardı.

Yolculuklarda kahramanlara pek rastlanılmaz. Pilot kabininin kapısı hızla açıldı. İkinci pilot ileri fırladı. Gömleğinin önünde gitgide genişleyen bir kan lekesi vardı. Yüzü bembeyazdı ve sendeliyordu. Kolundan bir adam tutuyordu. Kısa boylu, yüzü çiçek bozuğu, elinde koca bir tabanca bulunan bir adam. Küfredercesine yolculara bağırdı: — Bize karşı koyanın sonu budur, görün işte! Bunun îngilizcesi iyiydi. İkinci pilot, Lance’ın bulunduğu koltuğa yanaştı. Fısıltılı bir sesle peş peşe bir şeyler sıraladı: — Çıldırmış bunlar… Cinayet bu…Korsanlık… Kaptan pilot, kaptan… Canım yanıyor… Dikkat… Lance, pilotun başını koltuğa dayayarak kanı kesmek için mendilini yarasının üstüne bastırdı. Uçakta ilk yardım çantası olmalıydı. Kısa boylu Kübalının gözlerine bakarak: — Bu adam yaralı, dedi. Bakıma ihtiyacı var, yoksa kan kaybından ölecek. — Kımıldama, dedi Kübalı. Bu durumda bize zararı dokunmaz.

Geberirse de gebersin! Sonra kötü kötü Lance’a bakarak ekledi: — Hem, siz kendinizi düşünseniz daha iyi olacak. Siz, Binbaşı Lance değil misiniz, ha? Lance cevap vermedi. Nasıl oluyor da bu adam adını biliyordu? Birden, aklına çantanın içindekiler geldi. Bu uçağın ele geçirilmesi bir rastlantı değildi; basit bir uçak kaçırma olayı olamazdı bu. Onların istediği, kendisiydi! En kısa zamanda harekete geçmesi gerekiyordu. Çantanın içinde bulunan belgelerin Kastrocuların eline geçtiği takdirde neler olabileceğini düşündüğünde, sırtı terden sırılsıklam oldu. Generallerin kendisini bir M.A.T.* uçağı yerine sivil uçakla göndermeleri ne aptalca bir karardı! Hayatına mal olacak bir hataydı bu. * “Askeri Hava Nakliyatı” anlamına gelen Military Air Transport’un baş harfleri Thomsonlu adam az önce turist mevkiine geçmisti. Kısa boylu olanı, Lance’ın arkasında kapıya dayanmış birinci mevki yolcularını gözlüyordu. Mürettebat kabinine de pilotu kontrol altında tutacak birini bırakmış olmalıydılar. Uçak normal uçuşuna devam ediyordu. Binbaşı Lance, uçağı inmeye zorlayacak üç dört avcı jeti görebilmek umuduyla başını pencereye dayadı.

Fakat gökyüzü bomboştu. Çok ilerlerde,Karaib denizi görünüyordu, sakin ve çırpıntısız… Lance, kendinden başka güvenebileceği kimsenin olmadığını anladı nihayet. Taşıdığı belgelerin Kübalıların eline geçmemesi gerekiyordu. Arkasında dikilen Kübalı, bulunduğu yerden kol hareketlerini göremezdi. Usulca, tabancasını kılıfından çıkarıp dizlerinin üstüne bıraktı. Binbir dikkatle silahı kurdu. Planı basitti: Arkasındaki tipi temizlemek ve hemen pilot kabinine dalmak. Şaşkınlığından faydalanarak, mürettebatı tehdit edeni zararsız kılabilirdi. Pilot kabinine girdi mi de, arkadakilerin pilota hiçbir etkisi olamazdı. Oturduğu koltukta yarım döndü ve kolunu kaldırdı. Düşüncelere dalmış olan nöbetçi hiçbir şeyin farkına varmadı. Binbaşı Lance 45’liğin tetiğine bastı ve yerinden fırladı. Kurşun adamın tam göğsüne isabet etti. Yüzünde bir şaşkınlık, elindeki silahı düşürdü ve yere yığıldı. Binbaşı Lance kapının tokmağını çevirdi, fakat kapı açılmadı: İçerden kilitlenmişti! İçeri ateş etmeden önce bir an duraksadı.

Pilotu vurmaktan korkuyordu. Ne yapacağını düşünürken, DC9 birden sola yatarak dalışa geçti. Lance dengesini kaybederek düştü. Silahı elinden fırladı. Pilot silah sesini duymuş, kendine göre yardım etmeye çalışıyor olmalıydı. Uçak tuhaf bir hareket daha yaptı: Birden burnunu havaya dikerek bu kez sağa yattı. Turist mevkiinden çığlıklar geliyordu: Yolcular paniğe kapılmışlardı. Thomsonlu adam içeri girdiğinde, Lance dizlerinin üstünde tabancasını arıyordu. Arkadaşının cesedini görür görmez durumu kavradı. Lance tabancasının kabzasını kavradığı anda, Thomson alev kustu ve mermilerini binbaşının göğsüne boşalttı. Korkunç bir yanma hissetti Lance, sonra çevresindeki her şey karardı ve vücudu kapının önüne yığıldı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir